Ana Sayfa Dergi Sayıları 191. Sayı Kanal İstanbul yeni bir ihanet projesidir

Kanal İstanbul yeni bir ihanet projesidir

902

Söyleşi: Özer Or

Ülkemizin milyarlarca dolar parası olsa bile hatta tamamen bedava yapılacak bile olsa bu projenin gerçekleşmemesi gerekiyor. Bu proje ile birlikte 8500 yıllık İstanbul’u depremlerle çok daha büyük hasarların ortaya çıkmasına neden olacak, su havzalarını ortadan kaldıracak, bölgeyi yeni ve ciddi sorunlarla karşı karşıya bırakacaksınız.

Kanal İstanbul projesi iktidar tarafından yeniden gündeme getirildi ve kamuoyunda tartışılmaya başlandı. Bu konuda en önce sözünü söyleyecek kurumlardan biri de Türkiye Mimarlar Mühendisler Odaları Birliği. TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı Cemal Gökçe ile hem beklenen İstanbul depremi hem de Kanal İstanbul projesi üzerine geniş bir söyleşi yaptık. Bu sayımızda söyleşinin Kanal İstanbul bölümünü sunuyoruz. Depremi ele alan geri kalan bölümünü gelecek sayımızda okuyacaksınız. Söyleşiyi kendisi de inşaat mühendisi olan arkadaşımız Özer Or gerçekleştirdi.

Bir plan değil, irrasyonel bir proje
Kamuoyu beklenen Marmara Depremi’ni ve depremin İstanbul’u nasıl etkileyeceğini, yapılması gereken hazırlıkları tartışıyorken birden Kanal İstanbul projesi tekrar gündeme getirildi ve yalnızca onu konuşur olduk. Kanal İstanbul projesi bilim ve profesyonel meslek kesimleriyle tartışılırken sanki yalnızca bir suyolu projesiymiş, basit bir bağlantıymış gibi sunuluyor fakat kamuoyuna propagandası yapılırken, toplum ikna edilmeye çalışılırken başka bilgiler de ortaya çıkıyor. 3. köprünün iki ayağında iki yeni şehir yapılacağı ya da Kanal İstanbul’un etrafında turistik tesislerin olacağı, bunların Finans Merkezi, 3. Havalimanı ve Çanakkale köprüsü ile bir bütün oluşturabileceği gibi bilgiler. Burada son yılların moda tabiriyle “büyük resmi” görmek istediğimizde nereye bakmalıyız? Bu proje büyük bir planın detayı mı?

Önceden öngörülmemiş, üzerine düşünülmemiş, yani günü birlik ortaya çıkan bir proje olduğunu düşünmüyorum. Dikkat ederseniz proje diyorum; planlama demiyorum. Çünkü biz meslek insanları olarak hep şunun altını çiziyoruz: Bir planınız yoksa, kentleşmeyle ilgili kapsamlı, hatta o kentin anayasası olarak ifade edilecek bir planınız yoksa yaptıklarınız birer projedir. Yani öngörülebilir, yaşanabilir, sağlıklı bir çevre ve sağlıklı bir kent oluşturulması çerçevesinde bilimsel açıdan anlamlı değildir. Türkiye’de şimdiye dek yapılmış olanlar Kanal İstanbul başta olmak üzere bir planın parçası olarak değil, bir proje anlayışıyla gündeme getirilmiştir. Rasyonel akıl yerine irrasyonel bir akılla ortaya konmuştur.

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı Cemal Gökçe (solda) ile söyleşiyi arkadaşımız Özer Or gerçekleştirdi.

Oysa biz meslek insanları probleme analitik bütünlük içerisinde bakarız. Kentin tüm kaynaklarının kullanılması ve kentte yaşayan insanların yaşam, çevre güvenlikleri, konut güvenlikleri, sağlık ihtiyaçları, eğitim ihtiyaçları, ulaşım ihtiyaçları, oksijen ihtiyaçları, su ihtiyaçları yani doğadan yeterli ölçüde yararlanabilme ihtiyaçlarının karşılanması temel alınarak planlar yapılır ve kent o planlar çerçevesinde yönetilir. 2009 yılında İstanbul için hazırlanan 1/100.000 ölçekli İstanbul İl Çevre Düzeni Planı bazı itirazlarımız olmakla birlikte iyi bir plandı. O planda 3. Havaalanı yoktu, 3. Köprü yoktu, Avrasya Tüneli yoktu. Ama daha sonra ne yapıldı? Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve dönemin ulaştırma bakanı yanlarında dönemin başbakanı ile birlikte bir helikoptere binerek havadan İstanbul üzerinde incelemelerde bulundular ve sonra kendilerine dendi ki: “İstanbul’un şurasına köprü yapacaksınız, şurasına da havaalanı yapacaksınız, burada da denizin altından motorlu kara taşıtlarının geçeceği bir tünel yapacaksınız.”

Bu çalışmayı uzmanlarla birlikte harita üzerinde yapamıyorlar mı?
Yukarıdan bakmaları lâzım, çünkü aynı zamanda arazi seçiyorlar. Bu yapılan, bilgiyi, mühendisliği, mimarlığı, kent plancılığını, sosyal dönüşümü, sosyolojiyi, psikolojiyi, hukuku yani kentle ilgili bir araya gelmesi gereken ne kadar bilim ve bilgi alanı varsa tümünü devre dışı bırakmaktır. Kişisel tercihe dayalı, rasyonel olmayan bir karardır. 1. Köprü yapılacağı zaman “eğer İstanbul’a 1. köprüyü yaparsanız 2. köprü, 3. köprü arkasından gelir, engelleyemezsiniz, çünkü o bölgeler istemeseniz de yapılaşır” denmişti. O öngörüler gerçekleşti. 1. köprünün çevresi yapılaştı. 2. köprünün çevresi yapılaştı. Şimdi geriye kalan orman alanlarının yapılaşmaya açılması gerekiyor. 3. köprü yapıldı, kuzey otoyolu bağlantısı yapılıyor ama bir başka bağlantının daha olması lazım. 3. havaalanının da o bölgeye yapılmış olması lazım. Oysa biz meslek insanları ne diyoruz? Havaalanına ihtiyaç yok mu, var. Yola ihtiyaç yok mu, var. Var ama ihtiyaca göre planlanmalı ve olması gereken yere yapılmalı.

Mevcut Atatürk Havaalanı, yaklaşık olarak yılda 65-68 milyon yolcu taşıyan bir havaalanıydı. Dünyanın önemli ve büyük havaalanlarından birisiydi; büyütülebilirdi. Sabiha Gökçen Havaalanı var; büyütülebilirdi. Çorlu’da bir havaalanı var; büyütülebilirdi. Ayrıca 1/100.000’lik çevre düzeni planında 3. havaalanına ihtiyaç olacağına karar verilmişti. Yer olarak da Silivri belirlenmişti. Kadir Topbaş’ın “biz İstanbul’un anayasasını yaptık” diyerek duyurduğu anayasa kısa bir süre sonra devre dışı kaldı. Planda yani “İstanbul’un anayasasında” olmayan 3. Köprü İstanbul’un en kuzeyine yapıldı. Nereye yaparsanız yapın, İstanbul’un ulaşım sorununu köprüyle çözmek mümkün değil. Yıllardır ifade ediyoruz. Ama 3. Köprü bu sefer hiç yapılmaması gereken bir yere yapıldı. Arkasından 3. Havaalanı yapıldı. İstanbul’un su havzaları, orman alanları, göçmen kuşların uçuş rotaları açısından sakıncalı, hâkim rüzgârların özellikle kış mevsimlerinde sıkıntı yaratacağı bir bölge. Üstelik Atatürk Havaalanı gibi bir havaalanı da ortadan kaldırılıyor. Bir havaalanının kendisini inşaat projesi anlayışı içerisinde yapabilirsiniz. Yani tekniğin, teknolojinin bu kadar geliştiği bir dönemde yapılamaz denecek hiçbir proje yoktur artık. Yeraltında, yerüstünde, su içinde, su üstünde her türlü yapıyı yapmak mümkün. Ama onu yaparken onun çevresinde lojistik bir alan oluyor. Onun çevresinde altyapı, yapılaşma oluşuyor. O altyapının yapacağın yeni havaalanında oluşması eski sistemle çalışabilmesi için en az 20 yıllık süreye ihtiyacınız var. Bırakın 20 yıllık süreyi, var olan önemli bir havaalanını kapatarak en büyük suçu işliyorsunuz. Araştırıldığında dünyanın hiçbir yerinde yılda 68 milyon yolcu taşıyan bir havaalanı kapatılmamıştır. Bu Türkiye’ye özgü bir durumdur.

“Yapamazlar, yapmazlar” deniyor; “bu proje rasyonel değil,” deniyor. Değil ama burada rasyonel akıl zaten yok. Onun için havaalanını da yaptılar, 68 milyon yolcu taşıyan havaalanını da kapattılar. Bugün de yıkmayı düşünüyorlar. Oysa yıkmamaları gerekir. En azından deprem durumunda, çok sıkıntılı dönemlerde kullanılabileceği için muhafaza edilebilecek bir havaalanıdır. Millet bahçesi diyorlar, başka şeyler düşünüyorlar. Çünkü kafaları inşaata ve oradan gelecek paraya göre çalışıyor. İstanbul’un kuzeyindeki su havzalarını, orman alanlarını tahrip ettiler. “Biz üç milyonluk bir kent oluşturacağız” diyorsunuz. O zaman 3. köprüyü yapıyorsunuz, 3. Havaalanını yapıyorsunuz ama o bölgeye bu kadar insanı çekebilecek bir ortam yaratamıyorsunuz. Gazetecilerin ve bir kısım araştırmacıların söylediğine göre o bölgede birçok arazi de kapatılmış, tarlalar el değiştirmiş.

 ‘Marmara Denizi oksijensiz kalır’

Yabancılar tarafından da büyük araziler satın alındığına dair haberler çıktı.
Bir röportaj sırasında CNN’in o zamanki muhabiri bana demişti ki, “3. köprü ortada yok ama bölgede yollar yapılıyor”. Ben de “3. köprünün saklı yollarıdır, projeyi birden ortaya çıkaracaklar” demiştim. Aynı durum Çanakkale köprüsünde de oldu. O taraftaki yollar yapılıyordu, köprü henüz ortada yoktu ama daha sonra ortaya çıktı. Önemli ölçüde arazi kapatılmıştı o bölgelerde.

3. Havaalanı İstanbul su havzalarının, orman alanlarının, göçmen kuşların uçuş bölgelerinin, hakim rüzgarların özellikle kış mevsimlerinde sıkıntı yarattığı/yaratacağı bir bölgeye yapıldı.

Kanal konusuna gelecek olursak, Karadeniz’in bir durumu vardır. Tatlı su akıntılarıyla, nehirlerle beslenir. Marmara Denizi’nin bir akıntı durumu vardır. Alttan Karadeniz’e gider. Akdeniz’den gelen tuzlu suyu alttan Karadeniz’e geçirir. Boğaz’da üstten Karadeniz’in tatlı suyu Marmara’ya, alttan tuzlu su Karadeniz’e geçer. Çok uzun zaman içinde bir denge oluşmuştur. Boğaz, aslında bugün Karadeniz ile Marmara arasında bir denge, dolayısıyla Karadeniz ile Akdeniz arasında bir denge oluşturuyor. Karadeniz’den gelen su aynı zamanda organik maddeler bakımından oldukça zengin bir sudur. Niye Akdeniz’de fazla balık yok, ekonomik balıkçılık yok? Karadeniz ve Marmara’da niye var? Bunu da biliminsanları organik maddelerin ve balıkları besleyecek yiyeceklerin bol olmasına bağlıyor. Tabi onun ilk 30 metrelik derinliğinde bu canlıların olduğu söyleniyor. İlave bir kanalla Karadeniz’in suyunu Marmara’ya akıtırsanız bu organik maddelerin Marmara’da daha fazla ve hızla birikeceği öngörülüyor. Marmara aynı zamanda gittikçe kirlenen bir iç deniz. Karadeniz zaten çok kirli, Tuna’nın atıklarını, Doğu Avrupa’nın atıklarını akıttığı bir deniz. Marmara’da o organik maddeler birikecek, artacak, zamanla oksijensiz bırakacaktır. Canlıların yok olmasına, gazların ortaya çıkmasına, bundan dolayı kötü bir kokunun yayılmasına neden olacak.

Hidrojen sülfür açığa çıkacak deniyor.
Evet. Bir kere, yapacağınız kanalla bu dengeyi bozacaksınız. İkincisi, bir kanal açıyorsunuz; açmış olduğunuz kanal Karadeniz’i Küçükçekmece’ye bağlıyor. O arada Istrancalar’dan gelen suyu, Küçükçekmece Gölü’nü, Terkos Gölü’nü tuzlanmaya terk ediyorsunuz.

Rant ve emlâk projesi

Sazlıdere Barajı da tamamıyla ortadan kaldırılıyor galiba?
Evet. Terkos Gölü ise tuzlanıyor. İlgili biliminsanları gibi biz de bir yanıyla suyla uğraşan bir mesleğin insanlarıyız. Kanal açtığınız zaman oranın yeraltındaki su dengesini bozuyorsunuz. O havza bozuluyor. Bozulunca tuzlu su tatlı suyla karışacak. Trakya’nın tarım alanlarının sulanmasını sağlayan tatlı suyun tuzlanmasına neden olacak. Aynı zamanda Terkos Gölü, İstanbul’u besleyen Terkos Barajı’nın suyu da tuzlanacak. Bunun yanında Trakya’nın nüfusu 45 milyona, İstanbul’un nüfusu 16 milyondan 25 milyona çıkacak. Bunu siz zaten kendiniz öngörüyorsunuz. Bir taraftan da 3. köprü, 3. havaalanı, kanal projesi ve Çanakkale köprüsü ile birlikte o alanı düşünmek lazım. O alandakilerle birlikte İstanbul’da oluşacak bir adada kalmış 8 milyonluk bir nüfus besleyeceksiniz. Trakya bölgesini yapılaşmaya açacaksınız. Istırancalar’dan gelen, Sazlıdere’yi besleyen suyu yok ederseniz, Terkos’u yok ederseniz, bugün Melen’den gelecek olan su bile getirilemiyor durumdayken, İstanbul’u besleyen barajların su seviyesi % 38’lere inmişken 45 milyon nüfusa çıkacak Trakya’ya, 25 milyona ulaşacak İstanbul halkına nasıl su vereceksiniz?

Kanal projesiyle İstanbul’u ve Trakya’yı tümüyle yok ediyorsunuz. İstanbul’u yeni altyapı problemleriyle karşı karşıya bırakıyorsunuz. Her iki tarafta köylerin arazilerini bölüyorsunuz. Yedi ilâ dokuz köprünün yapılacağı ifade ediliyor kanal üzerine. Bu köprüler ile yeni bir altyapı ve ulaşım problemi ortaya çıkarıyorsunuz. Zaten 2018 yılında, 1/100.000’lik İl Çevre Düzeni Planı’nda yapılan değişiklik ile 27966 hektar alanı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı imara açtı. Kendilerinin de açıkça ifade ettiği o bölgenin imara açılıp 3 milyon mertebesinde nüfusun yerleştirileceği, kanalın her iki yanında villaların, lüks inşaatların olacağı ve onların da satılarak yeni bir rant ilişkisinin oluşturulacağı. Bu kendi düşünceleri olarak açıklanmışken, yandaş radyo, televizyon ve yazılı basında, “biliminsanı” da demek istemediğimiz unvan sahibi bir kısım insanların, geçmişteki yerel yönetimin ve merkezi yönetimin mensuplarının “evet biz bölgeye belli sayıda insan yerleştireceğiz” demesine rağmen bu iddiaları reddettiklerini görüyoruz. Açıkçası bu proje Karadeniz’i, Marmara’yı, Trakya bölgesinin tamamını ve İstanbul’u baskı altına alacak. Kanal projesinin bir suyolu projesi değil, bir rant projesi olduğu açık. Bölgede ekoloji bozulacak, iklim bozulacak, yeni bir iklim ortaya çıkacak.

 Projenin asıl gerekçesi olarak ileri sürülen Boğaz’dan gemi geçişindeki yoğunluk. Yapılan projeksiyonlarda 2050’lerde geçen gemi sayısının 80 bini bulacağı gibi öngörüler var. Ama sizin farklı açıklamalarınız oldu. Gemi sayısının şu an zaten düşmekte olduğunu ifade ediyorsunuz?
2007 yılında 56 bin gemi olan yıllık boğaz trafiği son yıllarda 44 bin mertebesine inmiş. Ayrıca teknolojik düzeyde ortaya çıkan gelişmeler İstanbul Boğazı’nda karşılaşılan kazaları oldukça azalttı. Samsun, Ceyhan arasında 2010 yılında birçok etüdü de tamamlanmış olmasına rağmen her nedense yapılamayan boru hattı, yapıldığında bu ihtiyacı daha da azaltacak. Artık petrol borularla taşınıyor. Gelecek yıllarda Samsun-Ceyhan boru hattı yapılacak. Bütün bu bilimsel verileri dikkate aldığımızda Montrö anlaşmasını devre dışı bırakıp Karadeniz’de ve Marmara’da bekleyen o tankerleri bir taraftan bir tarafa geçirerek para almak gerçekçi değil. Ülkemizin döviz kazanma projesi değildir bu proje. Birçok şeyi üst üste koyup değerlendirdiğimizde bir su projesi değil bir rant projesi olduğunu görürüz.

Çünkü bu proje bir plana dayanmıyor. Plan yapılırken bir fizibilitenin yapılması gerekir. Bu fizibiliteyle birlikte fayda ve zarar tablosu ortaya konmalıdır. Hazırlatılmış olan bir çevresel etki değerlendirme raporu bu kanal projesinin yapılmasını öngörülebilir kılmak amacıyla ortaya konmuştur. Fayda ve zarara yönelik bir açıklama, bir bilimsel değerlendirme yoktur. Bu projenin yapılmaması gerekir. Çünkü bizim yapmış olduğumuz açıklamalara karşı bilimsel olarak “hayır, siz doğru düşünmüyorsunuz, iklimi bozmayacak, bölgenin su rezervini etkilemeyecek, Marmara ve Karadeniz’in ekolojisini etkilemeyecek” gibi bir öngörü, ciddi bir çalışma ve fizibilite yoktur. Tüm bu değerlendirmelere baktığımızda tekrar altı çizilmesi gereken konu şudur ki, İstanbul Havaalanı, 3. Köprü, Çanakkale köprüsü ile birlikte İstanbul’un kuzeyinde ve Trakya bölgesinde yapılaşmamış alanları imara açacak olan yeni bir rant ve emlak projesidir. İstanbul ve Trakya’nın yok oluş projesidir.

Ülkemizin milyarlarca dolar parası olsa bile hatta tamamen bedava yapılacak bile olsa bu projenin gerçekleşmemesi gerekiyor. Bu proje ile birlikte 8500 yıllık İstanbul’u depremlerle çok daha büyük hasarların ortaya çıkmasına neden olacak, su havzalarını ortadan kaldıracak, bölgeyi yeni ve ciddi sorunlarla karşı karşıya bırakacaksınız. Bu bağlamda fazla paranız olsa ne olur olmasa ne olur? İnsan yaşamını engelleyecek, insanları zehirleyecekse ve bunu biliyorsanız bankada veya cebinizde milyarlarca dolar olmasının bir kıymeti var mı? Varlığınız, yaşamınız yok oluyor. Dolayısıyla bu kanal projesi “ülkemizin şu kadar borcu var, ekonomik olarak paralar başka yerlere harcansın” tartışmasının konusu değildir. Elbette ki ülkemizin kaynakları doğru bir şekilde kullanılsın. Böyle konularda farklı düşünmeyiz, fakat geçmişte “biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz” denmişti. Bu da yeni bir ihanet projesidir. Kanal yapılırsa ihanet katlanarak devam edecektir. Bunun altını çizmek isterim.

Kanal İstanbul ve deprem

Yeni yapılacak kanal çevresinde belli yerleşim alanları öngörülüyor. Bu yerleşim nüfusunun da 1,5 ilâ 3 milyon olacağı söyleniyor. Bu nüfusun da İstanbul’un mevcut nüfusunun oraya göç etmesi, transfer edilmesi şeklinde olacağı ifade ediliyor. Göç edenler yüksek gelir grupları olacaklar. Okuduğum bazı yazılarda şehir plancılarının kentsel çöküntü alanlarının İstanbul içinde artacağı, bunun da deprem açısından yeni riskler ortaya çıkaracağı yönünde uyarıları vardı. Mevcut şehir yapısı bu durumdan nasıl etkilenir?
Ben Türkiye ve İstanbul içerisinde bulunan varlıklı kesimlerden çok yabancıların Katar ve Kuveyt gibi ya da Rusya’da yaşayan bazı çevrelerin bu bölgede araziler kapatmış olduklarını duyuyorum. Bunun daha ağırlıklı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca kentimizde veya Türkiye’nin farklı yerlerinde varlıklı olan insanların bu bölgeye göz koyduklarını, mutlaka bu bölgede bir konut sahibi olmayı düşündüklerini de tahmin ediyoruz. Bunlar mümkün. Fakat bunların İstanbul merkezlerinden gitmesiyle kent merkezlerinde bir çöküntü alanı oluşup bu bölgelerin depreme daha elverişli bir hale geleceğini çok doğru bulmuyorum. Ben zaten kentin depreme tümüyle güvensiz ve çöküntü noktasında olduğunu düşünüyorum. İstanbul’un yaşayacağını bildiğimiz 7 ve üzeri bir depremde İstanbul merkez de dahil olmak üzere özellikle 2000 öncesi yapılmış yapıların önemlice bir kısmının gözden çıkarıldığını, bugüne kadar yapılmış olan uygulamalarla bu yapıların önemli ölçüde hasar göreceklerini düşünmek gerekiyor.

Kanal İstanbul ile birlikte tüm denge bozulacaktır. Açmış olduğunuz kanalla Karadeniz’i Küçükçekmece’ye, o arada Istrancalar’dan gelen suyu, Küçükçekmece Gölü’nü, Sazlıdere Barajı’nı ve Terkos Gölü’nü tuzlanmaya terk ediyorsunuz.

O yanıyla İstanbul’un kanal projesinin çevresine ciddi ölçüde göç vererek kent merkezlerinin boşalacağı çok gerçekçi gelmiyor bana. Boşalmayacak kent merkezleri. Şundan dolayı da boşalmayacak. O bölge bir sayfiye bölgesi olarak kullanılır belki ama kent merkezleri kısa vadede kent zenginleri tarafından terk edilmiş olsa bile uzun vadede kent merkezlerinden kimse vazgeçmiyor. Çünkü kent merkezlerinin olanakları, altyapısı, hastane, okul benzeri imkânları yeni yerleşim yerlerine göre çok daha gelişkindir. Dolayısıyla kent zenginlerinin ve varlıklı insanların başta gitse bile kısa bir süre sonra döneceklerini düşünüyorum. İstanbul depreminin etkisi daha çok bir bölgeye 8 milyon insanın yığılmış olması, kentin bütünüyle deprem güvenlikli hale getirme çerçevesinde planlanmaması ilgili bir konu olarak düşünülebilir. Bu yanıyla kent merkezlerinin yeniden rehabilite edilme konusu gündemde olmalıdır. O bakımdan da kanal projesine karşı çıkmak lazım. İkinci olarak da İstanbul’un ciddi bir deprem beklediğini, İstanbul’un 8500 yıllık önemli bir kent olduğunu, İstanbul’un artık göç alan değil, göç veren bir kente dönüşmesi gerektiğini vurgulamalıyız.

Ne yapacağız İstanbul göç verdiği zaman? O giden insanların terk ettikleri konutlarla çöküntü alanı mı oluşturacağız? Başka çözümler, başka planlamalar olabilir. Zaten İstanbul’u masa üzerine yatırıp bundan sonra da artık 1999’dan bu yana ortaya konulamayan bir anlayışın yeniden oluşturulması gerekiyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi deprem ile ilgili ulaştırma ile ilgili, ekosistemle ilgili bir dizi çalıştaylar yapıyor. Bu çalışmalar birleştirilebilir. 2003 yılında dört üniversitemizle yapılmış olan İstanbul Deprem Master Planı çalışması tekrar gündeme getirilip bütünlüklü bir çerçevede İstanbul yeniden planlanıp o plan doğrultusunda en riskli bölgelerden başlanarak İstanbul rehabilite edilebilir. Her halükârda İstanbul’un masaya yatırılıp gerekirse bazı yapılar kamulaştırılarak depreme hazırlık amacıyla yeni boş alanlar yaratılabilir. Zannedilebilir ki toplanma alanları depreme kadar işlevsiz bekleyecektir. Bu bölgeler park, bahçe olarak kullanılır. Çocukların gezme, eğlenme yerleri olarak kullanılır. Rehabilitasyon alanları olarak kullanılır. Karşılaşacağınız bir depremde de gidip oralarda güvenlikli bir hale gelinceye kadar, depremin artçıları geçinceye kadar veya hasar gören yapılar onarılıp güçlendirilene kadar o bölgede kalırlar. Bu yanıyla bütünlüklü bakmanın da daha doğru olacağını düşünüyorum.

 Bu anlayış sürdürülebilir değil

Şu anda inşaat sektörü krizde. Bu projeler inşaat sektörünün krizini aşma niyeti bakımından yeterli mi? Bu tarz çözümler bir kriz erteleme stratejisi gibi tekrar tekrar gündeme getirilmiş olmuyor mu? Her seferinde yeni alanlar yapılaşmaya açılıyor. Doğal ve kültürel miras yok ediliyor. Bu da bittiğinde ne gelecek gündeme? Marmara’yı mı dolduracağız? Karadeniz’e mi çıkacağız? Bu durum inşaat sektörünün, hatta Türkiye ekonomisinin genel bir problemi haline gelmedi mi? Müteahhitlik sektörü Türkiye’nin bütün doğasını, şehirlerini tüketen bir yapıya dönüşmüş gibi görünüyor. Bu konudaki düşünceleriniz nedir?
Doğru söylüyorsunuz. Ne oldu, hatırlayalım. 2012 yılına kadar var olan kamu kaynaklarını, özelleştirmeden ortaya çıkan veya kamuya ait olan Cumhuriyet döneminin ortaya koymuş olduğu sit arazilerini de dahil olmak üzere kullanarak ve göç yoluyla oluşan nüfusu da bu alana yönlendirerek, inşaatlar yaparak Türkiye’de bir canlılık oluşturmaya çalıştılar. Oldukça bol miktarda sıcak paranın geldiği bir dönemdi. Rahatlıkla borçlanılabiliyordu. Bugün dünyadaki ülkelerin kalkınabilmeleri, gelişebilmeleri için özellikle endüstri 4.0 döneminde kalkınma projelerini mutlaka oluşturmaları gerekir. Türkiye de eğer yeni kuşaklara iş alanları yaratacaksa, her yıl milyon mertebesinde yeni nüfus artışı kadar istihdam edeceği yeni üretim alanlarını oluşturması lâzım.

Burada inşaat sektörünün 2010 sonrası dönemde denediği ve duvara tosladığı krizin yeniden rasyonel aklı hâkim kılması gerekir diye düşünüyorum. Çünkü inşaat sektörü belli sürelerde istihdam yaratabilir. Ondan sonra biter. Oysa yapacağınız fabrikalar katma değeri yüksek, teknoloji kullanılan mallar üretiyorsa sürekli istihdam yaratır. Altyapı ve üstyapıya yönelik olarak elbette ki birtakım yapılara ihtiyacı var Türkiye’nin. Metroya, yola, hastaneye, okula ihtiyacı var. İhtiyaç temelli ve belli bir planlama çerçevesinde bunları yapmak zorundadır. Örneğin, “20 sene sonra İstanbul’un ne kadar suya ihtiyacı olacak? 20 sene sonra kaç yataklı hastaneye ihtiyacı olacak? Var olan metro sistemini 20 sene sonra artan nüfusa bağlı olarak nerelere uzatmanız gerekir?” gibi sorular çerçevesinde bir planlamayla inşaat sektörünü organize etmesi gerekir.

Kanal projesi istihdamı kısa erimli. O eskidendi ve tükendi. O kadar sıcak para bulma noktasında değil artık Türkiye. Çünkü 500 milyar doları aşan dış borcu varsa ve bunun kısa vadede ödenmesi gereken kısmı yaklaşık 120 milyar dolarsa o fırsat kaçırılmıştır. Özellikle 2002 sonrası dönemde üretime yönelik olarak o sıcak parayı kullansaydınız bugün hem borçlarınızı ödemiş olurdunuz hem de kazançlı çıkardınız. Yapacağınız kanal projesi ülkemizin inşaat sektörünü canlandırır gibi görünür ama sorunu çözmez.

Türkiye’nin inşaat üretim sürecindeki tasarım süreci problemlidir, yapı tasarımları deprem yönetmeliklerine uygun olarak gerçekleştirilmemektedir.

Soruyorlar: “Çıkacak olan bu topraklar ne olacak?” Toprak da teknik olarak çok sorun değil, bir yerlere aktarırsınız. Deniyor ki “Marmara Denizi’nde yapılacak olan adalar var”. Ama biz Değirmendere’yi hatırlıyoruz. Dolgu alanı üzerine yapılmış olan bir projeydi. Binalar vardı. 7,4 büyüklüğünde deprem o binaları denizle buluşturdu, su altında kaldılar; şimdi balıklar orada yuva yapıyor. Dolayısıyla siz Marmara Denizi’nde veya Karadeniz’de, Terkos’un önünde adalar yapabilirsiniz. Oraya da Dubai’de olduğu gibi lüks villalar veya gökdelenler yapabilirsiniz. Ama unutmamak lazım ki, dolgu alanları, tekniğine ne kadar dikkat ederseniz edin deprem çerçevesinde riskli olacak en önemli alanlardır. Marmara Denizi’nde Büyükada, Heybeliada yakınında, fakat denizin altında bulunan bir kısım adaların depremle çöktüğünü, su altında kalmış olduğunu biliyoruz. Doldurularak yapılacak o adaların da çökebileceğini, denizin altında kalabileceğini öngörmek gerekir.

Kazıyı yaparsınız, Karadeniz bölgesine aktarırsınız o toprağı, problem değil ama bunu yine iklim ve ekoloji ile birlikte düşünmek lâzım. Çünkü bununla birlikte o bölgenin ekolojisini ve iklimini de problemli hale getirirsiniz. Hangi kanal projesini yaparsanız yapın, bunlar bittikten sonra başka benzerleri gibi Karadeniz’i veya başka bir yeri toprakla doldurabilirsiniz. Bir yeri kazıp başka bir yeri doldurmak isteyebilirsiniz, kamyonlarınıza iş çıkarabilirsiniz ama bu sürdürülebilir bir anlayış değildir. Kalıcı çözüm değildir. Mutlaka ülkenin üretime yönelmesi gerekir. Katma değeri yüksek teknolojilere yönelmesi gerekir. Endüstri 4.0 döneminde basit tekniklerle, basit teknolojilerle ihtiyaç temelli bile olmayan projelerle inşaat sektörünü canlı tutmaya çalışarak ülkemizi yönetebilme, yeni işgücüne, genç insanlara, gelecek koşullara iş bulabilme şansınız yoktur. Bu anlayış sürdürülebilir değildir.