İki haftadır üst üste Orta Asya steplerinden ve atlardan bahsediyoruz. Bozkır kavimlerinin avcılığından, göçebe hayatından, atı evcilleştirmelerinden; onların kurtlara, atlara olan sevgilerinden… Atla bütünleşen hayatlarından… Atın sayesinden Orta Asyalı kavimlerin nasıl bozkırın hakimi olduklarından ve savaş sanatına yaptıkları katkılardan…
At… At oyunları, at üstünde yapılan sporları ve savaşta atlar…
Atın kutsallığı, masallarda, hikâye ve destanlarda aldığı yüce konum…
Bugün konumuz yine atlar ama ortamı biraz rahatlatmamız lazım.
Bugün savaş yok, atın bir de eğlenceli kısmı var.
Atatürk’ün atlara olan sevgisi
Atatürk’ün hayvanlara, özellikle de atlara olan sevgisi bilinmeyen bir şey değil. Yaralanan atının acı çekmesin diye öldürülüşünü izleyemez. Sonra da “iyi ki çocuğum yok, evlat acısına dayanamam” deyişi…
Yine, savaş döneminde Suriye’de beslediği atlarından bir türlü vazgeçememesi… Ama oradan ayrılmak zorunda kaldığında onları yol parasını tedarik edebilmek için satmak zorunda kalması…
Atatürk’ün atlara olan sevgisi hiçbir zaman sona ermemiş. Cumhurbaşkanlığı dönemine ait ilginç anılar da var…
Şimdi, hem Çankaya Köşkü’nde hem de Dolmabahçe Sarayı’nda O’na hizmet eden; O’nun son günlerine kadar yanından ayrılmayan, Dolmabahçe sarayında önemli devlet konukları (ki bunların arasında krallar, devlet başkanları, başbakanlar da vardır) ağırlanırken, gece geç saatlere kadar cumhurbaşkanlığı sofrasında görev yapan Cemal Granda’nın anılarından bahsedeceğiz.
Cemal Bey bu anılarını çok gizlice kaleme almış, çünkü Atatürk’ün yakınında çalışan görevlilerin not tutması, anılarını kaleme alması yasakmış. Bu anlaşılır bir durum. Bunu yapan anında işten kovulurmuş ki bir görevli bundan dolayı emekliye sevk edilmiş.
Önümüzdeki haftalarda bu anı kitaptan daha çok bahsedeceğiz.
Şimdi Cemal Beyin anılarına geçelim…
“Çok kuvvetli bir iradeyi sahip olan Atatürk’ün duygu yanı da zengindi. Son derece merhametliydi. Zayıflara acır ve yardıma koşardı. Hayvanları çok severdi. Kurban kestirmezdi. At ve köpek en sevdiği hayvanlar arasındaydı.
Çiftlik hayvanlarından ruam hastalığına yakalanan bir tayı öldüreceklerini duyduğu zaman çocuk gibi ağlamış ve ellerine lâstik eldiven giyerek birkaç kez okşamadan öldürmelerine izin vermemişti.
Bir gece sofrada otururlarken Atatürk, yaverlerden birini çağırdı ve şu emri verdi:
– İki gün önce bizim atların biri doğurmuştu. Alıp onları buraya getiriniz… Hayvanların getirilmesinin istendiği yer Çankaya, emri veren de bir Cumhurbaşkanı idi.
Yaverler ve misafirler duraksadılar. Sofradakilerin şaşkınlığı henüz geçmeden yine Atatürk’ün sesiyle irkildik:
– Sevelim, görelim, okşayalım…
Köşke, hem de şeref salonuna hiç hayvan girer miydi? Fakat emir emirdi işte…
Yeni doğan tay ve annesi Yıldız, hemen köşke getirildi.
Ama hayvanlar bir türlü salonda yürüyemiyorlar, cilâlı yerlerde ayakları kayıyordu. Hemen yerimden fırladım. Aklıma bir çare gelmişti. Yerlere serili yollukları topladım. Tay ve annesinin geçeceği yere serdim. Hayvanlar rahatça salona girdiler. Fakat şunu da söyleyeyim ki, hayvanlar salona çok yakışıyorlardı. Atatürk bir süre salona alınan hayvanların yanında kaldı. Eliyle ikisine de şeker yedirdi, ayrı ayrı sevdi, okşadı. Bundan sonra hayvanlar salonu terk ettiler. Herkes memnundu. Kimin aklına salona hayvan sokmak gelir.
Belki de bir atla yavrusunun Cumhurbaşkanı salonuna girişi, yeryüzünde ilk kez olmuştur.”