“Metafor nedir?” gibi bir soruyla başlamak yürümenin ağırlığını, yoğunluğunu ve içine aldığı düşünce bolluğunu kavramak için en doğru yöntem olacak diye düşünüyorum. Yürümeyi doğrudan anlatmaya kalkıştığımızda çeşitli zorluklar yaşarız. Hangi yürümekten bahsediyoruzdur? Yasaklananlar mı? Havanın güzel olduğu akşamlarda çıkılanlar mı? Otobüsün kaçırılmasından dolayı mecbur kalınan mı? Sanıyorum ki bu yüzden Frederic Gros kitaba yürümenin tanımıyla değil de yürümenin ne olmadığını anlatarak başlıyor. Yürümenin ayırt edici özelliğini “bizi alıp yaşamın yatay düzlemine yerleştirir” diyerek açıklıyor. Ama şimdi yolumuzu değiştirmeden metafor üzerine yoğunlaşalım. Yürümeyi telaffuz ettiğimizde peşi sıra gelen bu anlam bolluğundan dolayı kavramı anlatmak için metaforize etmeye ihtiyaç duyarız. Metaforlar bizi varmak istediğimiz noktaya götüren alternatif yollardır ve belirli kalıpları yoktur. Yani doğrudan anlatamadığımız pek çok şey için metaforları kullanırız. Yürüme ifadesinin metafor olduğunu hatırlatmak, engelli insanların da yol aldığını, tekerlekli sandalye ile de olsa yola koyulabildiklerini bilmek önemlidir[1]. Bu zemindeYürümenin Felsefesi kitabı da keskin tanımlar yerine Nietzche’nin, Rousseau’nun, Kant’ın ve Rimbaud’nun çıktığı yürüyüşleri anlatırken düşünürlerin kendi yürüyüş tarzları hakkında bilgiler veriyor. Yürümenin Felsefe’si ayağı yere basan pek çok insan zihninin farklı çalıştığını bizlere hatırlatıyor.
Metnin “emekleme” bölümünü oluşturması için metaforun ne olduğunu birlikte hatırlamanın önemli olduğunu düşündüm. Şimdi ise yürümek ve yol almak üzerine referansı yalnızca hafızam olan bir ritüelden bahsedeceğim. Sonrasında, insan neden yürür? sorusuna kitaptan cevaplar bulabiliriz. Tarihini bilmediğim geçmiş zamanlarda kabileler uzun yollar yürürmüş. Bu uzun yürüyüşler aylar, yıllar sürebilirmiş. Kabileler uzun süre yürüdüklerinde ise yürüyüşlerine ara verirlermiş. Bu molalar fiziksel dinlenmenin dışında aslında bir tür inanca da hizmet edermiş. Kabileler uzun süre yürüdükten sonra ruhlarının da onlara yetişmesini, gelmesini beklerlermiş. İskender Savaşır’a göre Kızılderililer de bu inanışa, ritüele sahip. Hatta bu pratiğin günümüzdeki işaretlerinden biri de uzun yolculuklar yapmanın kişide yarattığı benzer sıkıntılardır. Bizler de jetlag diyebiliriz ruhumuzu bekleme sürecimize, öyle değil mi?
Yürümeyi hikayede anlatıldığı gibi değerlendirmek yürümenin yalnızca kısıtlı bir yönünü veriyor olabilir. Yürümenin de çıkıldığı amaca göre pek çok çeşidi vardır. Kitapta Gandhi’nin 1930’larda planını şekillendirdiği tuz yürüyüşüne ayrılan bölüm yürümenin politik anlamlarını işliyor. Frederic Gros yaşları on altı ile yetmiş sekiz arasında değişen militanların yürüyüşünden bahsediyor. Elbette yürümenin ve yolun bir eğitim aracı olarak kullanıldığı Aborjinler’de de durum farklıdır. Walkabout filmini izleyenleriniz varsa hatırlayacaktır. Filmde iki kardeş Avustralya’nın çöllerinde mahsur kalır. Yolda etkileyici konuşmalar yaparak yürürler. Duraksadıkları bir ağacın altında dinlenirken tepeden bir genç görünür. Bu genç de ergenlik dönemine gelen ve vahşi tabiat ile bütünleşmesi, hayatta kalmayı öğrenmesi için yolculuğa gönderilen bir Aborjindir. İki kardeş onun çeşitli akrobatik hareketlerle avını nasıl öldürdüğünü izler. Kardeşlerin gözleri merakla ve hayretle açılır gördükleri olay karşısında. Birbirlerine yaklaşırlar ve kısa süreli iletişim sıkıntısından sonra iki kardeş nihayet su bulmak istediklerini anlatır yolcu gence. O da toprağa sapladığı bir kamış ile kuruyan su birikintisinden su çeker, böylelikle iki kardeş de su içebilir. Sonrasında arka arkaya dizilir ve yürümeye devam ederler. Filmde yakından da görebileceğimiz 50 bin yıllık geçmişi olan bu ritüel on iki ve on üç yaşlarına gelen gençlerin hiçbir yardım olmadan hayatta kalma sınavını oluşturur.
Kitabın bizlere sunduğu yürüme biçimlerinin bir kısmı özgürlük, köklerden kopma, yalnız kalma ve kaçma kelimeleriyle ifade edilebilir. Kaçma Arzusu bölümünde Rimbaud’nun yürüme tutkusunun kaynaklarından bahsediyor yazar. Rimbaud “öfke gerekir terk eylemek ve yürümek için” diyor. Rimbaud’ya göre öfkenin ifadesi yürümek ayrılmak anlamına geliyor. Aynı zamanda da geride bırakmak. Rimbaud neyden kaçıyordu? Verlaine’nın deyişiyle “rüzgar tabanlı adam”dı Rimbaud, hayatı boyunca yürümüş ve parçalamış botlarını.
Peki ya J. J. Rousseau? O ise sadece yürürken gerçek anlamda düşünebildiğini, aklını toparlayabildiğini, yaratabildiğini ve esin bulabildiğini söylüyor. “Yürümeden hiçbir şey yapmam, benim çalışma odam kırlardır. Masa, kağıtlar ve kitaplardan oluşan bir manzara beni daraltır. Çalışma araç gereçleri bezginlik verir bana, yazı yazmak için masaya oturursam yazacak bir şey bulamam ve bir düşüncem olması gerekliliği beni tamamen düşüncesiz bırakır,” diyor Rousseau. Psikanalitik düşünceye yatkın pek çok kişi Rousseau’yu bir klozete koymuş ve başına da bir ebeveyn dikmiştir çoktan belki de.
Kitabı tanı(t)maya girişirken pek çok noktaya ayak basmaya çalıştık. Yürümenin Felsefesi kitabında ayrıca etkileyici olan kısım ise düşünürlerin hayatında yürümenin önemiyle karşılaşmak. Kitap yürüyen insanın heyecanını okuyucuya kolaylıkla geçirebiliyor. Yürümeyi ve harekete geçmeyi özendiriyor, tetikliyor.
Dipnotlar
[1]http://www.nbc26.com/news/170-mile-wheelchair-journey-to-lambeau-field-is-all-for-charity
– Yürümenin Felsefesi, Frederic Gros, çev. Albina Ulutaşlı, Kolektif Kitap, 2017, 192 s.