Bilgin Saydam insani varoluşun malul olduğu eksikliğe gönderme yaparken bu eksikliği ortadan kaldırıp tamlığa – bütünlüğe ulaşma çabasını öykü-nmeye bağlıyor. Kitabı varlık felsefesiyle, psikanalizle, edebiyatla ve efsanelerle, nörobilimle iç içe kendine özgü diyebileceğimiz bir düşünce iklimi yaratıyor. 2017’de Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan Ara(f)dalık-lar, eşsiz zenginlikte bir derinliğe sahip. Dolayısıyla kitabı tanımlamaktan ve “şöyledir” demekten çekiniyoruz. Bilgin Saydam’la hem Ara(f)dalık-lar hem de İthaki Yayınları’ndan yeni çıkan Psikomitoloji (2018) kitabını konuştuk.
Batuhan Saç: “Mitler araçtır, taşır. Aracıdır, iletir. Mitler amaç değildir, amaç hale geldiklerinde kahramanları sahteleşir. Az boyutlu karton figürleri olur.” diyorsunuz. Son yıllarda çıkan kitapları hazırlarken amacınız neydi öncelikle bunu merak ettim.
Bilgin Saydam: Her insan birden çok öykünün içinde yer alıyor. Bazılarında o öykünün kahramanı niteliğinde. Yani o öyküyü açan, sürükleyen kişi anlamında. Bazı öykülerde de başkalarının kahraman olduğu öykülere ekleşen, onlar içinde sürüklenen ve onlara uyan, uyum sağlayan bir devinimden söz etme imkânı var. Öykülendirme ihtiyacı neden doğuyor? Yaşam içinde sadece yaşıyoruz. Çatışmalarımıza, eksikliklerimize değişik bağlantılarla anlık veya süreceğini varsaydığımız çözümler buluyoruz. Neden-sonuç bağlamında ele aldığımızda yaşamımızın bir öykü hâlinde farkına varıyoruz. Bu kurgulama/öyküleme yöntemi hayvanlarda da var. Sadece insana mahsus değil.
Her şeyin bir öyküsü var aslında. Bütün canlılar hatta cansız varlıklar için bile insan zihninde bir öykü kurgulanabilir. Virüslerden primatlara insan dışı sâir mahlûkatta baskın öykü doğanın büyük öyküsü; beslenme, güvenlik, üreme gereksinimlerinin nasıl ve nerede karşılanacağı bilgisi/öyküsü doğada içkin. Varlıksallığını sakınma ve devam ettirme üzerinden süregidiyor. Aynı zamanda sürekli kendini yineleyen bir öykü bu. Onun için hayvanların doğanın büyük öyküsüne katıldığını, onun içinde yer aldığını, dolayısıyla “kahraman” olmadığını, edilgen bir şekilde o öykü içinde yer aldığını, doğanın öyküsünü sürdüğünü söyleyebiliriz. Hayvanda bu öykü içkin. İnsan da nihayetinde doğa; onda da böyle bir içkin öykü var. Ama kendisine verili olandan taşan bir fazlası var, onu insan yapan. Hem doğanın öyküsü var; birtakım biyolojik gereksinimlerimiz var, dürtüler var, güvenlik ihtiyaçlarımız var, beslenme, üreme gibi ihtiyaçlarımız var, hem de doğanın filogenez ve ontogenezde eksik bıraktığını tamamlayan sosyokültürel kuvözün teklif ettiği, sıkça dayattığı kolektif öyküler var. Bunlar bizde içkin. Ama insana özgü olan öykü; doğaya (ve kolektife) aşkın öykü. “Kahraman” olarak nitelendirebileceğimiz insandan söz ediyorsak, doğanın ve kolektifin sosyokültürel öykülerinin tekrarından başka bir şeyleri yaşama katabilen insanı tarif ediyoruz demektir. Elbette ki kolektifin mitleri, doğanın büyük mitinin zemininde hareket eder. Ama onlardan daha fazlasının olması gerekir. Beri ve Öte kelimelerini çok kullanıyorum. İlksel Beri doğa, ikincil Beri insanlık tarihinin ürünü olarak kolektifin sosyokültürel dizgesi. Bir de Öte var. Öte, beriden dışarıya taşan bir alan. Var olandan, mevcut olandan, verili olandan daha başka bir biçimde kendini var etme olasılığını arayan ve bunu deneyen kişiden kahraman olarak söz edebiliyoruz ki, kahramanın doğanın ve kolektif sosyokültürel çerçevesinin verili araç-gereç-yol-yöntem …, tümünü aşkın bir devinimin taşıyıcısı ve ürünü (!) olması gerekliğinden söz etmiş oluyoruz. Bu bağlamda, “gerçek” kahraman çok az. Ya da kahramanlık anlarımız çok az. Gerçek kahramanlık zaman zaman mümkün oluyor ama kesintisiz bir şekilde sürdürmek zaten mümkün değil. Hep özne olamayız; sıkça doğanın ve kolektifin ve kendi -artık Beri’leşmiş bireysel mitlerimizin- nesnesi olarak kendimizi olağan akışa bırakmak durumundayız. “Kahramanlık” istisnai, yorucu ve tehlikelidir, zira bildik-alışılageldik genelgeçer, genel kabul gören akıntıdan dışarıya, bazen akıntıya karşı yüzmeyi gerektirir; aykırıdır ve yenidir…
En baştaki soruya gelecek olursak: Mitler araçtır, amaç değildir, derken kastettiğim şey şu: Doğanın, kolektifin vaaz ettiğinin birebir uygulanmaya, tekrarlanmaya çalışılması bir amaç olarak ele alındığında bizi o mitin içine kapatır. Ama eğer Beri’den Öte’ye taşan bir eylem içine girecek olursak, özgün mitimiz, bizi özne yapar; gerçek özne yapar. Burada miti bizi özne yapan bir araç olarak tanımlamış oluyoruz.
Burada bir vurgu yapmak istiyorum: Kadim Yunan’da kozmos’u yapan mitos’tur; kozmos’un dışında kaos vardır: Yani tüm ürperticiliği ve kavranamazlığıyla “bilinmez”. Mitojeni kaosu kozmosa dönüştürür. Mit, öyküden daha fazlasıdır: Bizi içten ve dıştan sarar, taşır, eğer/büker, yönlendirir. Geçerli olduğu an ve hâlde, her şeyi açıklar, -zamanda ve uzayda- yaşamın bütünlüğünü taşır. Yani mit tam anlamıyla “asal yaşam öyküsü”dür; kapsayan “yaşayan-yaşanan-ve-yaşatan-gerçek-öykü”dür. Mitin bilinçli farkındalığı her zaman, hatta çoğunlukla mümkün değildir; ancak mitlerimiz -algıdan duyuma, dürtüden duyguya, düşünceden davranışa- tüm eylemlerimizde içkindir, dolayısıyla belirleyicidir: Ne kolektif ne de bireysel yaşamımızda mitsiz olamayız: Mümkün değil! Mitler yaşayan, yaşanan ve yaşatan öykülerimizdir; Eliade’nin vurgusuyla, insan davranışı için model oluştururlar ve bu yolla yaşama anlam ve değer kazandırırlar.
Mit, belirsizliği bitirme gayretine koşut bir “her-şeyi-bilme-kapsama”, dolayısıyla bütünlük ve gerçeklik, mutlaklık/değişmezlik iddiasını da güder. Kapalıdır. Mitlerin dış-iç gerçekliklerin zoruyla yırtılarak tarihe katıldığı saptaması, bir-ân-ve-hâl içindeki mutlaklık iddiasından vazgeçmeleri anlamına gelmez. Zaten yırtılan/çözünen mitin halefi yine-yeniden bir mit olacaktır. İnsan zihni mitsiz ve mitine imansız olamaz. Tarihimizi eski-yeni mitlerimiz içinden geçerek yapıyoruz.
B. Saç: Bunu da siz söylüyorsunuz: “Aslında her zaman bir mitin içerisinden bir başka miti yorumluyoruz.” O halde eski mitlerden bir başka “yeni” karmaşa mı yaratıyoruz?
B. Saydam: Eski hikâyeler de zaten karmaşaları ve örüntüleri içeriyor. Ve evet, bu örüntülerden yeni bir örüntü ortaya çıkartabilmekten bahsediyoruz. Hiçbir zaman mutlak bilinmezlikten başlayamayız. Doğanın verdiğine, filogenezin ve psikososyal ontogenezin ekledikleri var. Yani hep bir taşıyıcı zemine gereksinim duyuyoruz ve eğer kahramanca bir eyleme cesaret edebiliyorsak, sıçradığımız zemin bu verili kurgu, içerik ve yöntemler…
Bu bağlamda kahraman versus anti-kahraman meselesine de değinmek lazım. Kahramanlar daha çok eylem yapanlar, değiştirenler. Anti-kahramanlar ise sorgulayanlar. Huzursuzluk veren bir şey vardır eski örüntü içinde, yetmeyen eksik olan bir şey vardır. Huzursuzluk, mevcut kurgudaki eksiklik, yetersizlik ve çelişkilerin farkına varmakla tomurcuklanır ve yeni kurgular aramaya sevk eder/edebilir. Bu nedenle de anti-kahramanların toplumu dönüştürücü rolü çok önemli. Elbette ki sorgulamaları kendileri veya tohumladıkları başkaları tarafından bir “kahraman” eylemine dönüştürülürse. Anti-kahramanlar belki kahraman olacak şekilde doğrudan doğruya eyleme dönük bir hamle, eyleme yönelmeyebilirler. Ama gergin bir birikim sağlayabilirler; çünkü itiraz ederler. Sorgular ve itiraz ederler. Ya kendileri bir noktada kahramanca bir eylemle Öte’den Beri’yi değiştireceklerdir, ya da kendilerinden sirayet eden huzursuzluk hemcinslerinde belirli bir yoğunluğa ulaştığında beklenen “kahraman” arz-ı endâm edecektir. Kahraman eylemi ile eskiyi dönüştürür. Eski de yeni bir tanımlamaya bürünecektir o zaman.
Batuhan Demir: Mitolojinin insanlarda yarattığı şey nedir?
B. Saydam: Güven duygusu: Geçmişi bilmek ve geleceğin belirsizliğini ortadan kaldırmak. İşin içine zaman giriyor: Zaten her şeyin başı zaman. Zaman’la belirsizlik başlıyor. Çünkü bir şeyleri kaybetmek, bir şeyleri terk etmek, bir şeylerin bitmesi, geleceğin kapısında her zaman belirsizlik içerir. Bir zamanlar olmuş bitmiş kurgular zamana tabi değildir; bitmiştir/kapanmıştır. “In illo tempore” yani zaman ötesini işaret eden bir kavramı var Eliade’nin; “bir zamanlar” diye. Bir zamanlar, “gerçek zamanlar” yani. Yaşadığımız zaman diliminin gerçekliği kuşkulu, zira geçici. Biz de gerçek gibi hissedemiyoruz o zaman kendimizi. Ama olmuş-bitmiş-kapanmış gerçek zamanlarda yaşamış tanrılar, ruhlar, doğaüstü güçler, atalar, kahramanlar “gerçek”. O halde bizim de gerçekleşmemiz için onlara öykünmemizden, onların bize hediye ettiği mitleri tekrarlamamızdan başka yöntem yok. Bu mitler, bir zamanlar nasıl sorunlar olduğunu, nasıl tanımladığını ve nasıl çözüm üretildiğini ya da üretilemediğini/üretilemeyeceğini anlatırlar. Geleceğin bilgisini de edinmiş olurum bu yoldan. Pek çok rahat yaşamın içerisinde bu mitlere intisap etmek var. Gerçek insan, arada, bilinmezliklerin arasında huzursuz insandır. Çünkü bu öykülerin hiçbirisini tam anlamıyla gerçekliği tanımlayamayacağını bilir, bunu en azından hisseder. Ve huzursuzluk bu sebepten kaynaklanır. Huzursuzluk nedeniyle de araması gerekiyor; mağaradan çıkarak Jüpiter’e yola çıkması bu aramanın sonucu. Teknoloji bu bağlamda önemli bir şey. Teknoloji bazı insanlar tarafından kötülense de müthiş bir şey. Sanat, kültür, müzik, resim ve edebiyat gibi insanın yaratı envanterine teknolojiyi de katmak lazım. Yapay zekâ ve robotikler, uzay teknolojileri hayranlık uyandıran kazanımlar bunlar, bunları da huzursuz olduğumuz için arıyoruz. Aslında her şeyi, “Mutlak Gerçek” nedir, biliyor olsaydık, bildiğimiz yerde kalırdık. Eski yetiyor olsaydı bize, yeniyi aramazdık. Ama eski temelinde hareket ediyoruz, onu da unutmamak lazım. Kahramanlar da huzursuzluğu yaşıyorlar ve yeni bir şey arıyorlar. Ama kalıplaştırarak sonlandırdığımızda ve kurdeleyi/mührü bağladığımızda, kahramanlık bitiyor. Mesela hikâyelerde ne olur; prens ejderhayı yener, prensese kavuşur, kral olur; işte orada kahramanlık biter. O nedenle hep söylerim: Kahraman hareket etmek durumundadır. Çünkü içerisinde bulunduğu durumdan huzursuzdur, bu huzursuzluğu taşır. Ama kahramanlık çocuksu bir şeydir; kendini geliştirmeye yöneliktir. Mesela erişkin bir baba olduğu zaman kahramanlık biter, artık -donmuş- sistemi devam ettiren bir yapı oluşur. Onu terk etmesi lazım. Kahramanlık terk edebilen kişiye ait bir özelliktir aynı zamanda; arayan ve terk edebilen. Ayrılmak için güven lazım. Çok paradoksal bir şey bu esasında. Çocuğun ayrışmasına da benziyor. Ben gidiyorum ama -yenilip/yorulup da- geriye döndüğümde beni taşıyacak bir zemin var mı? Bunu hissedebiliyor olmam önemli. Sağlıklılık için, bireyselliğin ancak birliktelik zemininde, özne olmaya cesaretin, nesne olmaya izin vermek ve tahammül eşliğinde mümkün olabileceğini vurgulayan bir söylem bu.
B. Demir: Çağımızdan “hipermodern zaman” olarak bahsediliyor. Yani ilişkilerin, metaların vb. her şeyin hızla tüketildiği, insanların sabırsızlaştığı bir zaman tanımı. Tüm bu değişen insan işleyişi ile beraber günümüz toplumunu düşününce mitlerin hâlâ insana dair bir hakikat taşıdığını düşünüyor musunuz?
B. Saydam: Çok ideolojik bir ifade bu. Moderni şu biçimde düşünüyorum: Modern, insan zihninin bilebileceğini önceleyen ve yaşamın öznesi olarak her şeyi anlama/tanımlama imkânını vurgulayan bir yaklaşım. Çok naif bir yaklaşım. Hipermodern deyince biraz daha yükseltilmiş oluyor çıta. Aslında hipermodernden çok postmodern, metamodern kavramları bu dönem için daha belirleyici. Çünkü bu ifadeler tek bir insan zihin modelinin değil, çok sayıda zihin modelinin bir arada mümkün olabileceğine işaret eder. Bu nedenle netliği bulanıklaştıran çok sayıda gerçeklik olduğunu gösteren, bu gerçekliğin içinde biraz daha geriye doğru gidecek olursak, insan öncesi – insan dışı varlıkları da katacak olursak, onların da öykülerinin olduğunu var saymamızı ve hepsini ciddiye almamızı savlayan bir bütüncül söylemle buluşuyoruz. Mesela dünyanın/çevrenin de bir öyküsünün olduğunu hesaba katmamız gerekiyor. Esasında çözümü mümkün kılan şey bu öykülere saygı gösterilmesi gerekliliği. Çünkü o zaman gerçekliğin tek bir insan gerçekliği olmadığını anlıyoruz. “Ben” dediğimde esasen insanı tanımlıyorum. Aynı şey insan ve hayvan için de geçerli. Eğer bütün varoluşlara özne payesi verebilirsek, o zaman çoğul gerçeklikler sistemine girmiş oluyoruz; çoğul gerçekliklerin içerisinde de her şeyin kendince var olma hakkı var. Hipermodern deyince, aşırı modern yani, insan zihninin yüceltildiği ve tek bir -mutlaklaştırılmış- insan zihninin yüceltildiği meseleden bahsediyoruz. Tek bir gerçeklik varsa ve bu gerçeklik ilerlemeci insan zihnine, bilime muktedir olan insan zihnine atfedilirse, bu tahakküm -ve dışlama- unsuru oluyor. Her şeyi kullanabilen (!) bir tahakküm zinciri. “Eşref-i mahlûkat” meselesi de böyle. Eğer eşref-i mahlûkatsak, yaratıkların en yücesiysek, kendimizi hiyerarşik olarak yaratıkların daha az yüce olanları üzerine konumlandırıyoruz. Çok sayıda gerçeklik varsa ve her gerçeklik kendi içinde/arasında tutarlıysa, bu gerçekliklerin taşıyıcılarına öznelik payesini yapıştırıyorsak, onların da özneliğine izin vermemiz gerekiyor. Şu açıdan da önemli: Özne olarak başka varlıkların nesnesi olduğumuz oranında varlığımızı sürdürebiliriz. Salt özne olarak, her şeyden yalıtılmış olarak, yaşamımızı sağlıklı-tutarlı bir biçimde sürdürme imkânımız yok. Aynı zamanda nesne olmamıza da izin vermemiz gerekiyor. Dünyanın nesnesi olmak, başka kültürlerin nesnesi olmak, başka insanların nesnesi olmak… Çünkü onlar bizim varlıksallığımızı onaylayan etkenler. Mesela dünyanın nesnesi olmak ne demek: Varlığımızı sürdürmek için doğanın (suyuyla, dağıyla, taşıyla, rüzgârıyla, tahılıyla, …) öznesi olduğumuzu ama ona bazen itiraz ederek de özneliğimizi ön plana çıkarttığımızı göz önünde tutan bir ilişki içerisinde olmamız lazım. Bu sebepten, umarsızca hipermodern olmaya çalışıyoruz. Çünkü çok sayıda gerçekliğin olması, her şeyin bulanması demek. Her şey bulandığı zaman da bilinmezlik içine giriyoruz.
Nesnesellik ve öznesellik geriliminde, bu bilinememezlik içerisinde, özneselliğe kayarak kendimizde bir tanımlama yapmak, ama sonrasında yine o bizim nesnemiz olan varlıkların nesnesi olarak, onları özne kabul etmemizle, onların bizi nasıl tanımladıklarını sorgulamamızla sağlıklı bir ilişki mümkün. Biraz animizm kokuyor! Öznesellik ve nesnesellik arasında esnek salınım tutarlı ve sağlıklı bir yaşam demek! Ve tabii her iki hâl için de cesaret, tevazu, tahammül ve ümit…