Ana Sayfa Dergi Sayıları 173. Sayı Sınırlarında yaşayanları yeşerten bir ülke: İskender Savaşır

Sınırlarında yaşayanları yeşerten bir ülke: İskender Savaşır

4797
0

Bu metnin başlığı bir tanımı içeriyor. Yani bu tanım, İskender Savaşır’ı kendi sınırlarında yaşayan herkesi, insan ve hayvanları(1) yeşerten bir ülke olarak tanımlıyor. Ancak yazdıklarımı onun sözleriyle hızlıca eleştirmek mümkün. Yani bir tanım, tanımı gereği kendine ait tüm özellikleri içine alan, ancak onun kapsamadığı diğer tüm özellikleri de dışarıda bırakan bir yapıdadır. Dolayısıyla, onun dokunduğu pek çok kişinin de bileceği gibi İskender Savaşır’ı anlatmak ve onun genişliğini kavramak için tanımlardan başka şeylere ihtiyacımız var gibi.

İskender Savaşır’ın bu sözlerini Yeditepe Üniversitesi Felsefe Kulübü’nde yaptığı bir konuşmayı temel alarak aktarıyorum. Kendisi, tanımı tanım yapan özellikleri anlatmak için Osmanlıca bir terim kullanmıştı: “efradını cami, ağyarını mâni”. Yani bir tanım, yapısı gereği gayrısına mâni olan, aynı zamanda da efradını (kuşattıklarını) cem eden (toplayan) bir niteliğe sahip olmalı. Ama gene de kendisi tanımın bu özelliğinin bir tür “ideal tanım”a işaret ettiğine de dikkat çekmişti. Bu metinde kendisini tarif ederken berrak bir ifadeye ulaşmak mümkün olmayacak. Onun da tartışmasının sonuna eklediği gibi “bazı tanımlar puslu ve bulutsudur”. Sanıyorum ki, İskender Savaşır’a da puslu bir tanım yakışır.

Neden böyle bir başlangıç yapmayı tercih ettim? Neden bu metne doğrudan onunla tanıştığım günü hafızamdan çağırarak başlamadım? Bu soruya vereceğim cevap bana apaçık görünmektedir. İskender Savaşır’ın varlığı, hem bu metinde hem de ona yas içinde yazılan metinlerden çok daha fazlası. Bu sebepten, kendimi de birkaç adım geri çekerek, onun düşünsel mirasına uzaktan bakmayı tercih edeceğim. Kısacası, demek istiyorum ki, “Ben nasıl anlatayım bu adamı! Gücüm ve aklım yeter mi?”

Öncelikle kendime ve okura bu hatırlatmayı yaptıktan sonra, anılar üzerinden de onu anlatmaya girişmeye hakkım var sanırım.

Ben İskender Savaşır’ın en küçük oğlu, öğrencisi ve sıkı bir hayranıyım. İskender Savaşır’ın bir sürü oğlu, bir sürü de kızı var. Onu tanıyan ve bilenler hemen bana katılacaklardır ki, o, “sözle kurulmuş ilişkiler”e fazlasıyla önem verirdi. Diğer bir değişle “seçilmiş olan ilişkiler”e. Kendisi üvey bir babayla yetiştiğini sürekli hatırlatarak, kendisine kocaman bir aile kurmuştu. Üstelik kurduğu bu ailenin her bir ferdini teker teker, incelikle büyütmüştü. İskender Savaşır’a öğrencilik ettiğim 3-4 sene boyunca ise hayatımı radikal bir biçimde değiştirmiş, üzerimde gururla taşıyacağım izler bırakmıştır. Onun dokunuşu düşünmeyi öğreten, öğrenmeyi sağlayan ve eleştiri yöntemi kazandıran yapıdaydı. Kendisiyle lisans eğitimimin ikinci yılında tanışmış olmak, benim için paha biçilemez bir lütuf. Onun peşinde koşturduğum her zaman o kocaman bir üniversiteydi, yasal anlamda okuduğum ise bir diğer üniversite.

Şimdi ise, İskender Savaşır’ı, onun kendisini anlattığı sırayla anlatacağım. Kendi yaşamından bir kesiti sunduğu videoyu bir toplantıda çekmiştim. İskender Hoca ise kendisini anlatmaya, kardeşlik dinamikleri üzerine bir tartışma üzerine karar vermişti. Kardeşlik seminerleri yaptığı dönemde, kendisinin bu seminerleri sürdüremediğini ifade ederek “bir anlamda dilim tutuldu belli ki orada” demişti. Diğer yandan çevresindeki insanların getirdiği malzemelerinin içinde fazlasıyla kardeşlik teması olduğunu söylerken “ben şimdi sizlere kendi kardeşlik hikâyemi anlatıyorum, dileyen istediği gibi kullansın bunu” diye de eklemişti.

İskender Savaşır 1 Kasım 1955 doğumlu. O doğduğunda babası 22 yaşında bir tıp fakültesi öğrencisi. Annesi ise yeni mezun, 21 yaşında operada yeni çalışmaya başlamış bir kemancı. İskender Savaşır tahmin edilenden 10 gün geç doğuyor, 5,5 kilo olarak. Ardından, kardeşi Cengiz Savaşır 1 sene sonra 28 Ekim’de 8 aylık olarak doğuyor. Burada önemli bir parantez açmak gerek ki İskender Savaşır’ın ailesinde adlandırmalar bir ritüelde sürdürülüyor. Bu ritüel İskender ve Yusuf adlarının dönüşümlü olarak kullanılmasıyla ilişkili. Babasının adı Yusuf, kendisi İskender. “Yani benim oğlum olsaydı adını Yusuf koymam gerekirdi” diye eklemişti bu hikâyeyi anlatırken. Cengiz Savaşır’ın adı anne Sumer tarafından konuyor. Annesinin deyişiyle, Cengiz ismini koymasının sebebi ise Cengiz isminin “müzik kalitesi”ni sevmesi.

Kendisinin çocukluk yaşamı bir süre Akçakoca’da geçiyor. Sonrasında, Ankara’da bahçesi güllerle dolu bir evde yaşarken keyifli anıları olduğunu biliyoruz. Anlattıklarına göre Ankara’da meclis duvarının yanındaki ilk apartmanda, giriş katındaki evlerinde onun için önemli olan üveylik ilişkileri şekilleniyor. Üvey babasına baba deyişi ilk olarak bu evde ses kazanıyor. Onun cümleleriyle: “6 yaşına geldiğimde babam Yusuf Baba oldu, babam baba olarak kaldı.”

İskender Savaşır dede masallarıyla büyüdüğünün altını her fırsatta çizerdi. Dedesinin yaşına yaklaşırken de seminerlerde kendisini “masalcı dede” olarak adlandıracak olan İskender Savaşır’ın “dede aşkı” kendisi 1-2 aylıkken başlıyor. Dedesinin perdenin desenleri üzerinden ona masal anlatmasından, aşağı yukarı 4 yaşında masal dinlemek için geceleri dedesinin yatağına gitmesine kadar pek çok hikâye mevcut. Tabii ardından da dedesinin kemanını dinlemek için koşarak gittiği konservatuvarı da anlatır, 9 yaşında ilk konserini Paganini çalarak veren dedesini anardı. Diğer bir yandan, 17 Haziran’da(2) vefat eden İskender Savaşır, 65 yaşında yaşamını kaybeden dedesinden 2 sene daha az yaşamış oldu bu dünyada.

Psikobiyografik nitelikte bu hikâyeler İskender Savaşır’ı anmak ve anlamak için kıymetli. Ancak bu derinlikteki hikâyeleri sürdürmek, ancak bir biyografi eserine yakışır. Şimdi ise daha kuşbakışı ifadelerle yaşamına göz atmak uygun gibi görünüyor.

İskender Savaşır onu yakından ya da uzaktan tanıyanların bileceği gibi çok önemli bir hoca. Yani sığ bir ifadeyle telaffuz edilen “hoca” kelimesinin anlamlarını fazlasıyla aşan, onu taşıran bir varlığa sahip. Yaşamını yitirdiği son gün ve son saniyelere kadar somut olarak bizlere pek çok hatıra ve öğrenilmesi gereken malzeme bıraktı. Yukarıdaki küçük psikobiyografik metni kurarken, İskender Savaşır’ın “Savaşır Psikoterapi” bürosunda bana söylediği bir söz de aklımdaydı. Hoca kendi hikâyesini öğrencilerinin yazacağını Sokrates-Platon örneğine işaret ederek anlatmıştı.

‘Elinde çekiç olan her şeyi çivi olarak görür’

Hakkında çıkan pek çok haber, onun öncelikle şair olduğu üzerine. İskender Savaşır’ın öncelikle şair olduğunu kim nereden öğrendi, bilmiyorum. Ama İskender Savaşır kendisini öncelikle psikoterapist olarak tarif ederdi. Şairliği, yayıncılığı ve kültür mirası da psikoterapi faaliyetlerini besleyen ve insanı anlama çabasını derinleştiren önemli birikimleri olarak kabul edilebilir. Yakınlarda bir yerde şöyle bir söz okumuştum: “Elinde çekiç olan her şeyi çivi olarak görür”. Maslow’dan kaynakçalandığı yazılan bu ifade tam da İskender Savaşır’ın yapmaya çalıştığı şeyleri anlamakta faydalı olabilir. Onun elinde pek çok alet vardı, bu sebepten insanı da yalnızca psikoterapi teknikleri çerçevesinde incelenmesi gereken bir varlık olarak tanımlamaz, bundan da kaçınılması gerektiğini söylerdi. Sanat tarihi, felsefe, edebiyat, karşılaştırmalı edebiyat, sosyoloji, antropoloji alanlarında Yavuz Erten’in de aktardığı gibi “bilgelik sahibi” birisiydi.

Basılı eserleri

İskender Savaşır’ın ilk kitabı kendi kurduğu Cumartesi Yayınevi’nden Masaldan Sonra ismiyle 1992’de basılıyor. Gene 1992’de İskender Savaşır’ın çok söz etmediği, Mustafa Arslantunalı ile hazırladıkları Kişisel Bilgisayarlar cep kitabı İletişim Yayınları’ndan çıkıyor. Ardından ise 1995 yılında Metis Yayınevi’nden çıkan Tutku 2000 adlı romanı geliyor. Tutku 2000 adını taşıyan roman, İskender Savaşır’ın hayali olan Dalgın Sular Kitap Serisi’nin ilk kitabı olarak planlansa da devamı gelmemişti. Ancak, “tamamlanmamış işleri Batuhan’a…” derken, yaşamını yitirmeden birkaç gün önce beni tamamlanmamış işleri için “genel koordinatör” ilan etmişti. Eminim, bu görevi, İskender Savaşır’ın tüm sevenleri ve derslerine katılanları ile kolektif bir şekilde sürdüreceğiz ve verdiği görevi tamamlayana kadar çalışacağız.

Tabii daha bitmedi, Tutku 2000’in sonrasında da Kelimelerin Anayurdu ve Tarihi Metis Yayınları’ndan 2000 yılının Mayıs ayında buluşuyor okuruyla. Ardından ise Orhan Koçak’ın önsözüyle, denemelerinden oluşan Modernliğin Vicdanı eseri Kanat Kitap’tan 2007’de geliyor. Sonrasındaki yıllarda da küçük bir kitapçıkta 22 Ekim – 27 Kasım 2010 tarihlerinde gerçekleşen “Adı Konmamış” isimli sergi için 1200 adet basılan Feyyaz Yaman ve İsmail Tunalı ile Nazan Azeri Sanatı üzerine gerçekleşen söyleşilerden oluşan yazılar mevcut. Sonrasında da 2014 yılında İskender Savaşır’a atfedilen, Raziye Kubat’ın Çağrılmayan Yusuf adlı eseri de Ceres Yayınları’ndan geliyor.

Bir parantez açarsak, İskender Savaşır’ın yazdıklarını toparlamak, onun yaşadığı evi toparlamak gibi bir şey. Yani, her yerden bir yazısı, söyleşisi, kolektif bir çalışması çıkabilir, herkesi şaşırtabilir. Bu sebepten, eminim ki eksiklerim mevcuttur ve eksiklerin olması beni her zaman sevindirecektir. Bu bağlamda, İskender Savaşır bir puzzle’ın bütünü gibidir, her bir parçasında güneş, her bir parçasında aydınlık barındıran.

“Eserleri” başlığı altında birkaç sene geriye giderek kendisinin dergicilik hayatını anmak gerekir. Çünkü bireysel olarak çıkardığı kitaplar olsa da İskender Savaşır kolektif çalışmalara ve çok yazarlı metinlere ilgisini sürekli dile getirirdi. Bunu ise kendisinin kardeşlik ilişkilerine olan düşünsel merakının bir sonucu olduğunu eklerdi.

İskender Savaşır 1984 yılında Türkiye’ye kesin dönüş yaptığı 1 yıl boyunca Zemin-Aylık Sosyalist Dergi’nin yayın kurulunda yer aldı. 1987 yılında varlığını 2000 yılına kadar sürdürecek olan Defter dergisinin kuruluşuna katıldı; yayın kapanana kadar yazar ve yayın kurulu üyesi olarak kadroda yer aldı. 1988-1990 yılları arasında İletişim Yayınları tarafından çıkarılan Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nde Yayın Koordinatörlüğü yaptı. 2000-2001 yılları arasında ise Ero Cinsel Yaşam Ansiklopedisi’nde Yayın Yönetmenliği yapmıştı.

Ayrıca işaret etmek gerekir ki, bir yandan kendi yazınsal çalışmalarını ve okuduğu kitapların notlarını defterisk.blogspot.com’dan sürdürmeye devam etti.

Son olmasa da son yerine

Bu metinde İskender Savaşır’ı anlatmaya, tarif etmeye çalıştım. Bunu ise, ona bir süredir ne kadar yakın da olsam, kendi gözümden değil, kimi zaman kendi deyişiyle “kuru tarihçilik” yaparak, kimi zamansa onun sesini kulaklarımda işitip hayat öyküsünü yazarak yapmaya çalıştım. Derginin Kitapçıl sayfaları için de eserlerini tanıtmayı ihmal etmedim.

İskender Savaşır’ın yaşamını yitirirken geçirdiği özellikle son 1 ay, kendisinin ne kadar kıymetli olduğu anlatılırken defalarca altı çizilmeli. Ancak, bu hikâyeleri aktarmak öncelikli olarak “Şamil – Elvan – Cengiz”in ya da tüm Adapazarı ekibinin hakkıdır.

İskender Savaşır’ı anlatmak güç. Üstelik yasın içinde yazılan bir metin için daha meşakkatli bir iş. Gene de, hata payımı hesaba katarak şu tanımı yapmaktan geri durmayacağım: Sınırlarında yaşayanları yeşerten bir ülkedir İskender Savaşır.

Dipnotlar

1) Bu noktada Bülent Somay’ın anlattığı müthiş bir İskender Savaşır hikâyesi var.

2) Saat 19:30 civarında