Arkeoloji, genel kanının aksine “merak”tan doğmamıştır. İnsanlar bildikleri şeyi merak ederler, onunla ilgili daha fazla bilgi edinmek isterler. Bilinmeyen ise tanımsızdır ve ilgi çekmez. Geleneksel düşünce sistemi, yukarıda kısaca değindiğimiz gibi geçmişi sorgulamaz, geçmişe inanır. Bu yaklaşımda geçmişin kanıtları yoktur. Çevrede görülen ören yerleri, höyükler, anıt yapılar, doğanın ilgi çekmeyen bir parçasıdır ya da bilinmeyen dönemlerin gizemini yansıtır. Nitekim Osmanlılar ya da Mısır’a gelen diğer uluslar, piramitleri, eski Mısır’dan kalma anıt yapıları, heykelleri, kabartmaları görmüş olmalarına rağmen, bunlar hiçbir şekilde ilgilerini çekmemiştir. Aynı şekilde daha 19. Yüzyılda bile kısmen ayakta duran Hellenistik ya da Roma kentleri ne Bizanslıların, ne Osmanlıların, ne de oralardan geçen Haçlıların ilgisini çekmiştir. Bunlara, eğer dinsel bir anlam yüklenmemiş ise, çoğu kez hazır taş ocağı ya da içinde değerli maden bulunabilecek yerler olarak bakılmıştır. Bu nedenle arkeolojinin kökeni kesin olarak “merak” değildir.
Yaygın olan bir başka yanlış kanı da, eski tarihlerde eser toplamış ya da belirli bir inanç ya da etnik kaygıyla eser bulmak için ören yerlerini karıştırmış olanların ilk arkeologlar olarak tanımlanmasıdır. Bunun en çok sözü edilen örneği Babil Kralı Nabonidus’un MÖ 6. yüzyılda yıkıntı halindeki eski bir tapınağı doğru bir şekilde onarma kaygısıyla kazdırmış olmasıdır. Kazılan yapı, Nabonidus’dan 2 binyıl öncesine, Sargon dönemine aittir. Kazı sırasında çıkan buluntular toplanmış ve bu arada aşınmış durumda bulunan Sargon heykeli onarılmış, bir süre için sergilenmiştir. Ancak bu geçmişe yüklenen kutsallık ile bağlantılıdır. Buna benzer uygulamaların sayısı artırılabilir. Örneğin 1692 yılında Japonya’da “atalara ait” bir mezar, 1748 yılında da Kore’de gene bir mezar, ata kültüyle bağlantılı olarak kazılmış ve buluntular toplanarak belgelenmiştir. Bunun gibi, az sayıda da olsa belirli eserleri toplayan yönetici ya da kişilere tarihin her döneminde rastlanabilir. Bunların kimileri bu eserleri ilginç gördüklerinden, kimileri gizemli bir güce bağladıklarından, kimileri ise günümüzün koleksiyoncuyaklaşımıyla bunlara maddi bir değer yüklediğinden toplamıştır. Bunun bir örneği de Son Tunç Çağı’nda Ege ve Akdeniz dünyasında eski, artık kullanılmayan Mezopotamya mühürlerinin ticaretinin yapılmasıdır. Tüm bu örneklerin, anladığımız anlamıyla arkeolojiyle hiçbir ilgisi yoktur.
Arkeoloji geçmişe soru sorulması, geçmişin kanıtlanması gereksinimiyle başlar. Örneğin Ortaçağ’da Kilise’nin bağnazlığı ile kültürel çöküntü yaşanan Batı Avrupa’da Hıristiyanlıktan önce var olduğu bilinen Pagan Roma kültürünün görkemli olup olmadığı sorusunun ön plana çıkması, arkeoloji adı verdiğimiz bilim dalını tetikleyen önemli süreçlerden biridir. Helenistik-Roma döneminden Hıristiyan Avrupasına aktarılan birçok yazılı belge vardır. Bu yazılı belgeler kültür düzeyi yüksek, gelişkin bir yapılanmayı çağrıştırmaktadır. Bunun kanıtlarını ortaya çıkarmak amacıyla daha 12. yüzyılda kazılar yapılmış ve Roma döneminin görkemli heykelleri, yazıtları ve diğer buluntuları ortaya çıkarılmıştır. Bu, geçmişe yönelik bir soru sorma ve bunun yanıtlarını somut kanıtlara dayandırma yaklaşımıdır. Benzer bir durum Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun dağılma sürecinde yaşanır. Çok-uluslu ve çok-dilli imparatorluktan ayrılan birimler, ilk ulus devletlerdir. Bu devletler, uluslarının Roma-Germen İmparatorluğu’nun kurulmasından önce de var olduğunu kanıtlamak ve böylelikle ulus bilincini oluşturmak amacıyla kazılar yapmışlardır.
Sonuç olarak arkeoloji, herhangi bir görüşün kanıtlarının geçmişte aranmasıyla başlamıştır. Bu soru dini, ulusal ya da kültürel kimlik arayışı ya da geçmişte olduğu düşünülen önemli bir olayın kanıtlanması şeklinde olmuştur. Bu süreç, ortaya bulgular çıktıkça yeni sorular doğurmuş ve ilgiyi artırmıştır; dolayısıyla “merak” arkeolojinin getirdiği bir sonuçtur. Farklı sorular, farklı arayışlar, aşağıda ayrıntılanacak olan farklı arkeolojileri doğurmuştur. Her ne kadar bugünkü bakış açımızla “Tevrat arkeolojisi” (Yakındoğu arkeolojisi)(1), “ulusal” ya da “antropolojik” arkeoloji, birbirlerinden çok farklı, ayrı alanlar olarak görülmekte ise de, bunların ortak bileşeni, geçmişe yönelik sorduklara sorulara somut verilere dayalı yanıt arama yaklaşımıdır ve dolayısıyla inanılan geçmişe dayalı geleneksel bakış açısından farklılaşırlar.
Kaynak: Mehmet Özdoğan, 50 Soruda Arkeoloji, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, Ocak 2019, 7.Baskı, S.53-55