“Bir şey dileyebilecek olsam kendime / Azıcık mutlu olmayı isterdim / Çünkü, fazlaca mutlu olsaydım / Üzüntünün hasretini çekerdim.”
Wilhelm Schmid, Mutsuz Olmak kitabında Friedrich Hollaender’in bir şarkısından bu sözleri alıntılar. Ben de bununla başlamak istedim, fazlaca mutlu olmaktan hep imtina eden biri olarak. Tam da denildiği gibi çünkü, “…fazlaca mutlu olsaydım, üzüntünün hasretini çekerdim.”
“Melankolinin münasip düştüğü zamanlar vardır” diye, insanın en güzel hüznünden vurur yine Schmid kitabında. Bazen susup saatlerce içimizle konuşmak; bazen ağlamak; bazen acıyı çekmeye izin vermek ve onun getireceği deneyimlere açık olmaktır münasip olan. Acıyı ertelemeden, eskitmeden ve hatta varlığına minnet duyarak yaşamak, insanın kendisine gösterebileceği şefkatin en güzel halleridir.
Schmid Mutsuz Olmak’ta, çoğumuza yabancı gelmeyecek bir halden bahseder: Görünürde her şeyin yolunda gittiği bir dönemde hissedilen mutsuz bir hal. Biz böyle olduğumuzda, çevremizdekilerin de bu halimize söyleyecek birtakım şeyleri vardır: “Şuyun var, buyun var; daha ne istiyorsun?!”, “Haline şükretmelisin”, “Baksana dışarda ne acılar var, insanlar nelerle boğuşuyor!” Adeta iznimiz yoktur mutsuz olmaya, hatta her şey yolunda giderken (!) hakkımız da yoktur böyle hissetmeye. Sözler, nasihatler hep “bir şey yokmuş gibi davranmaya” yönelik gelir. Acı kıyaslamak da cabası. Oysa hakikaten çözüm bu mu? Yahut daha iyi bir soru: Hakikaten ihtiyacımız bu mu? Yokmuş gibi davrandığımız takdirde, artık var olmayacak mıdır içimizdekiler? Biz onlara “yoksun” dedikçe, kendilerine başka çıkış noktaları arayacaklar ve bulacaklardır. Bilincimizde istemediğimiz ne varsa ittiğimiz, böyle yollar bulur kendine. İşte Schmid’in bahsettiği bu “sebepsiz üzüntü hali” kanımca insanın başına gelen en büyük fırsatlardan biridir. İttiğimiz ne kadar çok şey varmış, bunları fark etmeye giden bir yoldur. Kendimizle tanışma fırsatıdır. Bilmediğimiz ne kadar çok biz olduğuyla yüz yüze gelme olanağıdır. Şu sebepsiz üzüntülü hal için Schmid (s.52) şöyle devam eder: “…Ahenkten başka bir şey bilmeyen hayat, ahengin bozulmasını istiyor demektir. …İnsan olmanın bütün imkânlarını yoklamak ve hayatın kemaline varmak için, ilk bakışta çok uzak gelse bile, galiba üzüntüyü de sonuna kadar tatmak gerekir.” Schmid’in “ahengin bozulmasını istemek” sözüne katılmamak elde değil; ancak burada muhatap hayat değil de yine bizizdir bence. Hani şu hiç bilmediğimiz, tanışmadığımız kendimizden bahsettim ya, işte odur. Özne’mizdir: Derdi olandır, bilmediğimiz bir bizdir. Şüphesi olan, belirsiz olan, kendi varlığına dair sorusu olandır. Tam bu noktada yine Schmid’ten bir söze kulak verelim: “Belki de ancak şüphe edebilen, çaresizliğe düşebilen insan, büyük ve fevkalade şeyler yaratabilir.”
Mutsuzluğa tahammül
Kitabın en can alıcı meselelerinden biri, mutsuzluğa tahammülsüzlüktür. Başkalarının -ve kendimizin- bize bir anlamda dayatmaya çalıştığı “mutlu olma zorunluluğu”dur. Mutlu olmakta bir sorun görülmezken, mutsuz olmak neden sorundur? Mutsuzluklarımız da mutluluklarımız kadar insanca hissiyatken, mutsuz olmamak için çaba sarf ederiz, etmemiz beklenir. Oysa mutsuzluğun açtığı kapıdan içimize girebiliriz. İçerde neler var neler yok bir kolaçan edebiliriz hüznümüz sayesinde. Sorgularız. Kendimizi, yaşamımızı, kıymet verdiklerimizi, anlam arayışımızı… İnsanları düşünürüz; sözleri… Sözlerin bazılarının kulağımızdan içimize gitmediğini, bazılarınınsa nasıl içimize girip bize değdiğini… Mutsuz olmak var oluşumuzu değiştirir, dönüştürür; eğer kullanırsak, içimize işlemesine izin verirsek. Üzüntümüzle, acımızla, mutsuzluğumuzla biraz yalnız kalıp iki hoşbeş ettiğimiz zaman, o biraz önceki biz’in ne kadar geride kaldığını görürüz. Zihnimizi açar hüzün. Acı, üzüntü, keder, mutsuzluk bunların hepsi hepimiz için ortaktır; ama bunların deneyimleri ve bizim kendi anlam arayışımızdaki yeri, herkes için apayrıdır, biriciktir. Eh, böylesine güzellikleri de olabiliyorken mutsuzluğun, neden insanlar bir an evvel mutsuzluğu sırtlarından atmak isterler? Mesele burada galiba, “sırtından atmak”ta. Sırtımızda taşırsak yük olur çünkü; ağır gelir. Atmak isteyeceğimiz bir şeye dönüşür. Neyi nasıl taşıyacağımızı bilmek gerek sanırım. Bazı şeylerin içimizde işlenmesi ve dönüşmesi gerekir; bu şeyler sırtta taşınamaz.
Diyebilirim ki, bu kitabı okurken mutsuz oluyor insan. Hüzünleniveriyor. Bir üzüntü perdesinin ardından okuyor satırları ve o perde biraz olsun dışarının mutsuz olmaya dair garip korkusuna körleştiriyor insanı. Bu körlükle birlikte, içimizin karanlıklarında ışıklar yanmaya başlıyor. Biz yakıyoruz, biz tutuyoruz ışıkları her bir köşemize. Mutsuzluklarımıza, mutluluklarımıza, neşelerimize, acılarımıza, yaralarımıza, en bilmediğimiz derinlerimize bir keşif sürecine davet ediyor kitap bizi adeta. Şair diyor ya “Hüzün ki en çok yakışandır bize, belki de en çok anladığımız”. Hüzne açılıyor sayfalar ve anlamaya…
– Mutsuz olmak: Bir yüreklendirme, Wilhelm Schmid, Çeviren: Tanıl Bora, 6. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.