“Ben bir Cro-Magnon muyum?” Bu soruyu “kesinlikle, evet” diye yanıtlayabilmemi ve kafa karışıklığımı gidermemi, Richard Schenkman’ın filmi Dünyalı’daki (The Man From Earth, 2007) John Oldman karakterinin, arkadaşlarıyla şömine başında 1,5 saat boyunca yaptığı amansız fikir çatışmasısağlamıştı. Filmde Oldman, uzun süredir yaşadığı ve öğretmenlik yaptığı kasabadan ayrılacaktır. Eşyatoplaması için yardıma gelen diğer öğretmen arkadaşları ona neden gitmek zorunda olduğunu sorar. Oldman da 14.000 yıllık ilginç hikâyesini anlatarak bir Cro-Magnon olduğuna onları ikna etmeye çalışır.Halen Fransa Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’nde (CNRS, CentreNational de la RechercheScientifique) evrimsel biyolog olarak çalışan Michel Raymond da benzer bir soruyla yola çıkmış olmalı ki, kitabının girişine bu soruyu koymuş. Hatta “evet” yanıtını aldığımız durumda,bunu bir iltifat olarak kabul etmemizi öneriyor.
Raymond aslında araştırmasına, anaokuluna giden kızına ne tür yiyecekler vermesi gerektiği konusundakaygılandığı, evrimsel bir aydınlanmayaihtiyaç duyduğu için başlamış. Sonuçta, “meraklı okuyucuya yardım etmek, titiz olanı memnun etmek, ya da kaşları sıklıkla çatılan okuyucuyu rahatlatmak amacıyla”,CNRS’i veMontpellier II Üniversitesi’ni bir araya getiren bir araştırma birimi olan Montpellier Evrim Bilimleri Enstitüsü(ISEM, InstitutdesSciences de l’Evolution de Montpellier) yaptığı evrimsel insan biyolojisi araştırmalarının sonuçlarından damıttığı “gündelik hayat şifrelerini” bilimsel olarak bize iletmek istemiş.Kitabın son 30 sayfalık bölümünde görebileceğimiz gibi, Raymond başlangıçta verdiği sözü tutuyor ve yazdığı her satırın bilimsel referansını tek tek aktarıyor.
Daimi merak konusu: Beslenme düzenimiz
Beslenme düzenleri, insanın hem kendi türü hem de diğer tüm canlılar için her zaman merak ettiği ve sırrını çözmeye çalıştığı bir konu olmuştur. Bununla ilgili olarak Raymond, özellikle “bir tür için iyi olan şeyin, bir başkası için zehirli ya da zararlı” olabileceğini vurgularken tek bir kökenden gelen tüm hayvanların tüm beslenme düzenlerinin evrildiğini, eğer bu evrilme “uyum sağlama” anlamına geliyorsa da, onu değiştirmenin sağlığı bozacağını söylüyor. Gerçekten de günümüzde sıkça söz edilen laktoz intoleransı/toleransı konusu tam da bu evrim sürecine işaret eder.
Hele yakın zamanda tam bir “suçluya” dönüşen ve hakikaten de miyoptan sivilceye, şişmanlıktan kansere pek çok kırılganlığımızın sebebi kabul edilen şekerin önlenemez tüketimine ne demeli? Raymond şöyle diyor: “Yiyeceklerimizdeki mevcut şeker çokluğu meselesi, özellikle ilginçtir. Enerji verici ve ender olduğu için aranılan bir bileşiği etkili bir şekilde tespit ettiği düşünülen bir seleksiyon sebebiyle, şekere karşı tatsal bir haz geliştirdik. Şu anki durumda bu tatsal haz, sağlığımız için olumsuz etkilerle birlikte aşırı tüketime sebep olan Darwinsel bir tuzağa dönüştü.”(s.31) Burada bir yanlışımızın da altını çiziyor: “Biz de bu tuzağı aslında şeker kadar enerji vermeyen yapay tatlandırıcılarla yani ‘hilekârlıkla’ aşıp vücudumuzu kandırmaya çalışıyoruz.”
“Darwinci tıbba” yer açmak
Raymond, bu yanlışların sonuçlarına şifa sağlayan disiplin “tıp” olduğuna göre, belki de 1991’de Anglosakson dünyasında “Darwinci tıp” olarak adlandırılan bilimsel yaklaşımı yaygınlaştırıp çok fazla da karikatürize etmeden klasik tıbbın yanında yer almasını sağlayabileceğimiz kanaatinde. Örnekleri çoğaltmak mümkün: Oldukça ustaca yönetilen uyumsal bir tepki olan ateşi, hemen bir aspirinle baskılamalı mıyız? Ya da kan plazmasındaki düşük demir oranını hemen “anormal” diye düşünmeli miyiz? 1948’e kadar adından söz edilmeyen “alerji”, nasıl da bir anda baş gündemimiz oldu?
Klasik tıp bilgileriyle donanmış ve bunun uygulamasını yöntem olarak kullanan bir hekim olarak, bulantıların hamilelerde hastalık ya da başka bir olgu değil de, hastalık yapıcı etkisi yüksek yiyeceklere karşı iğrenmeyle birleşen bir uyumsal gösterge olduğunu bilmek oldukça rahatlatıcı olmuştubenim için. Zira başka ne olursa olsun, paniğe kapılıyor hamile-doktor ikilisi!Yazarın da belirttiği gibi “Evrim, günümüzde lisede ve üniversitede oldukça az öğretilen bir konu ve tıp öğrencileri onun tıp derslerine kattığı rengi göremeyebiliyor.” Oysa evrim birçok soruna bakışımızı değiştirebilir.
Savaşların kökeninde ne yatıyor?
Yazarın aklına takılan sorular çok çeşitli:Barış doğanın ilk kanunu ise, barışçıl toplum arayışları neden hep başarısız olmuş ve geleneksel olarak bilinen tüm toplumlarda savaşların çeşitli düzeylerde var olduğu gerçeği antropolojinin başat konularından biri olabilmiştir?Savaşın sadece insanoğlunun tekelinde olmayıp yakın kuzenlerimiz, örneğin şempanzelerin de onu kullanmış olabileceği gerçeği acaba daha mı açıklayıcı olacaktır?Şempanzelerin yaptığı “ölümcül” akınların nihai amacının kadınları ele geçirmek ve savaşların aslında üreme amacındaki “erkeklerin meselesi” olduğunu bilmek,pek de şaşırtıcı gelmiyor bana.
Yine sık sık duyduğumuz “Anaerkil toplumlar zamanında her şey çok farklıydı” söyleminin bir antropolog tarafından 20.yüzyılda ideolojik bir temele dayandırılarak uydurulmuş bir mit olması; türümüzde bu durumun hiçbir zaman görülmemesi ve kadının, kurulmuş bir sosyal sistemde erkeğe hiçbir zaman hâkim olmadığı gerçeği de, evrimsel sürecin bizi sarsan sonuçlarından biri gibi görünüyor. Ancak şempanzeye yakın bir tür olan bonoboları örnek alarak, onlarda dişilerin erkeklere hiyerarşik bir üstünlük sağlayabilen ve çok daha barışçıl bir topluma zemin hazırlayan davranışlarını gözlemlemek de,bilimsel gözlemler yoluyla edindiğimiz pek çok fikir gibi, bize cesaret katabilir.
Kadın ve erkek arasındaki farklılıklar nasıl açıklanır?
Genelde erkekle kadın arasındaki farklılıktan söz ederken; örneğin kızların oyuncak bebekleri, erkeklerin ise kamyonu tercih etmesinin nedenine bakarken, sıklıkla kültürel, entelektüel bir antropolojik yaklaşıma başvurma eğilimindeyizdir. “Kültürün, eğitimin ve diğer sosyal faktörlerin türün farklılığı üzerinde hiçbir etkisinin olmaması şüphesiz şaşırtıcıdır. Ancak, hayvan dünyasında yüzlerce milyon yıldan beri var olan erkek-dişi farklılığı kadar temel bir husustan bahseden herhangi bir biyolojik işaretin olmaması daha az şaşırtıcı olurdu” diyen yazar, cinsler arasındaki farklılıkları açıklayan “cinsel seleksiyon” konusunu model hayvanlar üzerinden genişçe ele alıyor.(s.79)
Örneğin, kuzenimiz maymunlarda erkek-dişi arasında kilo ve boy gibi farklılıkların bazılarını biliyor ve bunları temel olarak biyolojik etkilere bağlıyorken,özellikle bilişsel farklılıklar hakkında daha az şey bilebiliyoruz.İnsanlarda ise artık çok sayıda nöropsikolojik alanda kadınlarla erkeklerin farklı olduğunu kesin bir biçimde gösteren eksiksiz bulgular var.
Bu farklılıklar ise öncelikle hormonal düzeneğin ritmik ya da dış etkilerle, sosyal olaylarla değişimine bağlı gibi görünmekte. “Kadınlar ve erkekler genetik, kromozomsal, fizyolojik, anatomik, fiziksel ve bilişsel olarak farklıdır.Bu biyolojik boyuta, onları genellikle arttıran kültürel etkiler ve tarihi olarak erkek egemenliği kaynaklı sosyal alışkanlıklar da eklenir. Erkekler ve kadınlar ne aynı üreme stratejilerine ne de aynı tür ebeveyn yatırımına sahiptir. Sözde biyolojik bir eşitliğe dayanarak sosyal eşitlik aramak da muhtemelen iyi bir yol değildir” diyen yazar, bir restoranda gerçekleştireceğimiz ilk özel buluşmada bu konuyu konuşmaktan kaçınmamız gerektiğini de öğütlemeden geçmiyor. (s.89)
Ünlü soru: Eşcinsellik doğuştan mı gelir?
Eşcinsel doğulur mu, olunur mu; yoksa eşcinsel olmak seçilir mi, yoksa bu bir keşif midir? Belli ki bu popüler soruların tamamı Raymond’u da meraklandırmış ve yanıtı evrim sürecinde, ortak atalarımızın benzer arayışlarında, biyolojik etkenlerde bulmak üzere çalışmıştır.“Bunları teşhis etmek ne işe yarar?” sorusuna ise “en basiti gericiliğin azalmasına yarar” yanıtını vererek despotizme ve homofobiye bilimsel bir darbe vurabileceğimizi hatırlatır.
Aile yapısı evrimleşir mi?
Raymond,“Aileler sizden nefret ediyorum!” diyen André Gide gibi düşünür mü bilmiyorum ama, “Büyükanne ve Menopoz”, “Babalık Şüphesi”, “Kardeşler Arası Yarış”, “Boşanma ve Üvey Anne-Baba”, “Oedipus Kompleksi”, “Ergenlik Krizi” gibi altbaşlıklara sadece bir göz atıldığında bile, ne kadar çetrefilli olduğu görülebilen, aileden topluma ulaşan evrimsel süreci irdeliyor.
“Aile evrilen bir yapı. Bu son on yıllarda,örneğin babanın çocukların doğrudan bakımıyla ilgili rolü, Amerika ve Avrupa’da kayda değer şekilde arttı. Eskiden çok geniş olan aile, bugün yaygın olarak sadece ebeveynle, hatta biriyle sınırlı. Çocuklar üzerinde etkisi olduğu kesin ama hangi biçimde ve neden?” sorusuyla yazar, bu gelişim içinde olan bilim için yeni kürsülere ihtiyaç olduğunu vurguluyor. (s.120)
Sonuçta, Günlük Hayatın Bilimsel Şifreleri,cümle düşüklükleriyle dolu bir kitap olarak,ülkemizde bilim yayıncılığının durumunun, özellikle çeviri anlamında yetersiz kaldığı yolundaki düşüncemi perçinlemesine rağmen, yine de sorduğu sorular, verdiği yanıtların bizi götürebileceği diğer okumalar ve bilimsel derinliğiyleinsanı içine çekiyor.
– Günlük Hayatın Bilimsel Şifreleri, Michel Raymond, Çev. Mine Akçaoğlu, Grifin Yayıncılık, 2015,152 s.