Sınıflı toplumda, sınıf kategorisini görmezlikten gelen bir ahlak anlayışının, pratik siyasal ahlak sorunlarını çözemeyeceği anlaşılmaktadır. Ahlakın toplumda, tüm insanlığı kapsayan bir “insanlık etiği” ve tüm bireyleri aynı etik normlarda birleştirebilecek bir “emek etiği” yaratılıp geliştirilebilecek yönde dönüştürülmeye çalışılmadığı sürece, ne genel ahlak, ne de siyasal ahlak sorunlarının çözümünde önemli bir yol alınabileceğini söyleyebiliriz.
SİYASAL AHLAKIN TANIMI
Siyasal ahlakın hemen tanımına geçmeden önce, ahlakın tanımına bakmalı. Ayrıca ahlak normlarının norm dizgeleri (norm sistemleri) arasındaki yerine bir göz atmakta yarar var.
Ahlakın tanımı: Hukuk felsefesi ders kitaplarında, toplumsal kurallar, a) Hukuk; b) Örf âdet, gelenek; c) Ahlak normları olarak üçe ayrılır. (1) Bunlar, iç içe üç çember biçiminde canlandırılır. En genişi, ahlak normları alanıdır. Ahlak normları çoğu örnekte hem örf âdet hem hukuk normlarını içerdiği gibi, bu kategorilere girmeyen bazı normları da kapsar.
Ayrıca ahlak normları, toplumsal kapsamı bakımından, ötekilerinkinden çok daha geniş toplumsal birimler için geçerlidir. Çoğu durumda, halkları, ulusları, devletleri aşan toplumsal birimleri (örneğin dinleri) kapsar. Bazı ahlak normları insanlığın en geniş birimlerini oluşturan “uygarlıklar” alanında geçerlilik kazanmışlardır. İdeal durumda ise, “tüm insanlığı” kapsadıkları ileri sürülmektedir. Uygulamada durum böyle midir? Ahlakın evrenselliği sorunu geçmişte tartışılmıştır; gelecekte de tartışılacak. Bu tartışmaları irdelemeye girmeden, başlangıç varsayımı olarak, ahlakı, “kuramda” şöyle tanımlayabiliriz: “Ahlak, toplumsal yaşamın olanaklı, uyumlu, olumlu, verimli olabilmesi için, toplum üyelerinden yapmaları beklenen, yapmamaları istenen davranış biçimleriyle ilgili kurallardır.”
Siyasetin tanımı: Siyaset için, çeşitli ekollerin ve yazarların, çeşitli amaçlarla yaptıkları tanımlara bir yenisini katmak pahasına, şöyle bir tanım önerilebilir:
“Siyaset, ekonomik, toplumsal, siyasal, düşünsel farklılaşmalara uğramış toplumlarda, yöneten-yönetilen farklılaşmasıyla ilgili yapılar, kurumlar, roller, düşünceler ve eylemlerdir.”
Siyasal ahlakın tanımı: Ahlakın ve siyasetin tanımları üst üste konduğunda, siyasal ahlakın tanımlarından birinin kendiliğinden ortaya çıktığı görülecektir:
“Siyasal ahlak, siyasal farklılaşmayla (yöneten-yönetilen farklılaşmasıyla) ilgili yapıların, kurumların, rollerin, düşüncelerinin ve eylemlerin; toplumsal yaşamın olanaklı, uyumlu, olumlu, verimli, sürmesini sağlayacağı yönde düzenleyeceği düşünülen normlar kümesidir.” (2)
Mutluluk ahlakı ve ödev ahlakı: Konu siyasal ahlak olunca ahlakın çeşitli sınıflandırmaları arasından, mutluluk ahlakı – ödev ahlakı ayırımını (3) göz önüne almakta yarar var. Gerçekten birey-toplum çıkarlarının bireşimi (sentezi) sağlanmaya çabalanan etikte (ahlak felsefesinde) bu konuya, birey açısından ve toplum açısından olmak üzere, birbirine karşıt açılardan yaklaşılmıştır. İkisinde de birey-toplum çıkarı bireşimi amaçlanmakta birlikte, birisinde bireyin, ötekisinde toplumun çıkarlarından hareket edilmektedir. Bakış açılarındaki bu farklılığın, siyasal ahlak alanında daha bir göze çarpıcı biçim alacağı söylenebilir. Bu gerçeğin en güzel örneğini, devletin karşısında bireye hiçbir özerk alan tanınmayan devletçi (etatist) Hegelci anlayış ile bireyin istenci (iradesi) karşısında devlete varlık hakkı bile tanınmayan “anarşist” ahlak anlayışı arasındaki karşıtlık oluşturmaktadır.
SİYASAL AHLAKIN KAPSAMI
Genel olarak ahlakın kapsamı, yapılmaması istenen davranışlar ile yapılması beklenen davranışlardan oluşur. Aynı şey siyasal ahlak için de geçerlidir.
Yapılmaması istenen davranışlar: Liste, toplumdan topluma, uygarlıktan uygarlığa değişirse de, kuramda, “soyut” ve “evrensel” birkaç siyasal ahlak ilkesinden söz edilebilir: Siyasal gerçekliği çarpıtmama; halkı aldatmama (ta başta yurttaşlara yalan atmama); kamu (tüm olarak toplum) yararını, sınıf, grup, birey yararlarına kurban vermeme vb. Uygulamada ise, dünyanın hemen her yerinde (farklı oranlarda da olsa) bu gibi ilkelere uyulmasından çok uyulmamasının “kural” olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. Yanlışlık nerede, kuralda mı, kralda mı?
Yapılması beklenen davranışlar: Bunlara örnek olarak, siyasal görevlerin yerine getirilmesi; verilen sözlere uyulması; kararların ve eylemlerin hesabının verilmesi vb. gösterilebilir. Genel olarak ahlakta da (“on buyruk” içinde (4) olduğu gibi) “yapmamalısın” sözleri, “yapmalısın” sözlerinden fazladır. Bununla birlikte, söz konusu oransızlık, siyasal alanda daha da büyüktür. Bunun nedeni, bir dereceye dek, yönetilenlere, başlığında “siyasal görevler” yazılı bir boş kâğıt imzalatılmış (yemin alınmış) olmasıdır. Verilen yeminin içeriğinin yeri geldikçe yönetenlerce doldurulmasının beklenmesidir. Ancak bunun daha genel bir nedeni, denebilir ki, toplumsal evrimde, gösterilmemesi gereken bazı davranışların saptanabilmiş (yani “koruyucu etik” düzeyine ulaşılabilmiş) bulunulmasıdır. Gösterilmesi gereken davranışlar düzeyine (“kurucu etik” yüksekliğine) yeterince ulaşılamamış olmasıdır.
Yukarıda sözü edilen “evrensel” ahlak kuralları yanı sıra, belli yönetim biçimlerine özgü, “göreli” siyasal ahlak kurallarından söz edilebilir. Örneğin monarşilerde, uyrukların monarkı sevip saymaları, bir ahlak kuralı olarak dayatılır. Monarka hizmet bir erdem, ona boyun eğmezlik ağır bir “ahlaksızlık” (ihanet!) sayılır. Temsili demokratik denen düzenlerde, temsilcilerin yöneticiyi sevmeyebilmeleri ahlaksızlık sayılmaz. Ama temsil ettikleri kesimin çıkarlarını savunmaları, bu düzenlerin siyasal ahlak anlayışının bir gereğidir. Ya temsil ettikleri kesimin çıkarlarıyla, bütün olarak toplumun (kamunun) çıkarları çatışırsa ne olacak?
Kurulu düzene göre kurulu ahlak: Siyasal ahlakın yapılmaması gereken davranışlar ve yapılması beklenen davranışlar sütunlarından oluşan gündemine bir göz atmakta yarar var. Bu bile, içeriğinin, büyük ölçüde, kurulu toplumsal-siyasal düzenin biçimine bağlı olarak değiştiğini gösterecektir. Gerçekten, (yarışmacı değil) işbirlikçi bir toplumda (örneğin Kızılderili Zunilerde) öne çıkma, önder olma istekliliği hiç de hoş görülen bir erdem değildir. Yarışmacı bir toplumda (ABD’de) ve savaşçı bir toplumda (Komançilerde) ise bir erdem sayılır. (5)
Evrensel siyasal ahlak ilkeleri sorunu: Toplumsal farklılaşmanın ve onun bir uzantısı olan siyasal farklılaşmanın, yani yöneten-yönetilen farklılaşmasının bulunmadığı tarihsel ve çağdaş ilkel toplulukların varlığı bilinmektedir. Bunlarda genel ahlaktan söz edilebilir; siyasal ahlaktan söz edilemez. Farklılaşmış tarihsel ve çağdaş uygar toplumlarda ise, siyasal ahlakın ilkelerinin ilgili siyasal birimle sınırlı olacağı söylenebilir. Bu birimlerin ilki sayılan kent devletlerinde kenttaşlardan (hemşerilerden) kente bağlılık beklenir. Bir kimsenin, aynı dili konuşan öteki halkların, kentlerin yararına bile olsa, herhangi bir çıkarı kentinin çıkarlarının önüne alması “ihanet” sayılır.
Ekonomik ve toplumsal bütünlenmenin çapı, kent devletlerinden yerel, bölgesel devletlere geçilmesini gerektirecek yönde genişlemiştir. Genişleyince, bir politikacının yalnızca kentini kayırması, siyasal ahlak açısından, bu kez “kınanır”. Dolayısıyla, siyasal ahlak kurallarının geçerlilik alanının, tarih içinde, siyasal birimlerin çapına koşut olarak genişletildiği söylenebilir.
Koşulları oluşmasına karşın bir üst toplumsal-siyasal birime geçilememişse ona geçilmesi gereğini dile getiren biri (örneğin Machiavelli) bir “üst ahlak” savunucusu sayılabilir. Bu durumda ahlak değerlerinin gözden geçirilmesi, Nietzsche’nin deyimiyle “değerlerin değerlendirmesi” gündeme gelebilir. Örneğin “ulusal ahlak” karşısında bir “enternasyonel ahlak”, bir “evrensel ahlak” sözü edilebilir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, ahlak kurallarının yalnızca alanının değil “içeriğinin” de değişebileceğidir. Gerçekten, ulusal etik düzeyinde, ulusu yüceltme ve bu yolda “fetih” bir siyasal erdem sayılır. Oysa enternasyonalizmde ya da küreselleşme koşullarında “siyasal ahlaksızlık” olarak görülecektir.
Böyle bir eğilimin varlığına bakılarak, ideal düzeyde, ileride ulaşılabilecek ahlak normlarından söz edilebilir. Evrensel siyasal ahlak kuralları önerilebilir; ve de önerilmelidir. Böyle kuralları yaşama geçirmek için (“evrensel etik değerler”i gerçekleştirmek için) çaba gösterilmelidir. Ancak bunların bile, uzam (mekân) içinde evrensel (cihanşümul) değerler sayılabilecekken, zaman içinde evrensel (tüm zamanlar için geçerli) olamayacağı unutulmamalıdır. Zaman içinde de evrensel (değişmeyen) bir nitelik taşıdığı ileri sürülen değerler, ahlak normları değil, toplumsal değişme olgusunun yadsındığı “din kuralları” niteliğindedirler.
SİYASAL AHLAKIN AÇMAZLARI
Genel olarak ahlakın, siyasal ahlaka o ya da bu biçimde yansıyan açmazları vardır. Bunların yanı sıra, özel olarak siyasal ahlakın da bazı açmazları bulunmaktadır. Ayrıca belli siyasal düzenlere özgü belli siyasal ahlak açmazlarının bulunduğu da görülür.
Toplumsal yaşamın etik açmazı: Değişen toplum değişmeyen norm sorunu
Ahlak, önemli bir konuda değişik davranışların yaratabileceği toplumsal uyumsuzluğa ve toplumsal çözülmeye karşı duruştur. Kişileri (değişmeyeceği söylenen) belli davranış normlarında birleştirme işlevi görür. Bunun için, toplumda, aynı konumdaki farklı kişilerin aynı davranışları göstermelerinin istenmesiyle yetinilmez. Aynı kişiden, toplumsal konumu değişmediği sürece, zaman içinde aynı davranışları göstermesi de beklenir. Ve bunun için de, ahlak normlarının yerden yere, günden güne değişmeyeceği söylenir. Böylece “toplumsal değişme” ve onun uzantısı olan “toplumsal evrim” olgusu, yani kültürel evrim gerçeği göz ardı edilmiş olur.
Hiçbir ahlak normu, saptandığı zamanın gereksinimlerine tam anlamıyla uygun değildir. Varsayalım ki uygunu bulunabilir. Böyle bir norm bile, bir kez yerleştikten sonra, koşullar değişse de sanki değişmemekte ayak diretecektir. Ancak toplum (en azından değişen doğa koşullarına koşut insan-doğa ilişkilerinin değiştirilmesi zorunluluğu nedeniyle) sürekli değişmektedir. Dahası, deneyim, bilgi birikimi, birikimin kuşaktan kuşağa (kültürel kalıt” denebilecek olguyla) aktarılması da, kişilerin düşünüş, tutum ve davranışlarında değişmelere yol açar. Bu yüzden ahlak normları, bir süre sonra, topluma dar gelmeye ya da koşullara ters düşmeye başlar. Bu olgu siyasal alan için de geçerlidir. Öte yandan bir devrimde, eski siyasal düzenle ilgileri nedeniyle bile olsa, bazı ahlak normlarının çöpe atılması, genel olarak siyasete ve siyasal ahlak normlarına duyulan güveni kemirir. Yeni norm dizgeleri arayışını getirir.
Sınıflı toplumun etik açmazı: Çifte standart sorunu
Sınıfsız topluluklarda, topluluğun “kandaş” üyelerine gösterilmesi beklenen davranışla, başka toplulukların insanlarına gösterilmesi gereken davranış arasında (günümüzün ahlakı, insanlık etiği ölçütleriyle bakıldıkta) tam bir “çifte standart” görülür. (6) Ancak bu durum (Mannheim’dan Lévi-Strauss’a uzanan yazarların önerdiği gibi) söz konusu topluluklarının toplumsal ve kültürel yapıları içinden değerlendirildiğinde, bir etik sorun, etik bir açmaz yaratmaz.
Oysa sınıflı toplumun çeşitli sınıflarının üyeleri arası ilişkiler, uzlaşmaz çıkarlar ve çelişkiler biçiminde sürekli sorunlar yaratır. Dolayısıyla “kurala” bağlanmaları gerekir. Ancak bu, sınıfın farklı işlev ve konumları nedeniyle olanaksızlaşır. Sonuçta ahlak alanında “çifte standart” kaçınılmaz olur. Bu durum ise, ahlak kurallarının evrensel olup olmadığı sorusuna yol açar. Böyle bir soruya verilebilecek yanıtlardan birisi, ahlak kurallarının genel, evrensel olduğunun söylenmesidir. Ama, belli sınıfların insanlarının onlardan kurtulmasının yollarının bulunmasıdır. Öteki yanıt, kast toplumunda olduğu gibi, açıkça “çok standartlı” bir ahlak anlayışı geliştirilmesidir. O zaman da, farklı kimselere farklı davranış gösterilmesinin bazı durumlarda bir haksızlık, bir ahlaksızlık sayılmayabileceğini açıklayıp anlatmak gerekecektir. Örneğin budünyada hakkını alamayanın, ötedünyada, ya da ruhunun yeni bir bedenle dünyaya bir dahaki gelişinde hakkını alacağını inandırmada kullanılacak mitolojiler, dinler, ideolojiler geliştirilmesi yoluyla gidilecektir.
Siyasal toplumun etik açmazı: Devletin güç kullanma tekeli sorunu
Sınıflı toplumun etik sorunu, yöneten-yönetilen farklılaşmasından dolayı, siyasal alana yansır. Pek az ortak davranış dışında, yönetilenlerden farklı, yönetenlerden farklı (birbirlerini bütünleyen) davranışlar beklenir. Bundan öte, siyasal toplumda, devlet formasyonunun biçimlenmesiyle, kendine özgü bir siyasal ahlak sorunuyla da karşılaşılır.
Devletli (uygar) toplum döneminin ahlakında, toplum içinde kişilerin, grupların, amaçlarına ulaşmak için silaha başvurma girişimleri hukuk dışı sayılır. Haklarını kaba güce başvurarak doğrudan doğruya kendilerinin almaya kalkmaları, haydutluğa, hırsızlığa benzer bir ahlak dışı davranış sayılır. Silahlarla birlikte güce başvurma tekeli de devlete bırakılmıştır. Bu, İsa’nın tüm insanların günahlarını üstlenip, cezalarını çekerek, onları kurtarmaya kalkmasını andıran bir durumdur. Devletin (sözde) kaba güce başvurulmasını engellemek için güç kullanmasının pratikte yarattığı başka sorunlar da vardır:
a) Devlet gücü, yalnızca uyruklar, yurttaşlar güce başvurmaları durumunda mı, yoksa aynı zamanda güce başvurmaları “olasılığı” karşısında da mı kullanacaktır?
b) Devlet, yurttaşların güç kullanmalarını denetledi diyelim; ya devletin gücü doğru kullanması, demokrasilerde, ellerinden güç kullanma olanakları alınmış yurttaşlarca nasıl denetlenecektir? Devlet makamlarını dolduran görevlilerin, gücü, devlet adına kendi yararlarına kullanmaları nasıl önlenecektir?
c) Devletin ya da adamlarının, gücü, anayasada belirtilen amaçlar dışında kullanmaları durumunda, yurttaşların tutumu ne olmalıdır? Bu durumda yurttaşların güce başvurmaları (devrim sorunsalı) “yurttaşlık ahlakı” gereği sayılacak mıdır?
Temsili demokrasinin etik açmazı: Temsil sorunu
Siyasal toplumun, yöneten-yönetilen farklılaşmasının yarattığı etik açmazı, demokrasi kavramıyla aşılmaya çalışılır. Ancak demokraside siyasal toplumun üyelerinin, hem yöneten hem yönetilen konumunda bulunmaları, kuramdaki ve ilkedeki bir durumdur. Ülkedeki durum böyle bir “doğrudan demokrasi” uygulamasına olanak vermemektedir. Bunun üzerine, gerçekliğe az çok uygun, ya da çok az uygun bir “temsili demokrasi” kavramı geliştirilir. O zaman da aşılamaz nitelikte bir “temsil sorunu” ile yüz yüze gelinir. Ancak temsil sorunundan önce, sınıflı toplumun temel etik sorunu (sınıflara göre farklılaştırılmış etik değerler, ya da bazı etik değerlerin, egemen sınıflarca sözünün edilip yerine getirilmemesi ikiyüzlülüğü) ortada durmaktadır. Temsili demokraside şu sorunlar da onunla eklemlenecektir:
a) Bir kimsenin, gönüllerini alsa da (temsilcileri seçilse bile) başkalarını yönetmesi, ahlaka ne derece uygundur? Hatta, akıl sahibi bir varlık, “kendini yönetebilen canlı” türü olarak “insan” kavramına uygun mudur?
b) Bir kimsenin başkalarını hemen hemen her alanda yönetmesi düzeyinde temsil etmesi, olanaklı mıdır? Doğru mudur? Getirecekleri, götüreceklerinden az mıdır, fazla mıdır?
c) Temsilci, toplumu temsil ettiği (oyunu aldığı) kimselerin çıkarına göre mi, yoksa tüm toplumun yararına göre mi yönetecektir? (Azınlık hakları, çoğunluk diktası sorunları).
d) Temsilcinin alacağı kararlarda, kendi çıkarlarının etkisi ne olur, ne olmalıdır? Ne olmaktadır?
e) Temsilciler gerçekte, tüm toplumu mu, bir sınıfı, bir kesimi, bir mesleği, bir çıkar, bir inanç grubunu mu temsil etmektedir?
f) Temsilci temsil koşullarını çiğnerse ve kendisinin değiştirilmesi yollarını tıkarsa, kendisine karşı “direnme” eyleminin sınırları ne olacaktır? Bir sonraki seçime dek dişler sıkılacak, en fazla edilgin direnmeyle yetinilecek midir? Yoksa direnme güce başvurmayı da içerecek midir? Bu sorun görüldüğü gibi, adaletsiz bir yönetimi yıkmak, daha adaletli bir yönetim (hatta düzen) getirmek için güce başvurma sorununun (devrim sorunsalının) yani siyasal toplumun etik sorununun temsili demokrasideki görünümüdür.
Çoğulcu demokrasinin etik açmazı: Hoşgörünün ve uzlaşmanın sınırları sorunu
Yukarıdaki siyasal ahlak sorunları, çağımızın “çoğulcu demokrasi” kavramından çıkarılacak bir “çoğulcu siyasal ahlak” anlayışıyla aşılmaya çalışılabilir. Ancak bu kez, çoğulcu demokrasinin açmazları, kendilerini çoğulcu siyasal ahlaka yansıtacaktır:
a) Toplumda hoşgörünün “iyiye kullanılmasına” (örneğin savaşa karşı olanların, savaşın finansmanında kullanıldığı düşüncesiyle vergilerini ödememe isteğine) (7) ne ölçüde olumlu yanıt verilecektir? Ve hoşgörünün kötüye kullanılmasına, örneğin insanların, hatta çocukların korkularına, tutkularına seslenilerek yaratıp yönetilen pazarlama yöntemleri başıboş bırakılacak mıdır? Kadınlığı mallaştıran bir porno pazarının ya da korku filmleri ekranının alıcılarına ve satıcılarına (“alan razı satan razı” diye) hoşgörü gösterilecek midir?
b) Hoşgörüye, hoşgörü ortamında gelişen toplumsal, kültürel farklılaşmanın, etik farklılaşmanın, değerler farklılaşmasının toplumsal dayanışmayı, hatta toplumsal birliği olanaksız kılacak noktaya dek varmalarına da hoşgörü gösterecek mi?
c) Çoğulcu demokraside, çeşitli kişilerin, grupların, örgütlerin, ahlak değerlerini aşındırma yolunda “uzlaşması” (çıkar paylaşması) gibi bir sonuç doğurmasının önüne geçilebilecek mi?
d) İlkeler ve değerler için savaşım verme yolu ile ödün verme, uzlaşma yolları çatıştığında hangisi izlenecek?
SİYASAL AHLAK TİPOLOJİSİ
Bu soyut siyasal ahlak sorunlarının yanıtları zamana bırakılabilir. Burada tarihten, gelişigüzel seçilmiş somut davranış ve düşünüş örneklerine bakılabilir. Bazı noktalara dikkat çekmekten başka bir amaca hizmet etmeyen gelişigüzel bir tipoloji girişimiyle olsa bile, siyasal ahlak sorunlarını somutlaştırmakta yarar var.
Pythagorascı ahlak: Pythagoras (MÖ 6. yüzyıl) bilindiği gibi ruhgöçü (reenkarnasyon) kuramını savunan dinci idealist bir filozoftu. İzleyicilerinden bir Pythagorascı bilgenin kölesine davranışı ise antik yazında “yüce ahlak” örneğiymiş gibi anılır: Kölesinin çok kötü bir şey yapması üzerine bu Pythagorascı bilge, ona yaptığı şeyin kendisini çok öfkelendirdiğini, dolayısıyla cezalandırılmayı hak etmiş olduğunu söylemiş. Buna karşın [o an!] cezalandırmayacağını eklemiş. Cezalandırırsa, vereceği cezanın nedeninin öfkesine kapılmasının ürünü bir haksızlık olarak görülebileceğini açıklamış. (9)
Pythagorascı bilgenin bu davranışından, siyasal ahlak adına iki sonuç çıkarılabilir: Birincisi, Pythagorascı bilge gibi yöneticinin de, yargılanmayı ve cezalandırmayı, sıradan biri olarak öfkeyle, duygularına kapılarak değil, soğukkanlılıkla ve akla dayanarak yapmasının gerektiğidir. İkincisi, bir konuda (dar) bir açıdan ahlaka uygun görünen bir davranışın, tüm düzeni yargılayan bir (geniş) açıdan bakıldığında, böyle görünmeyebileceğidir. Gerçekten, köleci düzen ile birlikte yargılandıkta, ruhgöçüne inancı nedeniyle empati yapması beklenerek kölesini özgür bırakması gereken Pythagorascı’nın bu davranışının ahlaklı görülüp gösterilmesi olanağı ortadan kalkmaktadır.
Sokrates ahlakı: Sokrates’in (MÖ 5. yüzyıl) “Atina yasaları işime gelirken uyup, işime gelmeyince onlardan kurtulmanın yollarını aramak, erdeme, ahlaka uymaz” diye, öğrencilerinin kendisini ölümden kaçırma önerisini kabul etmediği anlatılır. Baldıran zehrini içerek, karşı olduğu Atina demokrasi düzeninin Halk Meclisinin hakkında verdiği ölüm kararına uyduğu, (Platon, Kriton, 50 a’da) övgüyle aktarılır.
Bundan çıkarılacak sonuç, yönetilenlerin, kendi yasal düzenlemelerini bile, çıkarlarına uymayınca çiğnemelerinin siyasal ahlaka aykırı olacağıdır. Ancak, Sokrates’in bu davranışının temelindeki siyasal ahlak felsefesi, çağdaş, demokratik (hatta evrensel) ahlak anlayışı açısından bakıldığında pek de onaylanabilecek bir düşünce olarak görünmemektedir. Gerçekten Sokrates, bu davranışını savunurken, aşağı yukarı şunları söylemektedir (ya da öğrencisi Platon hocasına şunları söyletmektedir): “Atina yasaları ile, onlardan yararlanma karşılığında onlara uyma sözü verdiğim bir sözleşme yaptım. Bu sözleşmeye dayanarak devlet yasaları bana, ‘seni biz dünyaya getirip besledik, senin ataların bizim kölemizdir; böyle olunca senin hakların bizim haklarımıza eşit olur mu?’ derlerse, ben ne diyebilirim!”
Thrasymakhos ahlakı: Platon (Devlet, 343 a-344 d’de) adalet hakkında eski Yunan’da dolaşımda bulunan bir görüşü (MÖ 4. yüzyılın başlarında yaşamış) sofist Thrasymakhos’un ağzından şöyle aktarır: “Adalet güçlünün işine gelendir… Yürütme (erki) kimdeyse güçlü odur. Her yönetim (biçimi) yasaları işine geldiği gibi koyar… Adil adam adil olmayanın karşısında zararlı çıkar… Adaletsizliği (haksızlığı) sonuna kadar götürebilenler, şehirleri, ulusları ellerine alabilen en akıllı adamlardır.”
Savunuyor göründüğü (ya da savunuyor gösterildiği) şeyin “kentte orman yasası” olduğu söylenebilir. Bu, kısacası “güçlü olan haklıdır” anlayışıdır. Böyle bir tutumun hiçbir ahlak kuralını gerekli görmemeye varacağı ortada. Dahası, “ahlak ahlaksızlıktır” gibi bir paradoksa götüreceği açık. Siyasal ahlak alanında, “olması gereken” ile “olanı” ayrımlayamayıp, böyle bir anlayışa savrulanlarla, tarihte olduğu gibi çağımızda da sık sık karşılaşılmaktadır. Var “olan” ahlaksızlığın yaygın ve sürekli olduğunu gözlemleyip, o koşullarda dürüst olmamak “gerekir” sonucuna varanlar az değildir. Oysa ahlak, “olan” ile “olması gereken”i ayırt etme bilincine dayanır.
Platon ahlakı: Platon (MÖ 427-347) Devlet adlı yapıtında (414 e-415 e’de) ilerde “metaller mitosu” olarak anılacak bir mitos önerir. Yöneticilerden, halkı, toplumun yararına, devletin yararına olarak “soylu yalan” dediği şu masala inandırmalarını ister: Hepiniz topraktan var edildiniz; dolayısıyla hepinizin anası bir, birbirinizin kardeşisiniz. Ancak sizi yaratan tanrı, önder olacakların mayasına altın, savaşçı olacakların mayasına gümüş, çiftçi ve işçi olacakların mayasına demir ve tunç katmıştır. Herkese toplumda mayasına uygun iş verilmelidir. Ve tanrı, demir ya da tunç mayalıların toplumu yönetmeye kalktıklarında, o devleti yok edeceğini buyurmuştur.
Platon’un kısaca böyle özetlenebilecek soylu yalanı, siyasal ahlak ile ilgilidir. Önerisi, yöneticilerin, toplumun yararına (bile olsa) yalana başvurmalarının ahlaka uygun olup olmayacağı sorununu gündemimize getirmektedir. Sorunun, halka yalan söylenmese bile gerçeklerin toplumdan saklanmasının siyasal ahlaka uygun olup olmadığı biçiminde, çok karşılaşılan bir çeşitlemesi daha vardır. Ve uzantısı bizi “resmi tarih” anlayışının irdelemesine dek götürebilecek niteliktedir.
Platon’un bir başka “soylu yalan” savunusu “ideal devlet” taslağında bulunmaktadır. Onda ise, içinden yöneticilerin de çıkacağı (“koruyucular” dediği) savaşçılar katmanı evliliklerinin kurra ile (10) ayarlanıyormuş gibi gösterilmesidir. Hileli kurayla güçlü delikanlıların, güçlü delicanlılarla (genç kızlar anlamında kullandığım deyiş Platon’un değil benim) evlendirilmeleridir. Savaş kahramanları için buna bile gerek duyulmayıp, istediklerinden olabildiğince çok döl edinilmesinin (“istedikleri kadınları ve delikanlıları öpmelerine izin verilmeli” denerek) beklenmesidir. (11)
Aristoteles ahlakı: Atistoteles (MÖ 385-322) yeryüzünde bulunan cansız maddeden, ikincil düzeyde tanrılar saydığı gök cisimlerine dek, tüm varlıkların, tanrıya (yetkinliğe) varan yolda bir “sıradüzeni” içinde ilerlediklerini düşündü. Bu sıradüzeni (hiyerarşi) içinde, bir üst basamaktakiyle bir alt basamaktakinin eşitsizlikçi ilişkisinde, üstteki amaç, alttaki araçtır. Örneğin, öküz kölenin, köle efendinin canlı aracıdır. Buna uygun olarak bir üstteki yönetir, bir alttaki yönetilir (bkz. Politika ve Nikomakhos Ahlakı çeşitli paragrafları). Eşitliksizci toplum ve evren anlayışının felsefi düzeyde dile getirildiği bu örnekte, ahlakın “amaç-araç” ilişkisine nasıl bakıldığı görülmektedir. Siyasal ahlakta yöneten-yönetilen ilişkisinin nasıl görüldüğü, açıklamayı gerektirmeyecek açıklıktadır.
Perikles ahlakı: “Thukydides Tarihi” içinde (I.I. 34-36’da) aktarıldığına göre, Perikles (MÖ 495-429) Peleponnesos Savaşı’nın birinci yılında şehitler için bir “Cenaze Töreni Söylevi” vermiştir. Söylevinde Atina’nın yönetim biçimi olan demokrasinin dayandığı erdemleri anlatırken şunları söylemiştir: “Bir Atina yurttaşı, kendi işlerine bakarken kamu sorunlarını savsaklamaz. Devletle ilgilenmeyen bir kimseyi, zararsız değil yararsız buluruz.”
Bu sözleriyle, demokratik siyasal ahlakın dayandığı ilkeyi dillendirmektedir. Yani, kamu sorunlarıyla ilgilenme ilkesini dile getirmiş olmaktadır. Zamanımızın yurttaşının, bu alandaki sorumluluk bilincinin Atinalınınkine ulaştığı söylenebilir mi? İlgisinin ne kadarını özel, ne kadarını kamusal sorunlara ayırmaktadır? Boş zamanlarında ilgisi nasıl, nerelerde sömürülmektedir?
Polybios ahlakı: Yunan asıllı Romalı düşünür Polybios’un dinsel inançlara dayandırdığı ahlak anlayışını kavramak için, önce Yunan’da ileri sürülmüş olan dinin toplumsal işleviyle ilgili bir kurama bakmakta yarar var: Yunanlı sofist Kritias (MÖ 455-403) “Sisyphos” adlı satirinde, geçmişte insanların yaşamının kaos içinde, düzensiz geçtiğini anlatır. Güçsüzün güçlünün uşağı olduğu, iyinin ödüllendirilmediği, kötünün cezalandırılmadığı bir çağdan söz eder. Sonra, hakkı, adaleti egemen kılmak için, yasaların konduğunu belirtir. Daha sonra, gizlice işlenen suçların da engellenebilmesi için: “kurnaz düşünceli adamın biri, tanrı korkusunu insanlara buldu… sessizce. ‘Bir kötülük tasarlarsan, gizli kalmaz bu tanrılardan’ diye en tatlı öğretiyi sürdü o öne, bürüyerek doğruyu yalancı söze.” (11) (Kranz, Antik Felsefe, Kritias, 87 B.10)
Kritias’un bu düşüncesi doğrultusunda, ondan iki yüzyıl kadar sonra, Polybios (MÖ 204-120) benzeri bir düşünüş geliştirmiştir. “Tarihler” adlı yapıtında, tanrılara inananların değil asıl onlara inanmanın aptallık olacağını söyleyenlerin aptalca düşündüklerini ileri sürmüştür. Çünkü, Roma devletini birlik içinde tutan duygu, Polybios’a göre, tanrılara karşı duyulan korkudur. Sıradan halk ancak bu yolla denetlenebilir. Polybios ayrıca, insanların, korkularına ve umutlarına seslenilerek yönetilebileceğini ekler. (12)
Böyle bir tutum karşısında, siyasal ahlakla ilgili iki sorun gündeme getirilebilir: Birincisi, siyasal ahlakın bir mitolojiye, dinsel olsun olmasın bir ideolojiye dayandırılmasının doğru olup olmadığıdır. İkincisi, dinsel inançların, toplumun birliği amacıyla bile olsa, siyasal bir araç olarak kullanılmasının ahlaka uygun olup olmayacağı sorunudur.
St. Augustinus ahlakı: “Tanrı Devleti” adlı yapıtında Hıristiyan etiğinin felsefi temellerini atmış bir düşünürdür St. Augustinus (MS 354-430). Adem ile Havva’nın günahını kalıtmış insanoğlunun doğuştan günahkâr olduğuna inanır. İstenci (iradesi) zayıf ve günahkâr insan, özgürlüğe özenip, değil toplumu yönetmeye, kendisini bile yönetmeye kalkmamalıdır. Tanrının, Kilisenin yönetimine boyun eğmelidir.
Bu, Nietzsche’nin, “köle ahlakı” diyeceği, karşısına bir “efendi ahlakı” koyarak eleştireceği bir ahlak anlayışıdır. Radikal İslamda da, yetersiz bir “cüz-i irade” sahibi sayılabilecek insanın toplumu yönetemeyeceği inancı dayatılır. İslam siyasal ahlakı da toplumu ancak Allah’ın yöneteceği inancından, diyebiliriz ki “kul ahlakı” anlayışından beslenmektedir.
Burada, insanüstü kaynaklarca buyrulanların gereğinin yerine getirilmesi istenen bir, “edilgin etik” söz konusudur. Yazgıya boyun eğmenin erdem sayıldığı böyle edilgin bir etik anlayışıyla, çoğu sorunun çözümü, ötedünyaya ertelenmektedir. Ayrıca, bu anlayış ister istemez, “budünya amaçlı etik” ile “ötedünya amaçlı etik” olarak çifte standarda yol açmaktadır: “ Hiç ölmeyecekmişsin gibi çalış, yarın ölecekmişsin gibi ibadet et” deyişi buna örnek olarak gösterilebilir.
Konfüçyüs ahlakı: Dinsel etik anlayışının karşısındaki laik etik anlayışlarından birinin Konfüçyüsçülük olduğu söylenebilir. Konfüçyüs’e göre (MÖ 551-478) tanrılara saygı göstermeliyiz; ancak sorunlarımızı çözmek için onlardan yardım beklememeliyiz. Çünkü onların ne düşündüklerini bilemeyiz. Dolayısıyla bu dünyadaki ilişkilerimizi kendimiz düzenlemek zorundayız. Konfüçyüsçü bilginlik, böylece, budünya-ötedünya gibi çifte standarda düşmemiş görünür. Ama, eşitsizlikçi bir dünya görüşüne sahip olunduğundan, mandarinlerin üstleriyle, astlarıyla ve halkla ilişkilerini düzenleyen 300 dolayında kuralla, aynı konuda bile mandarinler arasında görev gereği görev dışı ilişkilerde, üstüne farklı, astına farklı davranılması istenmiştir. Halka farklı davranış gösterilmesi istenen “çokstandartlı” bir “sıradüzeni etiği” yaratılmıştır. (13)
Machiavelli ahlakı: Sık sık, Machiavelli’nin Prens adlı yapıtında “amaca ulaşmada her araç meşrudur” ilkesine dayanan Makyavelizm anlayışından söz edilir. Makyavelizm, aşağıda anlatılacak olan Kantçı ahlak ölçütüne vurulduğunda, toplumsal çapta işlerliğe sahip olabilecek bir davranış rehberi olarak görünmemektedir. Gerçekten, bu ilkeye göre davrananların, bu yolda öteki insanları araç olarak kullanabilenlerin sayısı arttıkça, amaçlarına ulaşmaları güçleşecek, giderek olanaksızlaşacaktır.
Ancak, Machiavelli’in (1469-1527) bu ilkeyi, yönetilenlerden çok yöneticiler için geliştirdiği anımsanmalı. Yönetilenlere değil yöneticilere seslendiği unutulmamalı. Ayrıca Machiavelli, her amaca ya da herhangi bir amaca ulaşılması için her araca başvurabileceğini yazmış değildir. Kafasındaki bilinmez, ama yazdıklarında sözünü ettiği (İtalya’nın siyasal birliği gibi) bir “yüce amaç” olsa gerektir. Yalnızca İtalya’nın tek bir egemen altında birliğini sağlamaya çalışan (Borgia gibi) yöneticiler değil, çağının yöneticileri, hatta günümüze dek birçok yönetici, çoğu örnekte, onun bu sesine kulak vermiş görünürler. Makyavelizm izlendiğinde, bazı amaçlar için farklı bazıları için farklı, sonuçta yönetenler için farklı, yönetilenler için farklı, dolayısıyla çifte standartlı bir ahlak anlayışından kurtulunamayacaktır. Öte yandan böyle bir anlayış, en büyük amaç karşısında öteki amaçların durumu (amaçlar hiyerarşisi) ve “amaç-araç ilişkisi” gibi büyük ahlak sorunlarına çözüm getirememektedir.
Kant ahlakı: Ödev ahlakını formülleştiren Kant (1724-1804) bir davranışın ahlaka uygun düşüp düşmediğini ortaya koyacak akılsal bir ölçüt geliştirmiştir. Ölçüt olarak, bir davranışın herkesin
izleyebileceği nitelikte bir davranış olup olamayacağına bakılmasını önermiştir. (14) Örneğin bir kimsenin yerine getiremeyeceğini bildiği bir sözü vererek amacına ulaşmaya çalışması, ahlaklı (ve de akıllı) bir davranış olmayacaktır. Çünkü herkes bu yönde davranırsa, yani senin gibi onlar da sözlerinde durmazlarsa, sen de amacına ulaşamazsın, kimse de amacına ulaşamaz. Sözünde durmama, bir genel ahlak ilkesi düzeyine çıkarılamaz.
Kant’ın bu ahlak ölçütüne vurarak ulaştığı en temek ahlak ilkesi, bir kimsenin, kendisine yapılmasını istemediği şeyi başkalarına yapmamasıdır. Böyle bir ilkenin herkesçe izlenip gerçekleştirilmesi olanaklıdır. Genel davranışlar alanı için oldukça sağlam görünen bu ahlak normu da, ne yazık ki, siyasal ahlak alanında o denli uygulanabilir görünmemektedir. Şöyle ki, “başkalarının seni yönetmesini istemiyorsan, başkalarını yönetmeye kalkma” önermesinin gereği yerine getirilemez. Yöneten-yönetilen farklılaşmasına uğramış bir toplumda siyasal alanın her ilişkisinde kullanılamaz.
Rousseau ahlakı: Bilindiği gibi yapıtı Toplum Sözleşmesi içinde tekin, azlığın, çoğunluğun değil, “genel istenç” (genel irade) dediği şeyin egemenliğinden söz eder. Yani kendini genel istencin temsilcisi yapan bir kişinin, bir kurulun, bir kurultayın yönetiminin yasal olacağı görüşünü savunur Rousseau (1712-1778). (15) Genel istenç, genel çıkarın (toplum yararının) temsilcisidir.
Ancak bu anlayış da, toplumsal yararın nerede olduğunu, onu kimin, kimlerin bilip, kimlerin dile getireceğini, o kimselerin hangi düzeneklerle ortaya çıkarılacağını (kısacası genel istencin gereklerinin nasıl gerçekleşebileceğini) gösterecek çözümler yaratamamaktadır. Dolayısıyla, genel istenç (halkın iradesi) hem halkın çıkarını temsil ettiklerini ileri süren kimselerin, hem de “sandıktan çıktığını” ileri sürerek, “erkeği kadın, kadını erkek yapmak dışında” her şeyi yapmaya yetkilerinin olduğunu düşünenlerin kalkanı olabilmektedir.
Kropotkin ahlakı: “Bir Evrim Öğesi Olarak Dayanışma” adlı yapıtında Prens Kropotkin (1842-1921) yaşam savaşı kavramı ve “yarışma etiği” yerine, “yardımlaşma” düşüncesini, “işbirliği etiği” denilebilecek ahlak anlayışını ön plana çıkarır. (16) Suçların ana kaynağının, varsıllığın (zenginliğin) yol açtığı tutkular ile yoksulluğun yok açtığı nefret olduğunu söyler. Devletin güce başvurarak sürdürmeye çalıştığı toplum düzeninin, gönüllü katılma ilkesine dayanan derneklerle yürütülebileceğini ileri sürer. Böyle bir toplumun siyasal düzeni, doğrudan demokrasiye benzeyecektir. Orada, burjuva sınıfının buluşu olan temsil kurumu bulunmayacaktır. Çünkü bir kimse başka bir kimseyi, hele birçok kişiyi temsil edemez. Temsil edebilmesi için onların yaşadığı yaşamı sürmesi gerekir ki bu da olanaksızdır. Söz konusu toplumun ahlak ilkesi ise “herkese gereksinimine göre” vermek olacaktır.
Kropotkin’in formülleştirdiği bu “anarşist düzen” etik anlayışının dayandığı temelleri daha tam ortaya koyabilmek için, esinlendiği gene anarşist bir düşünür olan Bakunin’in (1814-1876) bir kuşak kadar önce dile getirdiği, bir düşüncesinden de söz etmeliyiz. Bakunin gerçek ahlakın, cezalandırılma korkusuyla ve ödüllendirme umuduyla kurulamayacağını ileri sürmüştür. Bu yollar, vicdanın özgür kararlar almasını önlemekteydi. İnsanın, seçeneklerini, vicdanıyla baş başa kalarak değerlendirmesini, seçtiği değerleri benimseyerek izlemesini engellemekteydi. Gerçek ahlak, Bakunin’e göre, ceza korkusuyla, ödül umuduyla değil, salt iyilik isteğiyle kurulur.
Günümüze dek toplumsal çapta uygulamaya geçirilebilmiş olmayan böyle bir ahlak anlayışı, kuramda kalma durumunu sürdürmektedir. Ona dayanılarak çok geniş insan kitlelerinden oluşan çağdaş toplumların varlıklarını, kaostan uzak, düzen içinde sürdürmelerini sağlayabilecek çözümler önerilebilmiş değildir.
Popper ahlakı: Açık toplum kavramını savunan Popper, Açık Toplum ve Düşmanları adlı yapıtında (17), bilinenlerden farklı bir ahlak anlayışı önermiştir. Bir toplumda, kişisel yetenekleri ve konumları bakımından daha üstün durumda bulunanların, bu yeteneklerinin ve katkılarının karşılığı olarak, başkalarından daha fazla pay almaları gerekmez. Bununla alışık olduğumuz ahlak anlayışına karşı, onun tam zıddı denebilecek bir ahlak önerilmektedir. Üstün sayılan kimselere, daha fazla hakların ve ayrıcalıkların, daha büyük payların değil, daha büyük görevlerin ve daha büyük sorumlulukların düşeceği söylenmektedir. Bu, siyasal uzantıları, bildiğim kadarıyla daha işlenmemiş bir ahlak anlayışı olarak ortada durmaktadır.
Dewey-Özal ahlakı: İşbitirici ahlak, Dewey’in kurucusu olduğu “Pragmatist” (yararcı) felsefenin etik anlayışının çağdaş toplumdaki ve ülkemizdeki “oportünist” (fırsatçı) görünümüdür. Günlük dille söylendikte, yararcı felsefenin çıkarcı ahlakıdır. Sorunları çözmenin, iktidarı yıpratıcı, oyları alınan seçmenler çemberini daraltıcı sorunların çözümünden kaçarak, onları seçim dönemlerinin sonuna erteleyen demokratik dönemlerin “demokratik” denen politikanın “savsaklayıcı ahlak anlayışına” tepkiyle geliştirilmiştir. Aynı zamanda, demokrasinin çözemeyip biriktirdiği sorunları çözme işlevini gören “sorun çözücü” bir ara rejim ahlakıdır. Günümüzde ve ülkemizde tek seçenekli kalan (ya da böyle gösterilen) ekonomik-toplumsal düzende ve demokrasi içinde de uygulanabilip süreğenleştirilmeye çalışılmaktadır.
Toplumsal açıdan “işbitirici” görünen bu ahlaka, bireysel açıdan bakıldığında, onun “köşedönmeci” niteliği görülebilmektedir. Öte yandan, sorunları çözüş biçimi de “ilginçtir”. Sorun ya Gordiyon Düğümü örneğindeki gibi kesilerek, ya Kolomb’un yumurtası örneğindeki gibi kırılarak, ya da bir sorun çözülürken ileride karşımıza çıkabilecek yeni yeni sorunlar yaratılarak çözülmeye çalışılmaktadır.
Böyle bir ahlak anlayışının, sonuçta, sorunları kördüğüm edip, bir noktada tıkanacağı ortadadır. Öte yandan, bu işbitirici siyasal ahlak anlayışı, sorunların birey yaşamını aşan bir zaman perspektifi içinde ele alınmasına elvermez. Böyle bir perspektifi gerektiren toplum ve devlet kavramından çok, şirket anlayışına uygun düşmektedir.
Sorunları “her ne pahasına” olursa olsun çözme anlayışı, bu anlayışı benimseyenleri, onları her türlü yola başvurarak çözmeye yöneltir. Yani Makyavelizme sapmaya götürebilir. Ayrıca, sorun çözmenin amaç edinilmesi, aracın amaç edilmesi anlamına gelebilir. Böylece ahlakın temel direğini oluşturan amaç-araç ayrımı anlayışının yıkılmasına yol açabileceği unutulmamalıdır.
SONUÇ
Uzun boylu bir sunuştan sonra bir de uzun boylu bir sonuca kalkışmayacağım. Birkaç değinişle yetineceğim. Max Weber, kapitalizmin, Protestanlığın “püriten etik” anlayışından beslendiğini ileri sürmüştü. Ona nazire olarak yapıtının adını Mafya Ahlakı: Kapitalizmin Ruhu koyan Arlacchi (18), o düzenin ve de o ahlakın ulaştığı sonucun, mafyacılarla politikacılar arasındaki sıkı bir işbirliğine vardığını göstermeye çalışmaktadır.
Öte yandan, sınıflı toplumda, ya da sınıflı toplumların egemen olduğu bir dünyada, sınıf kategorisini görmezlikten gelen bir ahlak anlayışının, pratik siyasal ahlak sorunlarını çözemeyeceği anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak, toplumlararası ilişkilerde, etnik, ulusal, dinsel vb. etikler, karşımıza, sorun çözücü olmaktan çok sorun yaratıcı pratikler olarak çıkmaktadır. “Bölgesel” (dolayısıyla göreli) ahlak anlayışları niteliği taşımaktadır. Toplum içi ilişkilerde de, sınıfsal, yerel, bölgesel, cinsel çıkarların kalkanı olarak kullanılan ahlak anlayışlarıyla karşılaşılmaktadır. Öyleyse, ahlakın toplumda, tüm insanlığı kapsayan bir “insanlık etiği” ve tüm bireyleri aynı etik normlarda birleştirebilecek bir “emek etiği” yaratılıp geliştirilebilecek yönde dönüştürülmeye çalışılmadığı sürece, ne genel ahlak, ne de siyasal ahlak sorunlarının çözümünde önemli bir yol alınabileceğini söyleyebiliriz. Tersine, bilimsel ve teknolojik gelişmeler, gelir dağılımında eşitsizliğin artışına oranlı olarak, ahlaksızlığım çapını ve şiddetini artırmaktadır.
Dipnotlar
1) Örneğin bkz. Yavuz Abadan, Amme Hukuku (Ankara, 1952), s.14.
2) Örneğin Adil İzveren, Toplumsal Törebilim (Ankara, 1980) s.vı’da “insan bilincinde manevi öğeyi oluşturan ilkelerin tümü” nün sosyal ahlak kavramında toplandığını söylerken, aslında genel ahlak kavramını tanımlamış olmaktadır. Gerçekten, birkaç satır sonra,”sosyal ahlak genel ahlak öğretisinin bireyin toplum içindeki durumunu ve eylem düzenlemelerini konu alan özel bir bölümdür” denmektedir. Siyasal ahlak konusuna ise (s.333’te) “politikacının halka hesap verme anlamında siyasal sorunluluğu, politika ahlakının temelidir” diye yazmaktadır. Ahlak ile insan-insan ve onun bir görünümü olan birey-toplum ilişkilerinin sınırlarının çizildiği anımsanırsa, genel (ya da bireysel) ahlak-sosyal ahlak ayırımının yerinde olmadığı, ahlakın her zaman “sosyal” olacağı söylenebilir.
3) Bedia Akarsu, Ahlak Öğretileri, 1, Mutluluk Ahlakı (İstanbul 1965) ve Bedia Akarsu, Ahlak Öğretileri, 2, Ödev Ahlakı (İstanbul 1968).
4) Kitabı Mukaddes, 1981 baskısı, “Tesniye”bölümü, 5: 17-21: “Katletmeyeceksin. Ve zina etmeyeceksin. Ve çalmayacaksın. Ve komşuna karşı yalan şahadet etmeyeceksin. Ve komşunun karısına göz atmayacaksın; ve komşunun evine, tarlasına ve kölesine, ve cariyesine ve öküzüne ve eşeğine ve komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin.” 2001 baskısı. Yeni Çeviri’deki adlarıyla Kutsal Kitap, “Yasanın Tekrarı” bölümü, 5:17-21: Öldürmeyeceksin, zina etmeyeceksin, çalmayacaksın, yalancı tanıklık yapmayacaksın … diye gitmekte.
5) Bülent Dâver, Siyaset Bilimine Giriş (Ankara, 1976), s.121.
6) Örneğin antropolog Pierre Clastres, Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu (İstanbul, 1980), s.233’te, Amerikan Yerlisi Tobalar’ın şefi Kalanin’in, hiçbir ekonomik amacı olmaksızın, başka bir topluluğun kampını birçok kereler basıp insanlarını öldürüp derilerini yüzme alışkanlığından söz eder. Yakalanınca gördüğü, meşaleyi bedenine bastırarak söndürme, bilek derileri kesilip tendonları çekiştirilecek derecede ağır, hayvanlara bile yapılmayan işkencelere uğradığı anlatılmaktadır. Acıya dayanamayıp bağırırsa, ruhunun ağzından kaçmasıyla ölümsüzlüğü kaçıracağı korkusuyla bile olsa, gık dememiş olması “kahraman ahlakı” mı sayılacak? Bağırsaydı ahlaksız mı sayılacaktı?
7) Amerikan anarşist düşünürü Henry Thoreau (1817-1862) karşı olduğu savaş için kullanılacağı düşüncesiyle vergilerini ödemeyip Walden Gölü kıyısında kurduğu kulübede yaşamayı seçerek edilgin direniş örneği vermişti.
8) Krş. Walther Kranz, Antik Felsefe (İstanbul, 1976), s.32.
9) Efendi-köle ilişkisinde daha yüksek bir ahlak örneği olarak, İslamcı yazında, bilindiği gibi, Muhammed ile kölesi arası deveye nöbetleşe binilerek Medine’ye gidişleri verilir. Sırasını “ayıp olur” diye kendisine bırakan kölesinin önerisini dinlemeyip kente kölesinin deve sırtında, kendisinin yürüyerek girdikleri söylenir.
10) Yunan doğrudan demokrasisinde, kurra demokratik, seçim (varsılların kendilerini seçtirdikleri gerçekliğinin bilincine bizden fazla varmış olarak) oligarşik yöntem sayılıyordu. Çağımızın temsili demokrasisinde hileli kuranın yerini hileli seçimler almış görünüyor. Hileli olmasalar bile gerçekliği tepetakla göstermede kullanılan aşırı geliştirilmiş medya ve propaganda, seçimlerin üzerine koyu bir gölge düşürmektedir.
11) Bunun, bir erken ırkçılık örneği olarak “damızcılık” sayılabileceği yorumu için bkz. Alâeddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi (Ankara, 1993) s.45 ve 49.
12) Bkz. Alâeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi (Ankara, 2013) s.211-212.
13) Bkz. Alâeddin Şenel, İnsanlık Tarihi, (Ankara 2014) s.563; krş. Konfüçyüs, Konuşmalar (Ankara, 2008).
14) Bkz. Bedia Akarsu, Ahlak Öğretileri (İstanbul,1968 ) cilt 2, s.74.
15) Bkz. Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s.394.
16) Krş. Kropotkine, Anarşist Etik (Ankara, 1999) s.25 ve 36.
17) Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları (Ankara, 1967).
18) Pino Arlacchi, Mafya Ahlakı: Kapitalizmin Ruhu (İstanbul, 1991).
Kaynak: Bilim ve Gelecek, Sayı:126, Ağustos 2014, s.20-30