“Yaptığı işi sevenlerin cezbesine her zaman kapılmışımdır” diyor Doğan Hızlan. “Bir edebiyat adamı olarak Mehmet Kaplan” başlıklı denemesinde söylüyor bunu. Öğrencisi olmayanlarda yaygın görünen kanaatin aksine, Kaplan’ın tarihle olduğu gibi kendi zamanıyla da barışık olduğunu, geleceğe ve gençliğe dair ihtiyatlı iyimserliğini, yazdıklarından alıntıladığı çeşitli örneklerle gösteriyor makalesi boyunca. Kaplan’ın yapıtının bütününe bakılmaksızın, yazdıklarını tür veya konu bakımından sınırlayarak onun tam olarak anlaşılamayacağını iddia ediyor. İlk bakışta alelade beylik bir söz gibi görünebilir çoğumuza. “Tabii ki öyle, zaten aksi nasıl mümkün olabilir?” diye çıkışmaya hazırlananları duyar gibiyim. Samimiyetle cevap vermek gerekirse, Doğan Hızlan’ın savı neredeyse hepimizin katıldığı fakat pek azımızın hayata geçirebildiği bir doğruyu işaret ediyor. Zaman zaman herkes gibi kendimizi de fikir veya sanat hayatında yer etmiş bir ismi gaf sayılabilecek birkaç cümlesinden yakalayıp yerle yeksan etmeye çalışırken bulabiliriz. Kolayı seçmektir bu; geçici bir zafer sarhoşluğu yaşatabilir bize. Fakat böyle hileli bir hücum, dinleyenleri bir anda söz konusu edilen kişiden çok uzaklara da götürebilir.
Doğan Hızlan “Yeniden Okumak” başlığı altında topladığı denemelerinde kendisini sakınabilmiş bu kestirmecilikten. Mehmet Kaplan’a olduğu gibi, masaya yatırıp, elinde pertavsızıyla üzerine eğildiği diğer isimlere de aynı dikkatle yaklaşabildiği görülüyor.
Portrelerin kişiselliği konusuna daha önce değinmiştim bu köşede. Doğan Hızlan’ın yazdıklarında kişisellik de var, fakat bu tanışıklıkları, şahsi olanı aşan yanları çok daha belirgin. Nesnel ölçütler açısından da bir değer biçme, yerli yerine oturtma, aslında merak uyandırma ve yeniden okutma çabası ön planda. Yeniden okumak, yeniden konuşmakla da kolay tüketilemeyecek yazarları seçmiş üstelik: Bedrettin Cömert, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Cemil Meriç, Necip Fazıl, Kemal Tahir, Yaşar Nabi Nayır, Vedat Günyol, Rıfat Ilgaz, Abdülbaki Gölpınarlı, Mehmet Akif Ersoy.
Dünya görüşleri, kültüre, tarihe, siyasete yaklaşımlarıyla öne çıkmış, bu özellikleriyle farklı kesimlerin sahiplendiği isimler özellikle seçilmiş ve bir araya getirilmiş gibi görünmüyor. Doğan Hızlan kimileri kısa denemelerden, kimileri kuşatıcı makalelerden oluşan bu yazıları yazmak için okumamış adını andığım yazarları. Onlar üzerine söz söyleyebilecek, kalem oynatabilecek yetkinlikte olduğu için çoğu kendisine teklif edilmiş yazılar belki. Daha önce defalarca okumuş olmasına rağmen haklarında yazmak için bir kez daha okuduğu anlaşılıyor. Halbuki bu yazarların bazılarının okurları diğer bazılarını hiç okumamış olabilir. Cemil Meriç’in Yaşar Nabi Nayır’a ve onun yayıncılık faaliyetine yönelttiği eleştirilerle karşılaşanlar belki Varlık çevresinden uzak kalmaya çalışmışlardır. Sabahattin Eyüboğlu’nu, Vedat Günyol’u severek okuyanlar, Necip Fazıl Kısakürek’i, Kemal Tahir okurları Talip Apaydın’ı merak etmemiş olabilir.
Okurları tarafından genellikle gözden kaçırılan konu, bu yazarların birbirlerini çok yakından takip ettikleri, dikkatle okudukları ve kendi anlayışları çerçevesinde eleştirilerini cesaretle ortaya koyup tartıştıklarıdır. Fikir ve sanat hayatı bu tartışmalardan etkilenmiş, beslenmiştir. Sanatçılar bu tartışmaları dikkate almış, “karşı taraf”tan kendilerine yöneltilen eleştirilerden etkilenmişler, zaman içinde görüşlerini geliştirmiş ve zaman zaman değiştirmişlerdir. Geçen hafta sonu katıldığım bir toplantıda 60’lı 70’li yıllarda karşıt görüşlü sayılan yazarların mektuplaşmalarından, bir araya gelebilmelerinden olağanüstü olaylar olarak bahsedildiğine tanık oldum. Kemal Tahir’le Cemil Meriç’in birbirlerine ilgileri ve dostlukları örnek gösteriliyordu. Cemil Meriç’in Kerim Sadi ile dostluğu, Tanpınar’la tanışmak istemesi de aynı ölçüde şaşırtıcıydı belki o dönemin insanları için.
Sanıyorum sonraki kuşaklar bu katılıklardan daha iyi kollayabildiler kendilerini. Milli kültür dediğimiz olgunun, bu farklı yaklaşımların her birinin ayrı ayrı etkili olabildikleri ölçüde bileşimiyle meydana geldiğini daha sağlıklı idrak edilebildiğini düşünüyorum. Bugünden geriye baktığımızda ne Necip Fazıl’ı, ne Kemal Tahir’i, ne Rıfat Ilgaz’ı, ne de Sabahattin Eyüboğlu’nu, Bedrettin Cömert’i yok sayabiliriz. Hatta aynı dönemlerde bu tartışmalardan bir ölçüde uzak durmuş, kendilerine başka yollar çizerek ilerlemiş Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, Ferit Edgü, Edip Cansever, Tahsin Yücel, Oğuz Atay gibi isimleri de yok saymak bir yana, onların bugünü ne kadar kuvvetle etkilediklerini görmek zorundayız.
Edebiyattan yola çıkarak geliştirdiğimiz bu teşhisi örnekleri çoğaltarak kültür ve düşünce hayatımızın bütününe yayabiliriz. Geçmişte kültür hayatından bazı isimler tabi olarak siyasal alanda da etkili olmaya çalışıyorken bugün siyaset kültürün içinden çıkmıyor da daha çok ona dışarıdan dayatılıyor gibi. Cetvelinin kimin elinde olduğu belli olmayan bir yerlilik ve millilik söylemi tutturmuş siyasal iktidar, toplumu saflara ayırarak araya birbirlerini duyamayacakları biçimde kalın duvarlar örmeye niyetleniyor. Devlet gücüne dayanılarak kimilerinin defteri dürülmeye, kimilerinin önü açılmaya çalışılıyor. Bunların beyhude çabalar oldukları ileride herkes tarafından görülecek elbette. Gelecek kuşakları bugünkü halimize güldürmek istemiyorsak, okurlar olarak bağnazlığın ve fanatizmin kuru gürültüsüne pabuç bırakmayalım, duvarlara aldırış etmeyelim. Bir an evvel işini severek yapanların cezbesine kapılmaya gayret edelim bence.