İmparator Augustus, gelen haberler üzerine kendinden geçmişti. Bana lejyonlarımı geri verin diye gürlüyor ve yitip giden çok sayıda Romalı askerin arkasından kederle sızlanıyordu. Romalı askerlerin komutanı Quinctilius Varus, onları bir tuzağa sürüklemişti. Roma tarihinin en utanç verici dönemlerinden birisiydi: 15000 yüksek disiplinli, iyi eğitimli asker, birkaç gün içerisinde medeniyetsiz Cermen kabile adamları tarafından katledilmişti. Bu olaydan 20 sene önce kadar, Romalı şair Horace şöyle yazmıştı; “Augustus sağ oldukça, bu kaba Cermen cinsinden oluşan güruhtan kim korkar?” Şimdiyse, MS 9’da, Romalıların bu “kaba Germanya” ülkesini ve halkını sandığının yarısı kadar bile bilmediği ortaya çıkıyordu.
Modern araştırmalar, Germanik dilleri konuşan insanların yaşadığı coğrafyanın günümüz ülke isimleriyle güney Norveç, İsveç, Hollanda içlerinden, Danimarka, Almanya, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne kadar ulaştığını ortaya koyar. Romalı yazarlar bu bölgeye “Germanya” adını takmışlardı; Cermenlerin ülkesi. Ancak bu ülkede yaşayanların tamamı Cermen değildi. Başka diller konuşan ve başka kültürel gelenekleri olan diğer gruplar da vardı. Cermenler ve Cermen olmayan bu gruplar çoğunlukla barış içerisinde bir arada yaşar, kız alıp verirdi. Bazen de toprak ve kaynaklar için savaşırlardı.
Cermenler aynı zamanda birbirleriyle de savaşıyorlardı. Birçok ortak kültürel özelliklere ve dile sahip olmalarına rağmen, kendilerini ortak çıkarlara sahip tek bir halk olarak hissetmiyorlardı. Eğer vardıysa da, bu halkların çok azı kendilerini Cermen olarak adlandırıyordu. Bunun yerine kendilerini belirli kabilelerin üyeleri olarak görüyorlardı; Chauci, Anglii ya da Gautae gibi.
Germanya’nın çoğu bölgesi ve halkı Romalılar için bilinmezdi. Romalılar doğal olarak sadece sınırlarına yakın bazı toprakları ve kabileleri tanıyorlardı. Bundan dolayı Romalı yazarlardaki eğilim bütün Germanya halklarını temel olarak aynı farz etmek olmuştur. Ancak gerçekte, kabileden kabileye yaşam tarzları, komşu kabilelerin ve üstünde yaşanılan toprağın etkisiyle değişmekteydi.
Romalı tarihçi Tacitus, Germanya’nın büyük çoğunluğunu, “korkunç ormanlarla ve kokuşmuş bataklıklarla dolu bir yer” olarak tarif ediyordu. Bu, kuzeye yolculuk eden Romalı asker ve tüccarlara nasıl göründüğünü yansıtıyor olmalıdır. Gerçekteyse Cermenlerin yaşadığı bölge büyük bir çeşitliliğe sahipti. Bölgenin en önemli özelliği güneyden kuzeye doğru akan ırmaklardan oluşan ağdı; Kuzey Denizi’ne dökülen Rhine, Ems, Weser, Elbe ve Baltık Denizi’ne dökülen Oder, Vistula. Vadiler bereketli tarım topraklarına sahipti, ırmaklar ise önemli haberleşme ve ticaret güzergâhlarıydı.
Irmaklar yükseklerden, dağlık arazilerden doğuyordu. Kuzeye doğru aktıkça arazi alçalıyor ve neredeyse düz ovalara ulaşılıyordu. Elbe nehrinin batısındaki, deniz seviyesinin altındaki topraklar bugünkü Hollanda’nın parçasıdır. Bu batı bölgesi bataklık, fundalık ve meralarla doluydu. Elbe’nin doğusu, deniz kıyısı boyunca oldukça düz ve genellikle sulaktı. İç bölgelerde, çok sayıda vadilerin arasında küçük göller bulunan alçak tepeler vardı. Bu göllerin çevresindeki toprak genelde bataklık gibiydi, ancak gene de iyi tarım alanlarıydı.
KUZEYDE YAŞAM
Geçen yüzyıl boyunca, arkeoloji bize antik yazarların Cermenlerin nasıl yaşadıklarıyla ilgili pek bilgisi olmadığını gösterdi. Ayrıca arkeoloji, Romalılar gelmeden önce Germanya’nın nasıl yaşadığıyla ilgili bilgi alabileceğimiz tek kaynaktır. Cermenler kendileriyle ilgili pek bir şey yazmamış, tarihlerini sözel yollardan aktarmışlardır. Roma’yla temas kurduktan sonra yazmayı öğrenmişler ve uzun bir dönem için sadece özel ve sınırlı amaçlar için kullanmışlardır. Oysa Cermen halkının tarihi herhangi bir mensubunun yazılı kaydından çok öncelere uzanır.
Arkeoloji ise bizi çok daha eski dönemlere götürebilmektedir. MÖ 1300’lü yıllar civarında, bugün güney İsveç olarak adlandırdığımız, Jutland (Kuzey Denizi ve Baltık Denizi arasında kalan başparmağa benzer yarımada) bölgesinde görkemli bir medeniyet oluşmuştu. Bu kültürün insanları bronz ve altından muhteşem nesneler yapmış ve insanlara, hayvanlara ve gemilere dair esrarengiz sahneleri kayalara oymuşlardı. Bu halklar Cermenlerin ataları olabilir. Ancak çoğu modern araştırmacı, MÖ 500 ve 400’lü yıllar arasına kadar kuzeyde yaşamış herhangi bir grubu Cermen olarak tanımlamanın doğru olmayacağını düşünmektedir.
Demir çağı köyleri
Bu dönemlerde kuzey halkları araç gereçler için ana malzeme olarak bronz yerine demiri kullanmaya başladı. Ayrıca bu dönemlerde Jutland bölgesi yerleşimleri, Cermen dilini konuşan bütün topraklarda gelecek bin yıl için ortak olacak bir biçime ulaştı. Bu köylerin en erken döneme ait olanları, doğu-batı doğrultusuna konumlanmış yaklaşık aynı boyutta bir düzine kadar eve sahipti. Daha sonraki yerleşimlerde 30 ev kadar inşa edilmişti ve bir örnekte 60 kadar ev bulunuyordu. Şimdiye kadar anlatılan bütün Jutland köyleri kalıcı yerleşimlerdir. Evler tekrar inşa edilse ve bazen yerleri değiştirilse de, topluluk çoğunlukla yüzyıllar boyunca esas olarak aynı yerde kalmıştır.
Germanya’nın diğer bölgelerinde de Jutland’dakilere benzer köyler bulunmaktaydı. Genelde köyler bir çitle çevriliydi; daha güçlü bir tahkimat oldukça seyrekti. Ayrıca Cermen topluluklarının tepelik arazilerin zirve kısımlarına yerleştikleri pek görülmezdi. Ancak bazen daha önce Germanya’nın doğu ve güney bölgelerine hâkim olan Keltik halklarca yamaçlara inşa edilmiş yerleşimleri devralabiliyorlardı. Kuzey Denizi’ne yakın alçak bölgelerde ise sel tehlikesinden korunmak adına köyler yapay tepeciklere kurulabiliyordu.
Germanya’nın bölgeleri küçük alanlara yerleşmiş çok sayıda insanı besleyecek kaynaklara sahip değildi. Bu bölgelerde yerleşimler birkaç aileden oluşuyordu. Ayrıca en yakın komşudan belirli bir uzaklıkta izole edilmiş çiftlikler bulunuyordu. Tek başına veya daha büyük bir topluluğun bir parçası olarak bir çiftlik, genellikle tek bir aileye ev sahipliği yapıyordu. Bir çiftlikte sadece ev değil, depo veya atölye olarak kullanılan ek binalar da bulunmaktaydı.
Ev ve çiftlik
Genel mesken biçimi, üç tane girişi olan uzun bir bina şeklindeydi. İki paralel çizgi halinde bulunan ahşap dayanaklar hem çatıyı destekliyor hem de evi üç uzun bölmeye ayırıyordu. Bu uzun bina, hem insanlara hem hayvanlara barınak sağlıyordu; insanlar bir ucunda, hayvanlar diğer ucunda yaşıyordu. Evin büyüklüğüne göre birkaç (en fazla 20) hayvanı barındırabilecek büyüklükte ahır bulunabiliyordu. Bu, kuzeyin iklim şartları için oldukça kullanışlı bir düzenleme biçimiydi. Bu şekilde çiftlik hayvanları sadece soğuktan korunmuyor aynı zamanda vücut ısılarıyla evi de ısıtıyorlardı. Aksi durumda tek ısı kaynağı insanların yaşadığı bölümün merkezinde bulunan dikdörtgen şeklindeki açık şömine olurdu.
En önemli çiftlik hayvanı hem sütü, hem eti, hem de derisi için beslenen sığırdı. Aynı zamanda pullukları ve arabaları çekmek için de kullanılabiliyorlardı. Sığırlar, Cermen yerleşimine ait toplam çiftlik hayvanlarının yüzde 50 ile 70’i arasında bir miktarı oluşturuyordu. Önem sırasına göre beslenen diğer hayvanlar; koyun (yün ve et için), keçi (deri ve et için) ve domuzdu (et için). Koyunlardan, otlamalarının kolay olduğu sulak arazilerde faydalanılıyordu; domuzlar ise meşe palamudu ve kayın ağaçlarının sürgünleriyle beslenebilecekleri ormanlık arazilerde daha fazla sayılardaydı. At az sayıda besleniyordu; ancak atlara sürmek için ve bir statü sembolü olarak büyük değer veriliyordu.
Cermen ailelerinin büyük çoğunluğu çiftçilik ile geçimini sağlıyordu; hayvanlarını besliyor veya köylerinin ve çiftliklerinin etrafındaki tarım arazilerini sürüyorlardı. Arpa en önemli ekindi, ikincisi de yulaftı. Germanya’nın çoğu bölgesinde buğday yetiştirilmesi daha zordu; ancak insanlar uygun koşulların bulunduğu yerlerde buğday da yetiştirdiler. Diğer ekinler çavdar ve darıydı. Keten de önemli bir üründü; yağla dolu olan tohumları besleyiciydi ve sapları da kumaş yapımında kullanılıyordu. Çiftçiler aynı zamanda hayvanlarını kış boyunca beslemek için saman da yetiştiriyorlardı.
En temel sebzeler, bezelye ve baklaydı. Meyve bahçesi veya bostanların olduğuna dair pek fazla bir kanıt yoktur. Gene de insanlar, yabani ıspanak, karahindiba, marul, turp, kereviz, böğürtlen, çilek, mürver, kiraz, erik ve fındık yetiştiriyorlardı. Ayrıca insanlar mavi bir boyası olan çivit bitkisini de yetiştiriyor veya topluyorlardı.
Eğirmek, boyamak, dokumak ve dikmek kadınlara ait işlerdi; enerji ve zamanlarının çoğunu alıyordu. Yün veya keten bezle çalışan kadınlar, “ağırlıklı dokuma tezgâhı” olarak adlandırılan tezgâhlarda dokuma işlerini yapıyorlardı. Bu dikey tezgâhta uzun iplikler uçlarına bağlanan ağırlıklar yardımıyla gergin tutuluyordu. Cermen dokumacıların son derece güzel doku ve desenlere sahip kumaşlar üretmiş olduğunu biliyoruz, çünkü yer altında kömürler arasında korunmuş bazı örnekler bulunmuştur. Bunlar bize, hiçbir Romalının yazmaya uğraşmayacağı Cermen yaşam tarzını gösteren, geçmişi görmemize yardımcı olan bulgulardır.
‘Cermenler! Adı nereden geliyor?
Romalıların Cermenler olarak adlandırdığı halkın esas anavatanı, modern Danimarka, güney İsveç ve kuzey Almanya olarak gözükmektedir. Bu insanların, erken dönemlerde kendilerine ne isim verdikleriyle ilgili hiçbir fikrimiz yoktur. Romalılar onlarla tanıştıklarında, çok çeşitli kabile isimlerine sahiptiler. Peki, “Cermenler” ismi nereden gelmektedir? Bu ismi kullanan ilk antik yazar, MÖ 100 civarında, Yunan filozof ve seyyah Posidonius’tur. Bazı modern araştırmacılar yazarın bu kelimeyi, erken dönem Cermen dilinde “mızraklı adam” anlamına gelen “gaizamannoz” kelimesinden türettiğini düşünmektedir. Ya da “hemşeri” veya “erkek kardeş” anlamına gelen bir kelimeden türediği söylenir. Her iki durum için de, bir kabilenin kendisi için kullandığı veya komşu kabilesine taktığı isim olabilir. Posidonius’tan 200 yıl kadar sonra yaşamış Romalı tarihçi Tacitus da bu şekilde düşünmektedir. Ren nehrinin doğusundan Galya’ya hareket eden ilk kabilelerden birisinin isminin “Cermenler” olduğunu ve bu ismin zamanla yaygınlaştığını yazmıştır. Ancak diğer taraftan, Posidonius ve Tacitus’un yaşadığı dönemlerin arasında yaşayan coğrafyacı Strabo, ismin Romalılar tarafından üretildiğini söylemiştir. “Keltlere benzedikleri için ve hatta daha öfkeli ve uzun boylu oldukları için, Romalılar ‘genuine’ (Keltler) ismini sadeleştirerek onlara ‘Germani’ ismini takmıştır” diye yazmaktadır.
ROMA TEHDİT ALTINDA
Grekoromen dünyasıyla ilk temas kuran Cermenler muhtemelen “Bastarnae” isimli, MÖ 3. yüzyılda Vistula Irmağı civarında yaşayan halktı. Yunan ve Romalı tarihçiler bundan tamamen emin değildiler. Bazıları onların Keltler olduğunu düşündü, bazılarıysa Cermenler olduğunu. Tacitus, Bastarnae’nin “dilleri, yaşam tarzları ve kalıcı yerleşimleri bakımından Cermenler gibi” olduğunu yazmıştır. Ayrıca doğu komşuları göçebe Sarmatyalılar ile akrabalık bağları kurduklarını eklemektedir. Modern araştırmacılar Tacitus’la aynı fikirde olmakla beraber, kimse emin değildir.
Kesin olan, Bastarnae’nin Karadeniz’in kuzey kıyılarındaki bir Yunan kolonisine MÖ 230 yılında saldırmış olduğudur. 30 yıl sonra, aşağı Tuna ırmağı yakınlarında yaşayan ve Makedonya kralına paralı askerlik hizmeti veren Bastarnae mensupları bulunuyordu. Bastarnae halkı, Yunan dünyasında, yağmacı ve paralı asker olarak tanınmaya devam etti. Bu esnada Roma, Cermenler ile ilk karşılaşmasını yaşamak üzereydi.
Hareket halindeki halklar
Bazı antik yazarlara göre MÖ 120 yılı civarında Jutland’ın bazı parçalarında ve Kuzey Denizi’nde korkunç bir sel yaşandı. Eğer bu doğruysa, bir sürü insanın evleri ve hayvanlarının suya kapıldığını, tarlalarınınsa su altında kaldığını tahmin edebiliriz. Toprağın verimliliği denizin tuzlu suları nedeniyle zarar gördüğünden insanlar kendilerini besleyemez duruma düşmüş olabilirler. Sonuç olarak, sel veya başka sebeplerden dolayı, çok sayıda insan eşyalarını topladı, yeni bir hayat inşa etmek için yeni yerler arayışıyla güneye doğru hareket etti.
Romalı tarihçilere göre göçmenler üç ana kabileye aitti: Cimbri, Teutones ve Ambrones. Göçleri kolay değildi ve Avrupa’nın büyük bir parçasını yerinden etmeye yazgılıydı. Nereye gittilerse işgalci olarak görüldüler ve kimse onlara yerleşmeleri için toprak vermek istemedi. Tarım yaparak yaşayamadıklarından, yağmacılığa başladılar.
Birkaç yıl sonra, Keltik Boii kabilesinin yaşadığı Bohemya’ya (bugünkü Çek Cumhuriyeti’nin bir parçası) ulaştılar. Boii kabilesi tarafından geri püskürtüldüler ve batıya doğru yöneldiler. Bazı Boii mensupları ve Keltler onlara katılmış olabilir. Gerçekte bazı araştırmacılar yolculuklarının en başından itibaren önemli ölçüde Kelt öğenin de bu üç kabile içerisinde olduğunu düşünüyor. O dönemlerde Kelt ve Cermen kültürleri ve halkları arasında her zaman belirgin bir ayrım bulunmuyordu.
Göç eden kabilelere dair söylentiler Roma’ya ulaşmaya başladı. Romalı General Marius’un biyografisinde, Plutarch şöyle yazmıştır:
“İlk başlarda işgalci orduların gücü ve sayısı hakkında gelen bilgiler inanılmaz görünüyordu; sonrasında dedikoduların gerçeğin yanında küçük kaldığı ortaya çıktı. 300.000 silahlı savaşçı yürüyüş halindeydi ve eşlik eden kadın ve çocuk kalabalıkları çok daha büyük sayılardaydı. Hayatlarını idame ettirebilecek toprak arıyorlardı. Cesaret ve atılganlıklarına karşı konulamıyordu, savaşa öfkeli bir ateşin hızıyla giriyorlardı ve kimse karşılarında duramıyordu.”
MÖ 113 yılında, göçmenler Roma’yla güçlü bağlara sahip bir krallığa, Noricum’a (bugünkü Avusturya) saldırdılar. Noricum’u savunmak için gönderilen Roma ordusu yenilgiye uğratıldı. Cimbri ve müttefikleri batıya doğru, Roma’nın bir parçası olan “Gallia Transalpina” (bugünkü güney Fransa) bölgesine girdiler. Orada, MÖ 109, 107 ve 105’te üzerilerine gelen üç Roma ordusunu yenilgiye uğrattılar.
Sonrasında Cimbri kabilesi İspanya’ya yönelirken, Teutones ve Ambrones Galya’da kaldı. Galya’ya geri döndükten ve daha fazla yağmaladıktan sonra Cimbriler kuzeye ve doğuya doğru yöneldi. Planları Alp’lerin etrafından dolaşmak, dağdan aşağıya doğru hareket etmek ve kuzeydoğu İtalya’ya ulaşmaktı. Teutones ve Ambrones kabileleri de batıdan kıyı yoluyla İtalya’ya saldırmaya hazırlanıyordu.
Son savaşlar
Bu esnada, Roma’nın savunması işi ünlü ve tecrübeli komutan Marius’un ellerine bırakılmıştı. Marius MÖ 102 yılında Aquae Sextiae isimli bölgede Ambrones ve Teutones kabileleri ile karşılaştı. Burası, kabile insanlarının dinlenip, şölenler düzenlediği sıcak yazlarıyla ünlü bir bölgeydi. Ambrones kabilesi üyeleri silahlanmak için aniden ziyafet sofrasından kalkmak zorunda kaldı. Plutarch bize; “beraberce silahlarını birbirlerine vurarak ritim tutan ve birlik halinde “Ambrones, Ambrones” diye kabilelerinin isimlerini haykıran” 30.000 kişiden söz eder.
Romalılar yükseklerden gelerek onları bir ırmağa kadar geri çekilmeye zorladılar. Ambroneslerin büyük çoğunluğu suyun içerisinde veya kenarında öldürüldü. Geri kalanlar da geri çekildi ve Romalılar onları kamplarına kadar takip ettiler.
“Burada karşılarına çıkan; kılıç ve baltalarla kuşanmış, korkunç çığlıklar atan, hem kendilerine ihanet ederek kaçan kabilelerinin erkeklerine, hem de kovalayan Romalı düşmanlarına saldıran kadınlardı. Savaşa atıldılar, çıplak elleriyle Romalıların kalkanlarına sarıldılar veya kılıçlarını tutmaya çalıştılar, bedenleri yaralanmış olsa bile ruhları temiz olarak sonları gelene kadar dayandılar.”
Marius iki gün sonra, Teutones ve hayatta kalan Ambrones mensuplarıyla savaştı. Kuvvetleri becerikli bir manevra ile üstün geldi ve kesin bir zafer kazandı. 100.000’den fazla Teutones ve Ambrones öldürüldü veya yakalandı. Ancak hâlâ uğraşmaları gereken Cimbri kabilesi vardı. Alpler’den aşağı doğru gelen Cimbriler şöyle anlatılıyor:
“Kendilerine güvenle doluydular, düşmanlarını hor görüyorlardı, güç ve cesaretlerini yol boyunca çektiği zahmetlerle gösteriyorlardı. Kar fırtınaları arasından çırılçıplak geçiyorlar, dağların zirvelerine kar ve buz birikintileri arasından tırmanıyorlar ve kalkanlarını kızak yaparak yarıklardan ve yamaçlardan kayıyorlardı.”
Alplerin güneyinden çok da uzakta olmayan bir noktada, Marius’un yardımcı komutanı Catulus’un ordularını yendiler ve bir Roma kalesini ele geçirdiler. Sonrasında İtalya’nın içlerine doğru yöneldiler.
Marius ve lejyonları aceleyle Catulus’a yardım etmek için harekete geçti. MÖ 101 yılında bir yaz günü, iki Romalı general ve birleşik orduları Cimbri kabilesiyle kuzeybatı İtalya’da Vercellae kasabası yakınındaki bir ovada karşılaştı. Plutarch, Cimbrilerin içerisinde bulunduğu durumu şöyle tarif etmişti: “Güneş tamamen yüzlerinde parlıyordu ve sıcak yüzünden cesaretleri kırılmıştı; terle kaplıydılar, zorla nefes alıyorlardı ve sıcağı yüzlerinden kalkanlarıyla uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.” Diğer taraftan Romalılar, sadece sıcak havaya alışkın değildiler, son derece dayanıklı ve iyi eğitimliydiler de; “tek bir Romalıda bile zorla nefes alma ve terleme emaresi görünmüyordu”.
Marius ve Catulus savaşı kazandılar; “ön safları bütün bir çizgi halinde tutmak için kemerlerinden birbirlerine zincirlerle bağlı düşmanın büyük çoğunluğu ve en iyi savaşçıları parçalara bölünmüştü”. Cimbri kadınları kendilerini öldürdüler ve çocuklar ele geçirildi. Plutarch’a göre 120.000 Cimbri öldürüldü ve 60.000 kişi esir alındı. Çok az sayıda göçmen hayatta kaldı. Bunlar ya Romalı olmayan Galya’da kendilerine yaşayacak evler buldular ya da uzun yıllar önce ayrıldıkları kuzey topraklarına geri döndüler.
Barbarlara karşı Sezar
Romalıların, MÖ 390 yılında Keltler tarafından yağmalandıklarından bu yana barbar istilalarından ödü kopuyordu. Cimbriler ve müttefiklerinin göç hareketi bu eski korkuların tekrar uyanmasına neden olmuştu. Yeni bir barbar tehdidinin her an ortaya çıkabileceğini hisseden Romalıların bir gözü tedirginlikle kuzeydeki gelişmelerin üzerindeydi.
MÖ 70 ve 60’larda “Gallia Transalpina”da yaşayan iki Kelt kabile, Sequani ve Aedui arasında bir güç mücadelesi yaşanıyordu. Sequani Suebi’yle, Ren nehrinin ötesinden bir Cermen kabilesiyle ittifak kurdu. Ariovistus isimli bir liderin emrinde 15.000 Suebi savaşçı, Sequani’nin Aedui’yi yenmesine yardımcı oldu. Sonrasında Ariovistus ve adamları Galya’ya yerleşmeye karar verdiler. Sezar’ın kelimeleriyle, “Galya’lıların topraklarından, inceliklerinden ve bereketlerinden çok etkilendiler, gittikçe daha fazlası taşınmaya ikna oldu ve sonunda Galya’da sayıları 120.000’e kadar ulaştı”.
“Galya Savaşı Üstüne Yorumlar” isimli eserinde Sezar (kendisini üçüncü şahıs olarak yazarak) bu durumla ilgili düşüncelerini açıklamıştır:
“Sezar, Cermenlerin Ren Nehri’ni aşmaya alışmalarının ve büyük bir kısmının Galya’yı işgal etmesinin Roma halkı için tehlikeli olabileceğini düşünüyordu. Bu güvenilmez ve vahşi insanların Galya’nın tamamını işgal etmeleri durumunda Gallia Transalpina’yı ve daha sonrasında İtalya’yı işgal etmekten çekinmeyeceklerini tahmin ediyordu.”
MÖ 59 yılında Sezar Gallia Transalpina’nın yöneticisi oldu ve bu görevle buradaki lejyonların kumandasını elde etti. Daha sonra Cermen tehdidiyle ilgili ve kendisinin bununla başa çıkabileceğine dair Roma Senatosu’nu ikna etti. Nihayetinde, Ariovistus ve diğer Suebileri Romalı olmayan Galya’dan çıkarmak meselesini kendisine iş edindi.
Plutarch’ın Sezar biyografisinde Cermenler’in tepkisi şöyle anlatılır:
“Ariovistus Romalıların Cermenlere saldırabileceğini hiç aklına getirmiyordu. Sezar’ın cesareti onu şaşırtıyordu ve adamlarının kendilerine güvenlerinde eksiklik olduğunu seziyordu. Cermen ruhunun, hâlâ ırmak akıntılarından ve seslerinden ilham alan kutsal kadınlarının kehanetlerinden cesareti kırılabiliyordu. Bu kadınlar, yeni ay tekrar ortaya çıkana kadar savaşa girmemeleri uyarısını yapıyordu.”
Sezar’ın doğal olarak yeni ayın ortaya çıkmasını beklemek gibi bir niyeti yoktu; Suebi’ye hâlâ cesareti kırıkken saldırdı. Plutarch’ın söylediğine göre “Sonuç, Sezar’ın parlak bir zaferiydi. Düşmanı 40 mil boyunca, Ren’e kadar kovaladı ve ovada düşmanın ceset ve kalıntıları kaldı”. Ariovistus, birkaç takipçisiyle beraber Ren Nehri’ni geçmeyi başardı. Öldürülenlerin sayısı söylendiğine göre 80.000 kadardı.
Ren’i geçmek
Sezar’ın özgür Galya’da artık bir köprübaşı vardı ve Galya’yı fethetmeye hazırlanıyordu. Üç yıldan kısa bir sürede Galya’yı kontrolü altına almayı başardı. İsyanlar ve diğer problemler sebebiyle fetih MÖ 51 yılına kadar tamamlanamadı. Bu problemlerden birisi MÖ 55 yılında gerçekleşti. İki Cermen kabilesinin askerleri Roma’nın yeni eyaletinden toprak kazanmaya çalıştılar. Sezar ordusunu üzerilerine sürdü ve neredeyse tamamını öldürdü. Plutarch’a göre “Ren’in öte yakasına geçmeyi başaran az sayıda kişi Sugambri isimli Cermen kabilesine sığındılar”. Bu durum Sezar’a Germanya’yı işgal etmek için gerekçe sunuyordu ancak her durumda Sezar Ren’i bir orduyla geçen ilk kişi olacağı için endişe duyuyordu.”
Sezar askerlerini bir köprü yapmak için harekete geçirdi. Çünkü kendi sözleriyle, “Köprü yapmanın nehrin genişliği, derinliği ve akıntısı sebebiyle zorlukları olmakla beraber, botlarla geçmek ne Sezar’ın ne de Roma’nın itibarına yakışırdı”. Köprüyü inşa etmek on gün sürdü ve ordu nehri geçti. Sugambri’ye ait köyleri ve tarlaları yok etmek için 18 gün harcadılar ve Galya’ya geri döndüler. Sezar’ın orduları nehrin öbür tarafına geçtikten sonra köprüyü yok ettiler.
“Yorumlar” isimli eserinde Sezar, Ren’i, Galya ve Germanya arasında sabit bir sınır olarak tasvir etmiştir. Bu, Sezar’ın, sınırı Romalılar ve Galyalıları vahşi Cermenlerden korumak için sınırı güçlendirmek gerektiği iddiasını destekliyordu. Gerçekteyse Ren, Keltler ve Cermenleri birbirinden ayıran çizgi değildi. Aksine birbirleriyle iletişim kurma ve ticaret yapma yollarıydı. Halklar nesillerdir nehri geçip geri dönüyordu. Sınırın “Cermen” tarafında yaşayan Kelt, “Kelt” tarafında yaşayan Cermen kabileler bulunuyordu. Ancak Sezar’ın döneminden itibaren Romalılar, Ren’in doğusunda yaşayan bütün halkları, dil ve kültürlerinden bağımsız, Cermen olarak değerlendiriyorlardı.
Kehribar yolu
Sezar Ren’i geçen ilk komutandı belki ama Romalı tüccarlar bunu sürekli yapıyorlardı. Sezar’ın kendisinin de söylediği gibi, “Suebi, savaşlarda elde ettikleri ganimetleri satan tüccarlara ve alıcılara geçiş ve güvenlik sağlıyordu”. Gerçekte Yunan ve Romalılar Cermen dünyasıyla, muhtemelen Kelt simsarlar aracılığıyla, yüzyıllardır iş yapıyordu. Kuzeyin bir ürünü özellikle talep görüyordu: güzelliği, yakıldığında yayılan koku ve olduğu söylenilen tıbbi ve sihirli faydaları nedeniyle kehribar. Kehribarın kökeni üzerine birçok teori vardı; örneğin güneş ışınları tarafından üretildiği gibi. Ancak Tacitus’un zamanında fosilleşmiş ağaç reçinesi olduğu biliniyordu. İnsanların Baltık Denizi boyunca kehribarı nasıl topladıklarını şöyle anlatıyordu;: “sığ bölgelerinde ve sahillerinde toplarlar (…) onlar için bütünüyle gereksiz bir malzemedir, ham haliyle, şekilsiz parçalar halinde bize getirirler ve karşılığında aldıkları fiyat karşısında hayret ederler”. Roma ve Baltık Denizi arasında ticaret yapan tüccarlar, “Kehribar Yolu”nu kullanıyorlardı; Kuzey İtalya dağları arasından, Oder ve Vistula ırmakları boyunca geçen bir güzergahtı. Arkeologlar, antik tüccarların kullandıkları yolların izlerini kehribar ve Roma sikkeleri bulguları sayesinde sürebilmektedir. Özellikle bir bulgu, yapılan işin ne kadar büyük olduğunu gösteriyor: şu anki Polonya’da, bir grup ticaret yerleşiminde 3 ton ham kehribar bulunmuştur.
İMPARATORLUĞUN SINIRLARINI ZORLAMAK
Galya’nın fethinden sonraki on yıl içinde, Sezar öldürüldü ve Roma bir iç savaşa sürüklendi. İç savaş, Sezar’ın evlatlık oğlunun yalnız başına, Roma’nın ilk imparatoru olarak iktidar oluşuyla sona erdi. İmparator, Roma’nın işlerini yola koyduktan sonra, Galya’yı imparatorluk ile birleştirme işine dikkatini yoğunlaştırdı. Bu, Roma tarzı şehirlerin, yolların, vergi sisteminin inşa edilmesi ve bölgenin Cermen işgaline karşı güvenliğinin sağlanması anlamına geliyordu. Sezar’ın yazdığı gibi, Cermenler için “haydutluğun, kabilenin kendi sınırları dışında olduğunda, hiçbir utanç verici tarafı yoktu. Buna, genç adamları aktif ve uyanık tutan, bir savaş talimi olarak bakıyorlardı. Bir reis yağmaya çıkmaya karar verdiğinde gönüllü olanlar herkes tarafından takdir görüyordu.”
Zor komşular
Bir dönem, Augustus için Ren’i, Romalılar ile barbarlar arasında sınır olarak tutma ve iki yakası arasında iletişime izin verme politikası yeterliydi. En azından bir kabile, Ubii, Roma hayat tarzına heves duydu ve Galya’ya Roma’nın müttefiki olarak yerleşmek için izin istedi. Ubii kabilesi, sınırın diğer Cermenlere karşı korunmasında faydalı olabileceğinden, istekleri kabul edildi. Ren’in batı yakasındaki yerleşimleri kısa bir sürede “Cologne” şehrine evrildi (Latince “coloni”, savunma amacıyla kurulmuş şehir).
Ticaret Ren üzerinden devam etti; Germanya’da birçok Roma ürününe ihtiyaç vardı. Ancak MÖ 17 yılında bazı Romalı tüccarlar Sugambri, Usipetes ve Tencreti kabileleri tarafından, kendi alanlarına tecavüz edildiği gerekçesiyle öldürüldü. Ardından Galya’ya bazı yağma seferleri düzenlediler. Ayaklanma esnasında bir Roma askeri devriyesini pusuya düşürdüler. Bu karşılaşma, Marcus Lollius tarafından yönetilen bir lejyon ile aralarında tam ölçekli bir savaşa dönüştü. Sadece Romalıları yenmediler, Romalı gururunu temsil eden, lejyonun sembolünü -altın kartalı- da ele geçirdiler.
Bu aşağılanma, Germanya’nın işgali için Roma’ya bahane oldu. Ren boyunca bazı kaleler inşa edilmişti zaten, daha fazlalarının inşasına başlandı ve planlar yapıldı. MÖ 12 yılında, Augustus’un oğlu Drusus sefere çıktı. Bazı kuvvetler Ren boyunca seyrederek doğuya açılan bütün nehir ağızlarını keşfetmek için Kuzey Denizi’ne ulaştılar; daha önce hiçbir Romalının ulaşmadığı yerlere gittiler. Drusus, Germanya’ya girebileceği her yolu arıyordu.
Bir sonraki sene Drusus Ren’i aştı ve Sugambri bölgesinden geçerek Weser’e ulaştı. Antik tarihçi Cassius Dio şöyle açıklamıştır: “Sugambri, müttefiki olmayan tek komşu kabile Chatti nüfusunun tamamı tarafından saldırıya uğramıştı. Bu elverişli durum sayesinde Cassius Dio, Sugambri topraklarından fark edilmeden geçebildi.”
Her sene düzenlenen seferlerle, Drusus ve askerleri Germanya’nın daha iç bölgelerine girdiler. MÖ 9 yılında, Drusus’un attan düşerek öldüğü, Elbe nehrinin kıyılarına ulaştılar. Kumanda, oğlu Tiberius’a geçti. Tiberius lejyonlarıyla Ren ve Weser arasında sonraki iki yıl içinde savaş üstüne savaş yaptı. MÖ 6 ve MS 4 yılları arasında Tiberius emekli oldu, ancak yokluğu esnasında diğer generaller Cermen kabilelerine boyun eğdirmeye devam ettiler.
Bu yıllarla ilgili çok az şey bilinmektedir; ancak görünüşe göre Augustus Germanya’nın bir parçasının Roma vilayeti olmak için yeterince pasifize olduğuna inanmıştı. Roma’ya ait çok sayıda kale vardı ve sivil yerleşimler kurulmaya başlanıyordu (Ren Nehri’nin 60 mil kadar doğusunda, pazarlara ve kamusal alanlara sahip bir Roma şehri kalıntılarına 1997 yılında arkeologlar tarafından ulaşılmıştır). Cermen kabilelerinin davranış biçimleri de Romalıların yerleşmeye başladıklarını gösteriyordu; Roma ilerleyişine karşı durmak için kabileler gittikçe daha fazla bir araya geliyordu.
Örneğin Marcomanni, gerçekte Main Nehri boyunda, nehrin Ren Nehri’ne aktığı bölgeye yakın yaşayan bir kabileydi. Şefleri Maroboduus, imparatorun torunlarının yanında eğitim görmüş, çocukken ve genç bir adam olarak Roma’da yaşamıştı. Halkına Roma’ya dair ilk elden bilgilerle dönmüştü. Romalı askerler Marcomanni bölgesine geldiğinde Maroboduus neyin yaklaştığını biliyordu. Velleius Paterculus, Tiberius’un bir askeri, Maroboduus hakkında şunları yazmıştır:
“Soylu bir aileden gelen, bedenen güçlü ve aklen cesur, doğuştan barbar ama zekâ olarak değil, kendi vatandaşları arasında liderlik konumunu şansın ve iç karışıklıkların sonucu elde etmedi (…) bir imparatorluğu ve tam bir iktidarı kafasında tasavvur ederek, kabilesini Romalılardan uzaklaştırmaya ve göç etmeye karar verdi (…) halkını güçlü kılabileceği bir yere.”
Maroboduus Bohemya’ya yerleşti ve kabilelerden oluşan bir ittifak oluşturmaya başladı. MS 6’da Augustus’un endişelenmesini gerektirecek kadar güçlüydü. Roma’da 70.000 adamdan oluşan bir orduya sahip olduğu konuşuluyordu. Tiberius, ona bir sefer düzenlemenin kıyısındaydı ki, imparatorluğun Doğu Avrupa’daki iki bölgesinde isyan çıktı. İsyanları bastırmak zorunda olan Tiberius, Maroboduus ile acele bir barış anlaşması imzaladı. Anlaşmanın bir parçası olarak Maraboduus, Germanya’da bir isyan bile olsa, Roma iç işlerine karışmama sözü verdi.
“Germanya’nın bozguncusu”
“Germanya’nın bozguncusu”: Tacitus’un Germen lider Arminius’a taktığı isim buydu. Bu takma ismi hak etmeden önce Arminius, aslında Roma ordusunun bir üyesiydi. Bu ender görülen bir şey değildi. Galya’nın fethi esnasında Sezar, Cermen savaşçılarını ücretli asker ve yardımcı kuvvetler olarak kullanmaya başlamıştı, sonraki diğer generaller de bu uygulamaya devam etti. Genç savaşçılar Roma için savaşarak iyi para ve şöhret kazanabileceklerini fark etmişlerdi.
Romalılar ayrıca kendileriyle barış antlaşması imzalayan bir halktan genelde ordularına asker sağlamasını talep ediyordu. Arminius muhtemelen hizmet etmeye bu şekilde geldi. Kabilesi Cherusci MS 4’te Tiberius tarafından kontrol altına alındı ve Roma’nın müttefiki olmayı kabul etti. Her durumda Arminius, Cherusci kabilesinden bir grubu, Tiberius ordularının yardımcı kuvveti olarak kumanda etti. Sonuç olarak Roma vatandaşlığı ve “şövalyelik” olarak tabir edebileceğimiz bir unvan elde etti.
Asker-tarihçi Velleius Paterculus’a göre, Arminius ile Tiberius’un Doğu Avrupa seferinde karşılaşmış olması akla yatkın gözükmektedir. Velleius, Arminius’u; “doğuştan soylu bir genç adam, kavgada cesur ve aklen uyanık, sıradan bir barbarın çok ötesinde zekâya sahip, yüzünden ve gözlerinden aklındaki ateşi gösteren” olarak tarif etmiştir. Arminius, Roma dili Latinceyi bile akıcı konuşmayı öğrenmişti. Roma’nın kullanabileceği bir barbar olarak gözüküyordu.
İmparatorluğun gücünü artırmasında kullandığı bir yol, fethedilmiş veya ittifak kurulmuş lider ve halkları Roma’nın dostları olarak tanımaktı. Bu özel statü, para, lüks hediyeler ve övgülerle pekiştiriliyordu. Teoriye göre bu dost liderler, kısa sürede kendi halklarına kıyasla Romalılar ile daha çok ortak nokta hissedeceklerdi. Barışı devam ettirmek ve Roma hayat tarzını bölgelerinde tesis etmek bu liderlerin çıkarına olacaktı. Arminius MS 7 veya 8’de Germanya’ya döndüğünde, Roma’nın beklentilerini karşılayacak gibi görünüyordu.
Tatminsizliğin tohumları
Arminius’un eve döndüğündeki durumunu, Cassius Dio şöyle tarif etmiştir: “Romalılar Germanya’nın kimi bölgelerinde kendilerini var ediyorlardı, oralarda kışlıyor ve şehirler kuruyorlardı. Diğer taraftan barbarlar da Roma tarzını benimsemeye başlamışlardı: pazarlar kuruyor ve barışçıl toplantılar yapıyorlardı. Ancak atalarının adetlerini unutmamışlardı ve özgürlük duygularını kaybetmemişlerdi.” Arminius ayrıca değişimin hızını bazen para, bazen buyruklarla artırmaya çalışan yeni bir Romalı yöneticiyle karşılaşmıştı: Quinctilius Varus.
Varus’un yönettiği halka karşı tavrı çok kötüydü. Velleius’a göre “Cermenlerin sadece ses ve uzuvlarıyla insana benzediklerini düşünüyordu” -başka bir deyişle yarım insan. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Cermen liderler eski güçlerini, Cermen halkının çoğunluğu da yabancılar tarafından hükmedilmek yerine eski yaşam tarzlarını özlüyordu.
Varus Roma hukukunu bölgede uygulamaya özel bir ilgi gösterdi. Cermenler “bazı kurgulanmış davalar tertipleyerek, birbirlerini sahte çekişmelere kışkırtarak ve Romalılara bu anlaşmazlıkları hallettikleri için minnettarlıklarını sunarak” işbirliği yaparmış gibi göründüler. Yani Velleius’un anlattığına göre Cermenler isyana hazırlanırken bile Varus’un sahte bir güvenlik duygusu hissetmesine yol açtılar.
Arminius ve babası Segimer komplonun merkezindeydi. Varus’un yanında zaman geçirerek, beraber yenen yemeklerde, dostluklarına ve Roma’ya olan sadakatlerine onu ikna ettiler. Bu esnada Arminius saldırı için Cermen ordularını hazırlıyordu. Varus’u tanıması ve Romalı askeri yöntemlere aşinalığı sebebiyle mükemmel bir tuzak inşa etti.
Arminius’un zaferi
MS 9 yılında, yaz sonunda, her şey hazırdı. Varus, Weser Nehri kenarında Cherusci bölgesinde yargılamalar yaparak mevsimi geçirmişti. Kış için Ren Nehri’ne doğru dönerken, kuzeydeki ayaklanmaya dair haberler ulaştı. Bu bölge Romalılara ait bütün kalelere uzaktı. Yine de Varus, sadece üç lejyonla değil, kadınlar, çocuklar, hizmetçiler ve çok miktarda yük ve hayvan taşıyan arabaları da içeren bütün yürüyüş koluyla yolunu o tarafa çevirdi.
Varus içerisinden geçmekte olduğu alanın kendisine dost olduğunu zannediyordu. Dahası Arminius ve Segimer’i de takipçileri olarak kuvvetlerine katmıştı. Ancak Arminius ve Segimer önden giderek keşif yapacaklarını söyleyerek ayrıldılar. Kendi askerlerinin bekledikleri bölgeye geldiler ve en yakın Romalı müfrezeye saldırarak tamamını öldürdüler.
Daha sonra, ağaçlı ve zor bir araziden yol alan Varus ve ordunun ana gövdesine ulaştılar. Yol zaten zorluydu, fırtına, şiddetli rüzgâr ve yağan yağmur daha da kötüleştirdi. Cermenler her taraftan saldırdı. Dio hikâyeyi şöyle anlatır:
“Başlangıçta uzaktan mızraklarıyla vur-kaç taktiği uyguladılar, ancak daha sonra çok sayıda insanın yaralandığını ve ciddi bir karşı saldırı gelmediğini görünce daha yakından baskı yapmaya başladılar. Yürüyüş kolu askerler, araçlar, siviller ile kargaşaya sürüklendi ve savunma düzeni almak imkânsızlaştı (…)İkinci gün durum biraz düzeldi. Romalılar, kayıplara rağmen açık arazilere doğru ilerleyebildiler. Ancak üçüncü gün yürüyüş kolu tekrar ormana girdi ve büyük can kayıpları vermeye başladı. Süvarilerin ağaçların arasında yayılması için veya piyade ve süvarileri birlik içerisinde kullanmak için yeterince alan yoktu.”
Dördüncü gün daha şiddetli rüzgâr ve yağmur getirdi. Romalılara göre “ayakta durmak bile zordu. Islanmış kirişleri, kaygan mızrakları ve sırılsıklam kalkanları etkin kullanamıyorlardı, Cermenler ise daha hafif silahlandıklarından işleri daha kolaydı”. Romalılar zayıfladıkça daha fazla sayıda Cermen saldırıya katıldı.
Yenilgisi kesinleşince, Varus intihar etti, Cermen savaşçılar cesedini buldular. Arminius, kafasını Bohemya’daki Maroboduus’a, Romalıları yenmenin de mümkün olabileceğini göstermek için gönderdi. Maroboduus Arminius’un savaşına katılmayı reddetti ve kafayı onurlu bir cenaze yapabilmesi için Augustus’a gönderdi. Ancak imparator, şüphesiz Arminius’un göndermek istediği mesajı almıştı.
4 günlük çatışma “Teutoberg Ormanı Savaşı” olarak bilinir. Romalılar ise savaşı “Varus Felaketi” olarak adlandırdı ve o kadar çok sayıda Romalının ölüm yoluna sokulmasından ötürü Varus’u suçladılar. Üç Roma lejyonu tamamen yok edilmişti.
Augustus’un hayıflanmak için kaybedilen üç lejyondan daha fazla nedeni vardı. Teutoberg Ormanı Savaşı’ndan sonra Arminius ve kuvvetleri Ren Nehri’nin doğusundaki neredeyse bütün Roma kalelerini ve yerleşimlerini yok etti. Roma, Germanya vilayetini kaybetti.
Roma’nın intikamı
Varus Felaketi’nin ardından Augustus impartorluğun sınırlarını genişletme umudunu kaybetti. MS 14 yılında öldü, halefi Tiberius’a, Ren ve Tuna Nehirleri arasındaki “imparatorluğun mevcut sınırlarında kalması gerektiğini” tavsiye etti. Ne var ki, yeni bir Cermen seferi yoldaydı. Lideri ise Tiberius’un kuzeni ve Roma ordularını MÖ 12-9 arasında yöneten Drusus’un oğlu Germanicus’tu.
Germanicus coşkuluydu, muhtemelen eski Roma vilayetini tekrar ayağa kaldırabileceğini düşünüyordu. Bunu yapamasa da Roma, barbarlara yeniden saldırmanın verdiği tatmini yaşayacaktı. İlk iki yıl, Arminius’la ittifak kurmuş kabilelerin peşinden gitti, bir tanesini imha etti. Ancak en çok cezalandırmak istediği Arminius’un kabilesi Cherusci’ydi.
Germanicus muhtemelen Cherusci içerisinde önemli bölünmeler olduğunun farkındaydı. İki ana grup, Arminius ile Tacitus’un aktardığına göre “aramızda ayrı ayrı hem sadakati hem de hainliği ile ün yapmış” Segestes tarafından yönetiliyordu. Segestes Varus’u, Arminius’un kurduğu komplo hakkında uyarmaya bile çalışmıştı. Sözleri dinlenmemiş olmakla beraber hâlâ sadık bir pro-Romalı olarak kalmıştı. Tacitus’a göre durumunu şöyle tarif ediyordu: “Romalılar ve Cermenlerin aynı çıkarlara sahip olduğuna ve barışın savaştan daha iyi olduğuna inanıyorum”. Segestes ayrıca başkasına vermek için söz verdiği kızı Thusnelda’yı kaçıran Arminius’tan nefret ediyordu.
MS 15 yılında Germanicus, Arminius’un grubu tarafından saldırı altında olan Segestes’ten yardım dileyen bir mesaj aldı. Germanicus Segestes’i kurtardı ve çarpışma esnasında “babasından çok kocasının ruhuna sahip” Thusnelda’yı ele geçirdi. Segestes onu kampında zor kullanarak tuttuğunu kabul ediyordu, ancak “o hiçbir talepte bulunmuyor, teslim gözyaşları dökmüyor, elleri elbisesinin içinde kenetli gebe vücuduna bakıyordu”.
Tacitus’a göre Arminius karısının ele geçirilmesinden ve oğlunun önceden köleliğe mahkûm edilmesinden dolayı cinnete kapılmıştı. “Soylu babası, kudretli general ve cesur ordusu, bütün bu gücüyle aciz bir kadını kaçırdı (…) Hainlik yaparak değil, hamile kadınlara karşı değil, silahlı adamlara karşı savaşı sürdüreceğim” diyordu. Gerçekte, görünüşe göre Thusnelda’nın kaçırılmasının uyandırdığı öfke, Cherusci ve diğer komşu kabileleri Arminius’un arkasında, onun davası uğruna birleştirmişti.
Cermenler Germanicus’un bazı kuvvetlerini pusuya düşürdü ancak üç günlük sert savaşın ardından Romalılar güvenli bölgeye geçmeyi başardılar. Bir sonraki sene Romalılar tekrar Arminius ve müttefikleriyle yüzleştiler. Arminius savaş esnasında yaralansa da, hayatta kalıp kaçmayı başardı. Çok sayıda Cermen savaşçı öldürüldü ve Germanicus zaferini ilan etti. Tiberius Germanya’da yeterince başarı elde edildiğini düşünerek kuzenini Roma’ya çağırdı. Bir sonraki sene imparator, Germanicus’a, Thusnelda ve oğlunun esir olarak teşhir edildiği bir zafer töreni hediye etti. Hayatlarının geri kalanını İtalya’da, Arminius’u bir daha göremeden yaşadılar.
Son direnişler
Arminius kısa zaman sonra bu sefer Maroboduus ile savaşa girdi. Her ikisi de artık güçlü kabile konfederasyonlarına hükmediyordu. Tacitus “iki milletin de güçleri ve liderlerinin yiğitlikleri eşitti. Ancak ‘kral’ unvanı bazı kendi vatandaşları arasında nefret uyandırırken Arminius ‘özgürlüğün savunucusu’ olarak değerlendiriliyordu” diye yazmıştır. Sonucunda Maroboduus krallığının Langobardi kabilesi gibi bazı üyeleri Arminius’un tarafına geçti. Tacitus, “Cherusci ve Langobardi kadim ve tekrar yeniden kazanılmış özgürlük için, diğer tarafsa kendi hâkimiyetlerini artırmak için savaşıyordu” diye yazmıştır. Ancak ilk çarpışmanın ardından Maroboduus geri adım attı ve birçok müttefiki tarafından terk edildi. Nihayetinde İtalya’ya kaçtı.
Şimdi rakipsiz kalan Arminius konfederasyonunu genişletmeye ve kendi krallığını kurmaya çalışmış gibi gözükmektedir. Bunun birçok nedeni olabilir, güç arzusu veya gelecekteki olası Roma işgallerine karşı durabilmek için kabileleri birleştirme isteği gibi. Ancak geleneksel olarak, Cermen halkları sadece savaş dönemlerinde tek mutlak hükümdara sahip olmuşlar, barış dönemlerinde kabile konseyleri tarafından yönetilmeyi tercih etmişlerdir. Arminius’un ihtirası yurttaşlarının özgür ruhları için çok fazlaydı ve kendi kandaşlarının ihanetiyle öldürüldü.
İkinci yüzyıl başlarında Yıllıklar isimli eserinde Tacitus, Arminius’un öyküsünü takdirle bitirir: “O, açıklıkla Germanya’nın kurtarıcısıydı. Roma’ya meydan okuyandı -kendinden önceki krallar ve kumandanlar gibi çocukluğunda değil, gücünün doruklarında- zor savaşlara girdi ve hiçbir zaman kaybetmedi”. 37 yıllık ömrünün 20 yılında hükmetti. Bugün bile kabileler ona dair şarkılar söyler”.
Kurbanlar ve bataklıktaki cesetler
MS 15 yılındaki seferi sırasında Germanicus “Varus Felaketi”nin gerçekleştiği bölgeye ziyarette bulundu. Kaçanlardan bazılarının rehberliğinde, ölülerden geriye kalanlar için münasip defin ve cenaze ritüelleri uyguladı. Aynı zamanda kurtulanlardan, Romalı mahkûmların Cermen savaş tanrısına kurban edilmesi dâhil, korkunç bazı öyküler dinledi.
İnsan kurban etme Cermen dininin bir parçasıydı, Romalılar dâhil birçok antik halkta olduğu gibi. Germanya’da muhtemelen kurban ritüelinin en yaygın biçimi, adanan nesnelerin bataklık ve sulara fırlatılması şeklinde gerçekleşiyordu. Danimarka ve Kuzey Almanya’da bataklıklarda, mücevherler, Roma silahları, botlar ve atlı arabalar dahil bulunan çok sayıda nesne bu durumu göstermektedir. İnsan kurban etme âdetiyse önemli dini günler, savaş ve kıtlık gibi durumlara bırakılmıştı.
Kurban edilmiş insanlar da adak silahlar ve mücevherler gibi bataklıklara atılıyordu. Çoğunlukla öncelikle öldürülüyorlardı; muhtemelen, en azından bazıları kendilerini isteyerek sunuyorlardı. İyi korunmuş bataklık adamlarından birisi, “Tollund adamı” olarak bilinen, yüzündeki derin huzur görüntüsüyle bilinmektedir. Ölmeden önce hububat ve tohumlardan oluşan bir öğün yemişti. Bilim insanları aynı mide içerikleriyle başka bedenler de buldular, muhtemelen bu son öğün kurban edilmeden önce kurbana verilen son öğünle ilgili dinsel bir seremoninin bir parçasıydı. Bulunan yüzlerce beden arasında hangilerinin kendi rızasıyla kurban olduğu, hangilerinin olmadığı bilinmemektedir, çünkü bataklıklara atılmak bazı suçlara verilen cezalardandı da. Ancak Cermen bakış açısına göre bu ölümler de kabilenin iyiliği için verilen kurbanlardı.
İLK YÜZYIL
Tiberius, Germanicus’u MS 16’da geri çağırdığında Ren’den Elbe’ye kadar toprakların elde tutulamayacağını az veya çok kabul etmişti. Son fetihlerle imparatorluk başka imparatorluk ve krallıkları, mevcut şehirleri, paraya, vergi sistemine, bazı yollara ve diğer medeniyet özelliklerine sahip yerleri ele geçirmişti. Genellikle fethedilmiş toprakların halkları, bir hükümdarın diğeriyle değişiminden dolayı sıradan hayatlarında çok az şeyin değiştiğini düşünüyordu.
Ancak çoğu Cermen, daha önce gördüğümüz gibi krallara karşı farklı bir bakış açısına sahipti. Cermenler ayrıca şehirlerde yaşamayı da sevmiyor, şehirleri “ağlarla çevrilmiş mezarlar” olarak tabir ediyorlardı. Roma’yla ilişkiye girmeden önce parayla da ilişkileri yoktu. Roma, Germanya’ya hükmetmek için en başından başlamalıydı ve antik dünyanın iletişim imkânları ve teknolojideki sınırlılıklar sebebiyle güçlü imparatorluk için bile bu çok zordu. Ancak bu, Roma’nın Germanya’yla işinin tamamen bittiği anlamına gelmiyordu.
Kuzey Denizi isyanları
MÖ 13 yılına kadar Doğu Galya’dan Ren’e kadar büyük bir bölge birkaç lejyonun yerleştiği askeri bir bölge haline gelmişti. Bu sınır bölgesinin kuzey bölümü aşağı Germanya, güney bölgesi ise yukarı Germanya olarak biliniyordu. Aşağı Germanya’nın bir parçası Kuzey Denizi kıyılarında, Ren’in doğusunda yer alıyordu.
Askeri bölgede sadece askerler değil siviller de yaşıyordu. Bazıları İtalya’dan ya da diğer vilayetlerden gelmişti. Diğerleri Galya ya da Germanya’nın yerlileriydiler. Ren’in batı yakasında yaşayan Cermen kabileleri imparatorluk ile entegre olmuştu. Roma kuvvetleri nehrin doğu yakasında devriye geziyorlardı, görünüşe göre bazı bölgeleri ekin ve sürülerini yetiştirmek için ayırmışlardı. Ren yakınında yaşayan Cermenler, diğer taraftan, Romalılarla yoğun bir iletişime sahipti.
Çoğu etkileşimler barışçıl ve kârlıydı. Tacitus, “bizim vilayetlerden düşman toprağına karşı tüccarlar ticaret özgürlüğü adına ve sonrasında servet elde etmek için ilgi duydular” şeklinde yazmaktadır. Gene de, Tacitus’un söylediğine göre Germanya kabileleri hâlâ düşman olarak algılanıyordu. Roma’yla anlaşması bulunan kabilelerle bile barışın kalıcı olması umudu pek yoktu.
Çok fazla vergi
Frisii, Ren’in hemen doğusunda Kuzey Denizi çevresinde yaşayan bir kabileydi. MÖ 12’deki sefer esnasında Drusus tarafından boyun eğdirilmiş ve Roma’nın müttefikleri olarak kabul edildikleri bir anlaşma imzalamışlardı. Karşılığında belirli sayıda hayvan derisinden oluşan yıllık bir vergi ödemeyi kabul etmişlerdi. Bu deriler ordu tarafından çadır ve diğer bazı şeylerin yapımında kullanılıyordu.
20 yıldan fazla, Frisii vergisini sorunsuz bir şekilde ödedi. Tacitus, “kimse ciddiyetle derilerin boyut ve kalınlıklarını incelemedi” diye yazmaktadır. Ancak sonra bir askeri idareci, derilerin yabani sığırlarınki kadar büyük ve kalın olması gibi bazı standartlar getirmek istedi. Belki de Frisii’nin Sezar’ın tarif ettiğine benzer hayvanlar getirebileceğini düşünüyordu;
“Bunlar, fil boyutundan biraz küçüktü ve görünüş, renk ve şekil olarak boğayı andırıyorlardı. Güç ve hızları inanılmazdı (…) Cermenler büyük acılar çektirerek bunları öldürüyordu. Genç adamlar kendilerini bu talim ile güçlendiriyorlardı ve en fazla sayıda öldüren büyük övgüye mazhar oluyordu.”
Sezar’ın bahsettiği “auroch”lardı, şimdi soyu tükenmiş bir çeşit vahşi sığır, ancak hiçbir zaman boyutları bir filinkine yakın değildi. Modern sığırlardan çok daha büyük oldukları gibi antik Germanya’da yetiştirilen sığırlardan da çok daha büyüklerdi. Tacitus’un söylediğine göre yeni vergi “herhangi bir ulus için zor olurdu ve kendi yetiştirdikleri sığırlar yeterli boyutta olmayan Cermenler için de katlanılmazdı”.
Frisii kabilesi vergisini ödeyemediğinde idareci, sürülerine ve topraklarına el koydu. Sonrasında, Frisii kadın ve çocuklarını köle olarak satmak üzere ele geçirdi. Frisii kabilesi karşı çıktı ama kimse salınmadı. MS 28’de, vergiyi almaya gelen askerleri ele geçirip asarak isyan ettiler. İdareci deniz kenarındaki bir kaleye kaçtı ama kabile kaleyi kuşattı. Ardından başlayan çatışmada 1300’den fazla Romalı asker öldürüldü.
Tacitus sonucu açıklar: “Frisii adı Germanya’da ün saldı ve Tiberius kayıplarımızı sır olarak sakladı… Senato da imparatorluğun bu kadar uzak sınırlarında gerçekleşen aşağılanmayı önemsemedi.” Roma artık aşağı Germanya’nın her noktasını elinde tutmaya uğraşmıyordu.
Huzursuz kabileler
MS 58’de Frisii ile tekrar sorun çıktı. Tacitus şöyle anlatıyor: “Gençlerini ormanlara ve bataklıklara, savaşamayan nüfuslarını ırmak kenarına taşıdılar (…) Kralları Verritus ve Malorix’in emrinde işgal edilmemiş ama bizim askerlerimiz için ayrılmış topraklara yerleştiler” Romalı idareci, kabileyi, bu bölgeyi terk etmezse saldıracağı yönünde tehdit etti. Ancak Verritus ve Malorix teslim olmadı. İdareci onları Roma’ya, imparator Nero’ya gönderdi. İki Cermen şehri gezdikten ve tiyatroyu ziyaret ettikten sonra Nero’yla buluştular. Nero onlara Roma vatandaşlığı sunarken, hiçbir uyarı yapmadan atlılarını kabileyi hak iddia ettiği bölgeden atmak üzere üzerilerine gönderdi.
Göründüğü kadarıyla bu dönem Germanya’da kabilelerin birbirleriyle savaşa tutuştuğu kaotik bir zamandı. Tacitus’un aktardığı özellikle trajik bir öykü Ampsivarii kabilesine ilişkindir. Başka bir kabile tarafından topraklarından sürüldükten sonra, Romalıların Frisii kabilesinden geri aldığı alan için hak iddiasında bulundular. Ampsivarii liderlerinden birisi, Boiocalus, aşağı Germanya yöneticisiyle buluştu ve toprakların halkına verilmesi için etkileyici bir söylev verdi.
Hükümet yöneticisinin verdiği cevap “halk, tanrıların kendilerinden ne alınıp ne verileceğine dair karar verme yetkisini verdiği Romalılara, kendisinden üstün olanlara, boyun eğmelidir” şeklindeydi. Özelde yönetici Boiocalus’a, Arminius’a karşı savaşta Roma’ya yardım etmesi durumunda toprakları verebileceğini söyledi. Ancak Boiocalus “yaşamak için topraktan yoksun olabiliriz ama ölmek için değil” diyerek teklifi geri çevirdi. Amprisivarii kabilesi hiçbir zaman kendisine yaşayacak bir yer bulamadı. “Aç biilaç başıboş dolaştıktan sonra (…) bütün gençleri yabancı topraklarda katledildi, savaşamayanlar ise ganimet olarak paylaşıldı” – başka bir deyişle köleleştirildi.
Küstürülmüş yardımcı askerler
Şimdiki Hollanda’da yaşayan Batavian kabilesi, Augustus döneminden itibaren Roma’nın müttefikiydi. Vergi ödemiyorlardı ancak bunun yerine imparatorluğa yardımcı kuvvetler olarak hizmet ettiler, bazıları hükümdarın kişisel korumalığını bile yaptı. Ancak MS 68 yılında Nero intihar etti. Halefi, Batavian kabilesinden korumaları görevlerinden azleden Galba adında bir generaldi. Bu davranış bütün kabileyi gücendirdi. Kabile, aşağı Germanya lejyonları kumandanı Vitellius bütün Batavian erkeklerinin orduya katılmasını emrettiğinde daha çok öfkelendi.
Batavian kabilesinden bir soylu ve eski yardımcı kuvvetler subayı Civilis, Romalılara karşı başkaldırmanın zamanının geldiğine karar verdi. “Halkın liderlerini ve aşağı sınıfların cesur ruhlarını” kutsal koruluğa davet etti ve hepsi davasına katıldığına dair yemin etti. Frisii’nin de içinde bulunduğu komşu kabileler de kısa sürede isyana katıldılar. Roma ordusu ve donanmasında hizmet eden diğer Cermenler de orduyu terk ettiler ve Civilis’in arkasından gittiler.
Batavian isyanı bir yıldan fazla sürdü. Tacitus çatışmayı, yaşadığı çalkantılı dönemdeki gelişmelere dair parlak izlenimlerini aktardığı Tarih isimli eserinde anlatmıştır. Civilis Ren Nehri’ni bloke ederek kampın yakınlarına taşmasına sebep oldu, çünkü “Romalı askerler ağır silahlarla yüklüydü ve yüzmekten korkuyorlardı, nehirlere alışık olan Cermenler ise silahlarının hafif olmasının faydasını görüyordu”. Romalılar Civilis’in kampına saldırdığında “Romalılar derin bataklıkların çamuruyla bulanmış silahlarını ve atlarını gördüklerinde paniğe kapıldılar. Cermenlerse iyi bildikleri arazide rahat hareket ediyorlardı”.
Civilis’in isyanına Ren nehrinin kenarında yaşayan çoğu kabile katıldı. Bazı Roma kaleleri yakıldı ve lejyonlar kafa karışıklığına itildi. Cermenler başarılarını Civilis’in Romalı taktiklerine dair bilgisine ve Romanın bir kaos içerisinde olmasına borçluydular. 69 yılında Galba suikaste uğradı, halefi intihar etti ve sonra Vitellius ve Vespasian adındaki generallerin her biri kendi kumanda ettikleri lejyonlar tarafından imparator olarak tanındı.
Çatışmayı Vespasian kazandı ve 20 Aralık 69 yılında resmi imparator olarak tanındı. Bir sonraki ilkbaharda Civilis’in üzerine kuvvetler gönderdi. Bazı çatışmaların ardından Romalı kumandan, muhtemelen Civilis çatışmanın bir döneminde Vespasian adına Vitellius’a karşı savaşmayı teklif ettiği için, müzakere yapmayı önerdi. Tacitus’a göre Batavi’lerin çoğunluğu savaştan yorgun düşmüştü “Artık daha fazla yok oluşumuzu geciktiremeyiz… Lejyonları ateş ve kılıçlarla yok etmek ne kazandırdı, daha fazla ve daha güçlü lejyonların gelmesinden başka?” diyorlardı. Civilis’in barış teklifini, halkı için barış ve kendisi için de özür olarak kabul ettiği akla yatkın gözükmektedir. Ancak ona ne olduğunu kesin olarak belki hiçbir zaman bilemeyeceğiz, çünkü Tacitus’un Tarih’inin geri kalanı kaybolmuştur.
Erken Cermen dini
Hâlihazırda erken dönem Cermen diniyle ilgili olarak, kâhin kadınlar veya kurban törenleri gibi kimi şeylerle karşılaşmış bulunuyoruz. Peki, Germanya tanrıları kimlerdi? Tacitus, Cermenlerin ilahlarının binalara hapsedilmek veya insan formunda resmedilmek için çok yüce olduğuna inandıklarını, bu yüzden orman ve koruluklarda ibadet ettiklerini, “görünmeyen ve gizemli ruhlara ilahi isimler verdiklerini” yazmıştır. Bu ruhlar arasında, söylediğine göre, Mısır tanrıçası Isis, Romalı zekâ, güç ve savaş tanrıları Merkür, Herkül ve Mars da bulunuyordu. Modern araştırmacılar Tacitus’un sonradan Viking mitolojisindeki Odin, Thor ve Tyr’a dönüşen Wodan, Donar ve Tiwaz’dan söz ettiğini düşünmektedirler. Tacitus’un bahsettiği tanrıça, İsis gibi gemiler ve denizle ilişkilendirilen, bereket ilahı Nehallennia olabilir.
Germanya’nın çok ünlü bir bölümünde Tacitus, “dünyanın annesi” olduğunu zannettiği Nerthus adında bir tanrıçadan söz etmiştir. Güneybatı Baltık denizi kabileleri tarafından saygı görmekteydi ve kutsal bir korulukta yaşadığına inanılıyordu. Kumaşla kaplı bir araba her zaman orada bekletiliyordu. Yılın bazı dönemlerinde Nerthus’un rahibi, tanrıçanın varlığının arabanın içerisinde olduğunu hissediyor ve bir çift sığırla sürerek halkın arasında dolaştırıyordu. “Takip eden günlerde ziyaret etmeye tenezzül ettiği her yerde eğlence ve mutluluk yaşanıyordu (…) Kimse savaşmıyordu, kimse silah kuşanmıyordu, demirden bütün nesneler kilit altına alınıyordu. Sonra, barış ve sükûnet, tanrıça rahip tarafından kutsal mekânına geri götürülene kadar yaşanıyor ve selamlanıyordu.”
Küçük Altın Kitap
Tacitus’un yüzyıllardır kayıp olan diğer bir kitabı 1451’de tekrar bulundu. Germanya adındaki kitabı araştırmacılar öyle değerli bulmaktadırlar ki “küçük altın kitap” (libellus aureus) ismini takmışlardır. Herhangi başka bir antik yazarın Yunanlılar ve Romalılar dışındaki Avrupa halklarına dair tamamlanmış bir araştırması bilinmemektedir. Germanya’yı MS 98’de yazan Tacitus’un kendisi muhtemelen hiçbir zaman kuzeyde bulunmamıştı. Ancak ilk elden bilgileri alabileceği kişilere, seyahat etmiş, ticaret yapmış veya savaşmış insanlara ulaşma şansı vardı. Bütün bu kaynaklar bugün yok olmuştur, bu yüzden Tacitus’un verdiği bilgilere sahip olduğumuz için şanslıyız.
Ancak onun seçkin Romalılar için yazmış olduğunu aklımızda tutmalıyız. Bu onun, kavramları okuyucusunun anlayabileceği bir şekilde düzene koyduğu ve elbette okuyucularının birçok önyargısını da taşıdığı anlamına gelir. Bazen Cermenler ile ilgili basmakalıp tanımlamalar kullanmıştır, örneğin: “Tamamının ateşli mavi gözler, kızıl saç, geniş, kısa süreli güç harcamak için uygun bedenleri vardır. Uzun süreli emek gerektiren işlere uygun değildirler.” Ancak Tacitus akranlarının çoğunluğunun fazla bilmiş olduğunu düşünür. Kendi toplumunda gördüğü bencillik ve yozlaşmaya dikkat çekmek için Cermenleri bazen “asil vahşiler” olarak tasvir etmiştir.
Germanya Cermen toplumunu birçok yönüyle tarif etmektedir. Tacitus doğal olarak askeri konularla ilgilenmiştir, örneğin Cermenlerin seyrek olarak kılıç kullandıklarını, yerine hem fırlatarak hem de sokarak kullanabilecekleri mızrak taşıdıklarını yazmıştır. Az sayıda savaşçının kask ve zırhları vardı; savunma için renkli boyanmış kalkanlarını kullanıyorlardı. Cermenler savaşa girdiğinde özel bir şarkı veya naraları vardı; “cesaretin çığlığı olduğundan, fazla bütünlük gösteren bir ezgi değildi. Esasen sert ve karışık bir kükremeydi, kalkanlarını ağızlarına koyduklarından daha yoğun ve daha derin bir sese dönüşüyordu”.
Bölük ve taburlar birbiriyle akraba insanlardan oluşuyordu ve Tacitus’a göre bu onlara fazladan cesaret aşılıyordu. Dahası çocuk ve kadınları da savaş sırasında yanlarında oluyordu. “Onlar her bir erkek için, cesaretlerinin en yakın şahitleriydiler, onların en cömert alkışlayıcılarıydılar. Saygı görmeme korkusuyla yaralarını, cesaret ve yemek dağıtıcısı annelerine ve eşlerine gösterirlerdi”. Eğer bir savaşçı düşman karşısında gevşiyorsa, kadınlar görevlerini hatırlatıyor ve daha güçlü savaşmaları için onları uyarıyordu.
Aile reisi erkek olmakla beraber kadınlara da çok saygı duyuluyordu. Genellikle sadece yaşanılan hanenin değil çiftliğin tamamının yöneticisiydiler. Ayrıca kadınların geleceği görmeye dair özel bir yetenek ve kutsiyete sahip olduklarına inanılıyor, tavsiye ve görüşleri çok ciddiye alınıyordu.
Bazı kadınlarsa daha büyük mertebelerde saygı görüyordu. Örneğin Germanya ve Tarih’te Tacitus yüksek bir kulede yaşayan “Veleda” isminde bir kadından söz etmiştir. Genellikle “tanrıça” olarak değerlendirilmiş, kabileler arası tartışmalarda arabuluculuk yapmış, Civilis’in Batavian Savaşı’ndaki başarılarına dair kehanetlerde bulunmuştur.
Yüksek sınıf Romalı kadınlardan farklı olarak, Cermen kadınlar kendi çocuklarının bakımını kendileri yapmıştır. Çocuklar, Tacitus’un dediğine göre, “bizim hayran olacağımız, dayanıklı vücut ve organlarla” büyüyorlardı. Bir çocuk belirli bir yaşa geldiğinde, babası, başka bir erkek akrabası veya liderlerden birisi, tören ile çocuğa mızrak ve kalkan hediye ediyordu. Silahlarını kabul ettikten sonra genç erkekler çoğunlukla bir liderin maiyetine giriyorlardı. Tacitus şöyle açıklıyor:
“Bir liderin tebaası olarak gözükmek utanç verici değildi (…)Takipçiler liderlerinin en güçlü adamı olmak, liderler ise en fazla sayıda ve en cesur savaşçılara sahip olmak istiyordu. Savaşa girdiklerinde yiğitlikte liderin takipçilerinin altında kalması, takipçilerin liderin gösterdiği yiğitliği gösterememesi ayıplanıyordu. Onu savunmak, onu korumak, birinin kendi cesaretini onun şöhreti uğruna harcaması, sadakatin yüksekliğini gösteriyordu. Lider zafer için savaşıyordu, vasalları liderleri için.”
Lider, takipçilerinin hizmetlerinin karşılığını savaş ve yağmadan elde edilen gelirler ile şölenler düzenleyerek, atlar ve silahlar hediye ederek ödüyordu. Savaşmadıklarında zamanlarını (Tacitus’a göre) uyuyarak, avlanarak, şölen yaparak, kumar oynayarak ve eğlenceler düzenleyerek geçiriyorlardı. Örneğin, “Her toplaşmada gözlenebilen bir şey vardı. Genç erkekler kılıç ve mızraklar arasında, ölüm tehdidi altında dans ediyorlardı. Tecrübe onlara beceri veriyordu, beceriyse zarafet; kâr veya kazanç söz konusu değildi, geçirdikleri zaman ne kadar tehlikeli olsa da bunun tek kazancı izleyicilerin memnuniyetiydi.”
Barış döneminin zevkleri olduğu gibi görevleri de vardı. Her yeni ayda veya dolunayda, liderler konseyi toplulukla ilgili meseleleri tartışmak üzere bir araya geliyordu. Önemli kararlarınsa kabilenin tamamı tarafından onaylanması gerekiyordu. Herkes bir araya geldiğinde rahip sessizlik çağrısı yapıyordu. Sonrasında liderler, yaşlarına, rütbelerine ve şöhretlerine göre sırayla söz alıyordu. Halk duyduklarından memnun olmadığında kendi arasında homurdanıyordu. Bir şeyi onayladıklarında erkekler kalkanlarını sallıyor ve daha güçlü sesler çıkarıyorlardı. Tacitus bir liderin “yönetmek için güce sahip olmasından daha çok ikna etmek konusundaki becerisinden dolayı” sözünün dinlendiğini yazmıştır. Savaşta bile “liderler emretmekten daha çok örnek olmak yönünde tavır sergiliyorlardı. Eğer enerjiklerse, eğer dikkat çekiyorlarsa, eğer önlerde savaşıyorlarsa, hayran olunup örnek alınıyorlardı”.
Germanya küçük, ancak özetlemesi zor, ilginç konularla dolu bir kitaptır. Şu ana kadar göz attığımız konular arasında, Tacitus misafirperverliğin önemini, kan davalarının ortaya çıkışını, suçlara karşı uygulanan cezaları anlatmıştır. Cermenlerin bira ürettiğini, evlerini renkli balçıkla dekore ettiklerini ve neredeyse her gün sıcak banyo yaptıklarını yazmıştır. Kadınların el işlemeli keten giysilerinden ve Suebian erkeklerinin saçlarını kafalarının üstünde veya kenarlarında bağladıklarından söz etmiştir. Hatta İskandinavya Suionelerinin “gemilerde daha güçlü” (muhtemelen Vikinglerin atalarıydılar) olduğu hakkında veya sadece kadınlar tarafından yönetilen bir komşu kabile hakkında bile bilgiye sahipti. Ancak Suionelerin ötesinde neredeyse hareketsiz bir deniz uzanıyordu ve “dünya sadece oraya kadar uzanıyordu”.
SINIR VE ÖTESİ
Birinci yüzyılın sonuna doğru, aşağı ve yukarı Germanya bölgeleri askeri bölgeden Roma vilayetine dönüştü. Dahası, imparator Domitian, Ren ve Tuna arasındaki, kabilelerin geçiş yaptıkları koridoru kapattı. Bugün “limes” (sed) olarak adlandırılan, orta Ren ile yukarı Tuna arasında 340 mil uzunluğunda bir sınır oluşturdu. Başlangıçta bu, temizlenmiş dar bir arazideki gözetleme kuleleri dizisiydi. Sonrasında kaleler inşa edildi ve 120’li yıllarda 9 ayak yüksekliğinde ahşap bir çit eklendi. Tahkimat işleri 150’li yıllarda tamamlandı. “Limes” (sed) imparatorluğun kendisini korumasına ve bir gözünün kuzeydeki komşuları üzerinde olmasına yardımcı oluyordu. Ancak set, görünür bir sınır olmasına rağmen, Romalılar ve barbarları tam olarak birbirinden ayıramamıştı.
Barış içerisinde bir arada yaşama
Roma etkin bir şekilde kabilelerle, imparatorluğa yağma akınları düzenlememeleri için rüşvet vererek anlaşmalar imzalamanın yollarını aramış, bazı kabilelerinse buna cüret etmemeleri için cesaretini kırmaya çalışmıştır. Dostça ilişkileri garanti altına almak için kabile liderlerine para ve hediyeler vermek dahil birçok taktik kullanılmıştır. Roma ayrıca bazen özel ticaret imtiyazları ve diğer düşmanlara karşı kabilelere korumalık yapma sözleri vermiştir. Hatta bazen imparatorluğa ait topraklardan bile hediye etmiştir.
Bir kabilenin dostluğundan şüphelendiklerinde kendi seçtikleri bir lideri desteklemiştir. Örneğin 1. yüzyıl ortalarında imparator Claudius, Arminius’un kuzeni İtalicus’a para vererek Cherusci’yi yönetmek üzere göndermiştir. İtalicus’un babası, Germanicus’un Arminius’a düzenlediği seferlerde bile savaşmış ve Roma’ya sadık kalmış bir yardımcı kuvvetler komutanıydı. Bu dönem imparatorluğun, kabilelerin ve hatta ailelerin kendisine karşı birleşmelerini engellemek için “böl ve yönet” taktiğini nasıl kullandığını gözler önüne sermektedir.
Askerler ve yerliler
Kabilelerden asker almak Roma’ya bağlılık oluşturmanın çimentosu işlevi görüyordu. Görünüşe göre birinci ve ikinci yüzyıllarda Cermen yardımcı kuvvetlerin Roma ordusu içerisindeki sayısı devamlı artmıştır. Yardımcı kuvvetler en az 20 sene hizmet ettikten sonra Roma vatandaşlığı elde ediyorlardı. Birçok Cermen erkek, hizmetlerini tamamladıktan sonra eve dönmüştür. Beraberlerinde, topluluklarında büyük bir saygı kazanmalarına sebep olan zenginlik ve bir dolu deneyim ile dönmüşlerdir. Arkeologlar, birçok yardımcı kuvvet askerine ait, gömülenin yüksek statüsüne işaret eden Roma kılıçlarının, zırhlarının ve değerli eşyalarının bulunduğu mezarlar bulmuştur.
Yardımcı kuvvetler genelde sınır bölgesindeki kalelerde konuşlanıyordu. Bazı durumlarda sınıra yakın kabile mensupları arasından seçiliyorlardı. Ancak birçok seferde uzak vilayetlere de gönderilmişlerdir. Yeteneklerine uygun yerlerde değerlendirilmek istendiklerinden veya uzaktayken sorun yaratmaları daha zor olacağından böyle tercih yapılmış olabilir. Her durumda sınırlardaki askerler, lejyoner veya yardımcı, savaşmaktan daha çok devriye ve benzeri işlerde zaman geçiriyorlardı ve yerel halkla iletişim kurabilecekleri birçok fırsata sahip oluyorlardı.
Zamanla kalelerin etrafında köyler ve şehirler gelişmeye başladı. Sakinler arasında, Germanya veya İtalya’dan tüccarlar ve zanaatçılar bulunuyordu. Sınır boyunca konuşlanmış 110.000 kadar asker, gıdadan hammaddelere, çömlekten deri ve kumaşa, her çeşit kaynağa ihtiyaç duyuyordu. Ordunun askeri donanım ihtiyaçları için kendi zanaatkârları vardı, ancak diğer bütün ihtiyaçlar kale etrafında yaşayan topluluklardan karşılanmak durumundaydı. Romalı askerler, bu yüzden bölgenin yerleşikleriyle önemli işler yapmış ve muhtemelen bazılarıyla arkadaş olmuşlardır. Ayrıca askerler ve yerli kadınlar arasında uzun süreli ilişkiler kurulması da yaygındı. Bütün bu kişisel temaslar Cermenler ile Romalılar arasında kültür paylaşımının artmasına neden olmuştur.
Runik yazı
Romalılar ve Cermenler arasındaki temasın en ilginç ürünlerinden birisi “Futhark” alfabesiydi. Bu Cermen alfabesi, milattan sonra birinci veya ikinci yüzyılda ortaya çıkmış gibi gözükmektedir. Harfleri “runlar” olarak biliniyordu ve (f u th a r ve k) seslerini veren ilk 6 harfi alfabeye ismini veriyordu. Çoğu araştırmacı, bir veya bir grup Cermenin Romalılarla buluştuktan ve nasıl yazdıklarını gördükten sonra bu sembol sistemini ürettiklerini düşünmektedir. Runik alfabenin mucitlerinin, kendi dillerine ve kendi insanlarına uygun bir harfler sistemi geliştirdiğini düşünebiliriz.
“Futhark alfabesi” en fazla sayıda runik yazıtın keşfedildiği Baltık Denizi’nin batısındaki bölgeden doğmuş gibi gözükmektedir. İlk yüzyıllarda runik harfler, silahlara veya kadınların takılarına kazınıyordu, nesneleri üretenin veya onlara sahip olanların ismi işaretleniyordu. Bazen de runik yazı sihirli veya dinseldi, bazı nesnelerin belirli bir amaca adanması veya o nesneye kutsiyet katılması için kullanılıyordu. Muhtemeldir ki yazıtlar, tanrıların ne istediğini keşfetmek için de kullanılıyordu. Tacitus, ilahi rehberliğe ihtiyaç duyulduğunda “meyve ağacından bir dal kesiliyor, küçük parçalara ayrılıyordu; çeşitli işaretler bulunanlar seçilip beyaz bir elbisenin üzerine fırlatılıyorlardı” diye anlatmaktadır. Sonra bir rahip veya ailevi konularda baba, tahta parçalarından üçünü rastgele seçiyor ve üzerindeki işaretleri yorumluyordu. Bu sembollerin runik harfler olduğundan emin değiliz ancak bu işaretlerin harflerin doğuşuna ilham kaynağı olması muhtemel gözükmektedir.
Ticaret ve değiştokuş
Arkeologlar Germanya’da, bazıları yardımcı askerler tarafından ama çoğunluğu ticaret yoluyla getirilmiş binlerce Roma eşyası keşfetmişlerdir. Sınıra yakın bölgede, Romalılar ve Cermenler arasında doğrudan ilişkiler yaygın olduğundan birçok Roma gündelik eşyası bulunmuştur. Bulunan çok sayıda Roma sikkesi, Tacitus’un “en yakınımızdaki Cermenler altına ve gümüşe değer verirler ve ticarette kullanırlar, Roma sikkelerini tanır ve tercih ederler” sözlerini desteklemektedir. Dahası, Germanya’ya ulaşan Roma eşyaları esasen gümüş ve altın takılar, bronz, gümüş veya cam şarap içme kapları gibi lüks eşyalardı. Germanya’ya ihraç edilen diğer Roma malları, hububat ve şarap gibi mamulleri de içeriyordu.
Cermen tüccarların getirdikleri mallar arasında ise kehribar, kürk, tüy ve kadın peruğu (sarışın peruklar Roma’da oldukça modaydı) bulunuyordu. Ancak en büyük iş kalemi, kölelerdi. Roma İmparatorluğu’nda yılda 250.000 köle satın alınıyordu. İmparatorluğun emek gücünün çoğunluğunu köleler karşılıyordu, çiftlik ve fabrikaları çalıştırıyorlar, değirmenleri döndürüyorlar, maden çıkarıyorlar, gladyatör oyunlarında savaşıyorlardı. İmparatorluk savaşmayı sürdürdüğünde, özellikle fetih savaşlarının ardından köleleştirilebilecek çok sayıda düşman ele geçiriliyordu. Ancak barış zamanlarında kölelere talep azalmıyordu. Cermen kabileleri kısa süre sonra kendi tutsaklarını Romalılara köle olarak satmanın oldukça kârlı olduğunu keşfettiler, hatta bazı kabileler sadece tutsak elde etmek için yağma seferleri düzenlemeye başladı.
Kölelik Germanya’da da yaşanıyordu ancak büyük ölçekte değildi ve kölelere karşı tutum Roma’dan oldukça farklıydı. Farklılıktan dolayı şaşırmış Tacitus, Cermenler arasında ortalama kölenin sahip olduklarıyla ilgili “bir evin ve kendi evinin yönetimine sahiptir. Efendi kölesinden, kiracısından isteyeceği gibi, tahıl, hayvan veya kumaş talep eder ve bağımlılığın sınırları bundan ibarettir” diye yazmıştır.
Sınır ordusu üslerinin ihtiyaçlarının karşılanması işi de hızla büyük değişikliklere neden olmuştur. Ren Nehri’nden 150 mil uzaklıkta, Karadeniz’deki bir yerleşim örnek olarak görülebilir. Yerleşim, birinci yüzyıl sonlarına doğru toplam 98 tane ahır içeren aynı boyutlarda sadece 5 çiftliğe sahipti. Sonraki yüz yıl boyunca yerleşim büyümüş ve böylelikle bulunan Roma ithal mallarının sayısı da fazlalaşmıştır. Dahası bazı insanlar daha büyük evlerde yaşamaya başlamıştır.
1.yüzyıl sonunda çiftliklerden birisi diğerlerine göre daha fazla büyümüş, etrafı kendisine ait çitlerle çevrilmişti. Çiftlik evi, daha büyük bir girişe ve bronz veya demir eşyaların işlenebileceği daha büyük, özel bir bölüme sahipti. Burada birçok Roma eşyası bulunmuştur; sikkeler, mücevherler, cam eşyalar, yüksek kalitede çömlek ve hatta fildişi sapı olan bir yelpaze. Yerleşimin doruk noktasında 443 hayvana yetecek kadar ahır vardı. Araştırmacılar köylülerin Romalı askerlere et ve deri sağlamak için hayvan yetiştiriyor olduklarını ve bir ailenin bu işletmede baskınlaşarak zengin ve önemli bir rol elde ettiğini düşünüyorlar. Birçok Cermen topluluğunda benzer gelişmeler olmuştur.
Bu, Sezar Cermenlerle ilk karşılaştığında tanık olduklarına kıyasla büyük bir değişimdi. Zenginliğe ve hatta toprak sahipliğine karşı hiçbir ilgilerinin olmadığını gördüğünde şaşırmıştı:
“Hiç kimsenin belirli sınırlarla çevrilmiş toprağı yok… ancak … lider her bir parçayı kabile veya ailelere kendilerine yetebilecek kadar veriyor … ve her sene onları başka bir yere taşınmaya zorluyor. Bu uygulamadan dolayı birçok konuda ilerliyorlar (…) topraklarını genişletme ve güçlünün zayıfı topraklarından etmesi kaygısı taşımıyorlar (…) toplumun bölünmesine ve çatışmasına sebep olan zenginleşme hırsına sahip değiller ve kendilerinin en güçlülerle eşit durumda olduğunu gördüğünden toplumun ruh hali iyi”.
Roma etkisi, eski yaşam tarzlarına baskınlık kurdu. Bu, çoğunlukla daha fazla Roma mallarına sahip olmak, Roma maddi refahını daha fazla paylaşmak ve daha fazla Romalılar gibi yaşamak istedikleri için birçok kabilede huzursuzluklara neden oldu. Bazılarıysa hem bunu, hem de Roma topraklarını elde etmeyi istediler.
Yeni ayaklanmalar
162 yılında Chatti ve Chauci kabileleri yukarı Germanya’ya hareket etmeye çalıştılar. Geri sürüldüler, ancak Roma askeri gücü zayıflıyordu. Birçok lejyon İran’da (Perslerle) savaşıyordu. Buradan dönen askerler imparatorluk üzerinde yıkıcı etkiye sebep olan salgın hastalıklar getirdiler. Sınır oldukça zayıftı ve birçok kabile bu durumdan yararlandı.
6000 kadar Langobardi ve Ubii, Tuna Nehri’ni 166 yılında geçtiler. Yenildiler, barış şartlarını kabul ettiler ve kendi topraklarına döndüler. Aynı dönemde diğer bir grup Cermen yenilmeden önce İtalya’ya kadar ulaştı. Bu kuvvetler geçmiştekilerden farklıydı, Cassius Dio’ya göre “Barbar cesetleri arasında silahlı kadın cesetleri bile vardı”.
Bu, Roma ile Tuna’nın ötesindeki kabileler arasındaki neredeyse 15 sene süren yoğun savaşın başlangıcıydı. Başta Marcomanni kabilesi olmak üzere toplamda, imparatorlukla savaşan 25 kabile vardı. Tehdit o kadar büyüktü ki Marcus Aurelius’un kendisi askerleri yönetmek adına Tuna bölgesine kadar gitmiştir. İlk işi, Roma vilayeti Dacia’yı (bugünkü Romanya) tehdit eden Sarmatian kabilesiyle ilgilenmek olmuştu.
Marcus Aurelius Dacia’dayken Marcomanni kralı Ballomar, kabileler konfederasyonunu Pannonia vilayetine (bugünkü Macaristan) yönlendirdi. 170 yılında Romalı savunma güçlerine ciddi bir yenilgi yaşattılar, 20.000 lejyoner ve yardımcıyı öldürdüler veya yaraladılar. Pannonia’yı ele geçirdikten sonra, Cimbri ve Teutones’ten sonra ilk defa İtalya’ya yöneldiler. Ballomar Aquileia şehrini kuşattı, 170 yılında Romalılar tarafından şehir kurtarıldı.
Marcomanni kabilesi geri sürüldü ancak Tuna’nın artık güvenli bir sınır olmadığı ortaya çıkmıştı. On yılın geri kalanında kısa süreli sükûnet dönemleri haricinde, Marcus Aurelius, Tuna boyunda ve hatta ötesinde Cermenler ve Sarmatianlar ile savaştı. 180 yılında öldüğünde Cermen tehdidini ortadan kaldırmakta başarılı olmuştu. Askeri gücün yanında diplomasi de bu başarıda büyük bir rol oynamıştır. Marcus Aurelius çeşitli anlaşmalar yapmıştı. Bazı kabilelerden yedek kuvvetler talep edilmişti; bazıları müttefikler haline dönüştürülmüştü hatta bazılarına yerleşmeleri için Roma toprakları verilmişti. İmparatorluk biraz daha zaman satın almıştı.
Makromannik Savaşlar sonrası dönemde Germanya’da işler değişmeye devam etmiştir. Bir sonraki yüzyıl boyunca eğilim, kabilelerin daha büyük konfederasyonlar altında birleşmesi yönündeydi. Bu büyük gruplaşmalar Ren boyunca Franklar, Kuzey Denizi boyunca Saxonlar, yukarı Tuna boyunca Alemanni ve doğuda Gotlar ile Bugundilerdi. Markomanni ve müttefikleri gibi bu koalisyonlar da Roma topraklarını ve Roma yaşam tarzını elde etmeyi istediler. Birçoğu, 4. yüzyıl Romalı tarihçi Ammianus Marcellinus’un “Cermenler, bizim vahşi ve acımasız düşmanlarımız” sözüne yol açacak şekilde isteklerini savaş yoluyla elde etmeye çalıştı. Ama Romalılar ve barbarlar arasında barışçıl etkileşimler de devam etti. Bugünü de etkileyen, Batı Avrupa mirasını oluşturan, yavaş yavaş Roma ve Cermen öğelerini birbirine karıştıran yeni bir kültür gelişiyordu.
Germanya’da evlilik
Antik Roma’da evlilik, özellikle yüksek sınıflar arasında oldukça eşitsiz bir ilişkiydi. Koca, hukuk tarafından az veya çok “çocuk” gibi görülen kadının yasal koruyucusuydu. Çoğu kadın gerçekte de sadece ergenlik çağındaydı ve babaları tarafından seçilen kocaları onlardan genelde en az 10 yaş büyüktü. Ancak Tacitus’a göre Germanya’da “Erkekler geç evlenir (…) kızlarda da evlilik için acele edilmez, aynı yaş ve benzer kişilik aranır, sağlıklı ve düzgün bir eşleşme sağlanırdı.” Germen evliliği, düğünden itibaren Tacitus için oldukça büyüleyicidir:
“Aile ve akrabalar, nelerin evlilik hediyesi olarak verileceğine karar verirdi. Bir kadının kullanmayacağı, zevkine pek de uygun olmayacak şeyler hediye edilirdi; bir çift öküz, bir çift at, kalkan, mızrak ya da kılıç gibi. Bu hediyelerle kadın evlilik andı içer ve karşılığında kocasına silah hediye ederdi. Bunları, birlikteliklerinin en güçlü bağı, kutsal sırları ve evliliklerinin tanrıçası olarak kabul ederlerdi. Kadın rahatlığa özlem duymasın veya savaşın tehlikelerinden sakınmasın diye ona, evlilik töreninde, zahmetli ve tehlikeli zamanlarda da eş olması gerektiği, barışta da savaşta da kocasıyla beraber gerektiğinde meydan okumaya, gerektiğinde acı çekmeye yazgılı olduğu hatırlatılırdı. Boyunduruğa koşulmuş öküzler, eyerlenmiş atlar ve hediye silahlar bu gerçeği açığa vuruyordu. Kadın, zarar görmeden, çocuklarına, gelinlerine ve torunlarına devredeceği bir şeyi teslim aldığı ve taşıdığı bilinciyle yaşamalı ve ölmeliydi.”