Defter notları ya da günlükler, yazarının gözünde yayımlanacak kadar olgunlaşmamış deneme parçacıklarıdır. Yazarın gözünde bir bakıma ‘eksik yazı’lardır. Okurun bu ayrımı yapabilmesi hiç kolay olmadığı gibi yapamaması okuma keyfi açısından avantajlıdır bile. Kimi yazarlar zaten defterine yazdıklarını paylaşır gibidir. Seslenmezler de konuşmayı, zaman zaman çekingen mırıldanmayı yeğlerler baş başa kaldıkları okurlarıyla.
Çok sayıda yazar ortaya koyduğu eserlerin yanında, günlükleriyle, defterleriyle de yazın tarihinde kendisine bir o kadar daha yer açmıştır. Bugün artık Cemil Meriç’i Jurnal’ından ayrı düşünebilir miyiz? Oğuz Atay’ı Günlük’teki notlarını yok sayarak değerlendirmek ne kadar mümkün? Kemal Tahir’in Notlar’ı yayımlanmamış olsa düşünür yanına dair ipuçları eksik kalmaz mıydı? Defter notları ya da günlükler, yazarının gözünde yayımlanacak kadar olgunlaşmamış deneme parçacıklarıdır. Yazarın gözünde bir bakıma “eksik yazı”lardır. Okurun bu ayrımı yapabilmesi hiç kolay olmadığı gibi yapamaması okuma keyfi açısından avantajlıdır bile. Kimi yazarlar zaten defterine yazdıklarını paylaşır gibidir. Seslenmezler de konuşmayı, zaman zaman çekingen mırıldanmayı yeğlerler baş başa kaldıkları okurlarıyla. Robert Musil, Yaşarken Açılan Miras’ta bu alçak tondan başlatır ve bitirir sözünü. Alçak sesle söylenmesi iddiasızlığa yol açmanın aksine, daha da keskinleştirmiştir gözlemlerini. Enis Batur denemelerinde çoğu zaman okuruna defter mesafesindedir. Hele “sokulgan okur” için kaleme aldıklarında. Liste uzar gider. Tanpınar’ın günlüklerinden Pavese’in Yaşama Uğraşı’na, Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nden Lenin’in Felsefe Defterleri’ne, Dostoyevski’nin doğrudan “Bir Yazarın Günlüğü” adını verdiği dergisindeki yazılarına kadar dallanıp budaklanan, Brecht’e, Camus’ya uzanan, kolay tüketilemeyecek uzun bir yol vardır.
Ya okurun defteri? Burada hep onun adına söz almaya çalıştığım için yine okura doğru yontmakta sakınca görmüyorum. Öyle ya, ilk bakışta yazma derdi olmayanın defterle de işi olmaz gibi görünür. Ben de okurluğumun ilk evresinde defter kalemden uzak durdum. Fakat lise yıllarımın sonlarına doğru ilk dikkatimi çeken Attila İlhan’ın okuduklarından söz etme biçimi olmuştu. Kalın koyu harflerle belirtilmiş vurucu alıntılarla desteklerdi fikirlerini. Troçki’den, Mao’dan, Nutuk’tan, Şevket Süreyya’dan, Ehrenburg’dan, Nazım Hikmet’ten, Hasan Tanrıkut’tan, Esat Adil’den, Doğan Avcıoğlu’ndan, Yusuf Akçura’dan satırlarla karşılaşmak işten değildi onun yazılarında. Bizde gazetecilerin, yazarların yazdıklarına bakarak kitaplarla ilişkilerini anlamak zordur. Attila İlhan okuduklarından bahsetmeyi seven bir yazar olarak, edebiyat dışı okurluğa da yeni açıldığım bir dönemde çekmişti beni. Alıntıladığı paragrafları tam isabetle seçmiş olurdu. Yazılarında andığı kitapların, kitapları bulunca içlerinde alıntıladığı paragrafların peşine düşmek hafiyeliği andırır eğlenceli bir oyun gibiydi. Hızla okuyup devirdiğim kitapların bazılarını konu ettiği de olurdu Söyleşi’lerine. Aynı kitabı ben de okuduğum halde öne çıkardığı ayrıntıların dikkatimi çekmemiş olmasına hayret ederdim. Çoğu okurunki gibi benim de zihnimde kitaplardan geriye konunun ana hatları ve birkaç çarpıcı tespit dışında az şey kaldığını fark ederdim. Böyle böyle hükmettim okuduğumu sanarak “elden geçirdiğim” kitaplara hak ettikleri ilgiyi gösteremediğime.
Cümlelerin altını çizmeyi de hiç sevmediğimden not kâğıtları, defterler de taşımaya başladım yanımda kitaplarımla birlikte. Zaman zaman manasız görünürdü hiçbir “kullanım amacı” gözetmeden onca paragrafı olduğu gibi veya özetleyerek kâğıda geçirmek. Okuma sürecini zahmetli hale getirmesi de cabasıydı. Not almanın dahi okurdan beklediği konfor yalnızca okumak için yeterli olandan çok daha fazlasıydı. Örneğin şehirler arası otobüs yolculuğunda okumak oldukça keyiflidir fakat bir yandan da not almaya, bir şeyler yazmaya çalışmak tam bir eziyettir. İstanbul’un belediye otobüslerinde ise bir okur için oturacak yer bulabilmek talihin yüze gülmesidir. Otobüste okumak için daha kolay takip edilebilen kitap veya dergiler de eklendi çantamdaki asıl kitabımın yanına. Yine de sırtımı yaslayacak yer bulmuşsam kalemimi elimden bırakmıyordum. Yüküm artmıştı. Okuma sürecim de dağınıklaştı ve yavaşladı haliyle. Eskiden hızla okuyup geçtiğim, birkaç günde kaldırıp yerine koyduğum kitapları bazen haftalarca yanımda taşıdığım oluyordu.
Bir yazıya hazırlık niyetiyle okuyor olsam yalnızca o yazıda faydalanmak istediğim kısımları not alabilirdim belki. Ama maksat faydalanmak olmadığı halde elimde sanki kılıç-kalkan yerine kalem-defter, arenaya çıkan gladyatör gibi bir kitabın karşısına çıkınca algım ve dikkatim de genişliyordu. Önemli görünen cümleler çok daha fazlaydı bu okuma tarzında. Yazarın hiçbir hareketini gözden kaçırmamaya çalışıyordum. Özellikle kurgu dışı kitapların okunma biçimini küçümsemek için kullanılan bir benzetme vardır: “roman okur gibi” okunmamaları gerektiği söylenir. Roman okumanın yaygın biçimine dair de başka ipuçları barındırır bu söz. Mizah dergileri “vapur dergisi” olamadıkları için eleştiri hedefi olurlar da nedense bazı kitaplar böyle kolay okunurluklarına atfen “vapur kitabı” denerek küçümsenir. Dikkat gerektiren metinlerin böyle ortamlarda okunması tasvip edilmez. Oysa defterli, kalemli yeni alışkanlıklarım sayesinde kısa sürede romanları da “roman okur” gibi okumamayı öğrenmiştim. Ortam nedeniyle defterimi kullanamasam da kalem kullanmak mümkündü. Okurken işaretlediğim kısımları fırsat bulduğum ilk yerde defterime aktarırdım.
Meğer eksik olan deftermiş sıkı okurluk için. Çoğu metin “vapur kitabı” olmaktan çıkmıştı benim için. Defterli okur olunca kitapların hakkını da vermeye başladığımı hissettim. Çünkü okurken “ilginç” deyip geçtiğim bir paragrafı not almaya kalktığımda en az üç dört kez daha fazla okumuş, üzerine düşünmüş, düşüncemi de kısaca ifade etmiş oluyordum. Artık okuduğum bir kitabın ayrıntıları kaçmıyordu gözümden. Unutmam da kolay değildi. Halbuki kitapla işim bitince pek dönmezdim notlarıma. Yine de çoğu hatırımda kalırdı okurken yazdıklarımın. Demek ellerin de bir hafızası varmış.