Ana Sayfa Bilim Gündemi Dilin kökeni neden bir felsefi sorundur?

Dilin kökeni neden bir felsefi sorundur?

1344
0

Dilin kökeni meselesinin, felsefî düşüncenin bizlere intikal etmiş ilk örneklerinden itibaren filozoflar tarafından tartışıldığı bilinmektedir. Bu bakımdan Herakleitos’u dil hakkında ilk felsefe yapan kişi olarak nitelendiren Cassirer «dilin kökeni ve tabiatını soran felsefî soru, esas itibariyle varlığın kökeninin ve tabiatının ne olduğu sorusu kadar eskidir» der (Cassirer, 1972: 61). Mesele cazibesi yanında Merian’ın söylediği gibi muammalıdır: «Dilin kökeni, insan zihninin ortaya koyabildiği en büyük meseledir; filozoflar tarafından ele alınmaya ve hakkında hüküm verilmeye en lâyık konudur; lâkin, aynı zamanda da çözülmesi en zor olanıdır» (Merian, 1781: 181). Merian’ın da işaret ettiği enginliği içinde dilin kökeni meselesi, insanın yetilerinin kökenine dair her filogenetik soru gibi sonunda “İnsanın kökeni nedir?” sorusuna gelip dayanır. Kökene dair meseleler, insan aklını daima en çok kurcalayan, bilimlerin yapısı icabı çoğunlukla lâkayt kaldığı, genellikle filozofları, ideologları, teologları etrafına toplayan bir alanı meydana getirmektedir.

Dilin kökeni meselesinin muammalı yapısını, Pascal Picq veciz bir şekilde şu sözlerle belirtir: «Eklemli dilin ortaya çıkışı gözlemlenebilir bir olgu değildir. Eklemli dilin kökeni hakkındaki araştırmalar, bu zorlu engele takılır » (Picq, 2006: 7). Gerçekten de, eklemli dilin ortaya çıkışı, tarihin oldukça uzak çağlarında kaldığından, dilin kökeni meselesini âşikâr kanıtlar ışığında çözüme kavuşturmanın önünde devasa bir epistemolojik engel vardır. Bu epistemolojik engele istinaden olsa gerek, Paris Dil Cemiyeti 1866 yılında yayımladığı meşhur bir bildiriyle üyelerine “dilin kökeni” meselesi hakkında kolokyum tertiplemeyi yasaklar. Yasakçılığın bilim ile bağdaşıp bağdaşmadığı, bağdaşırsa ölçüsünün ne olması gerektiğine dair son derece önemli tartışma asıl konumuzdan bizi uzaklaştıracağından, dilin kökeni konusunda, ampirik yollarla denetlenmeye elverişli olmayan çok sayıda spekülasyonun ortaya atıldığı ve lengüistiğin müstakil bir bilim dalı olarak felsefe karşısında otonomi mücadelesi vermeye başladığı bir dönemde, Cemiyet’in bu kararı almak zorunda kalmış olabileceği çıkarımını yapmakla yetinelim. Söz konusu yasaktan tam 50 yıl sonra, lengüistiğe otonom bir bilim hüviyetini kazandırma payesiyle bilim tarihine geçmiş Ferdinand de Saussure, dilin kökeni meselesini gündeme getirmenin beyhude olduğu yönündeki kanaatini şöyle ifade etmektedir: «Gerçekten de dil, eski kuşakların miras bıraktığı ve olduğu haliyle benimsenmesi gereken bir üründür: Bu eskiden olduğu gibi bugün de böyledir. Onun için, dilin kökeni meselesi sanıldığı kadar mühim değildir. Dahası, bu meseleyi ortaya atmak yersizdir» (Saussure, 1995: 105). Böylece müstakil bir bilim olarak inşa edildiği sırada lengüistik, dilin kökeni meselesini kendi bünyesinden uzak tutma kararını almıştır.

Dilin kökeni meselesi, değindiğimiz epistemolojik engele ve tüm muammasına rağmen, hemen her dönemde, filozoflar nezdinde hararetli tartışmalara konu olmuştur. Filozofların meseleye yaklaşımı, şüphesiz, mensup oldukları cemaatin inanç ve düşünme geleneğinin, yaşadıkları çağın tarihî özelliklerinin ve her birinin kendi felsefesinin izlerini taşır. Çarpıcı bir karşıtlık olarak, Yahudi-Hıristiyan kültürüne mensup filozofların Kitab-ı Mukaddes’e dayalı açıklamalarıyla, meseleye dindışı bir perspektiften bakan filozofların açıklamaları arasındaki farklılığı buna örnek verebiliriz. Böylece, meseleye çeşitli yaklaşımlar kabaca, konuşma melekesinin veya “söz”ün tanrısal bir bağış olduğuna inanan filozoflar ve bu hipoteze itiraz edenler olmak üzere iki grupta toplanabilir. İki zıt yaklaşım tarzını, takip eden altbaşlıklarda incelemeye geçmeden, ilk/köken dili ortaya çıkarma yönünde eski çağlarda yapılmış ilginç bir deneyi analım.

Bu deneyi Herodot nakleder: MÖ 4. asırda hükümranlık sürmüş Firavun I. Psammethicus yeryüzündeki en eski dili bulmak ve Mısırlılar’ın dünyanın en kadim halkı olduğunu kanıtlamak üzere bir deney yapar. Yeni doğmuş iki çocuğu insanlarla iletişim kuramayacakları bir yere yollar ve sağır-dilsiz birkaç köleyi onlara bakmakla vazifelendirir. Bu kölelerin bakımı altında ve koyunlarla bir arada büyüyen çocukları getirterek ne söyleyeceklerine dikkat kesilir. Çocuklar sadece “bekos” gibi bir ses çıkarır. Bu ses, Frigya dilinde “ekmek” anlamına gelebileceği gibi, koyunların “melemesi”nin taklidi de olabilir. Çocuklar neticede, öğrenmedikleri için herhangi bir dil konuşamaz…

Kaynak: Atakan Altınörs, 50 Soruda Dil Felsefesi, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, Ekim 2016 2. Baskı, s.41-43