Ana Sayfa Dergi Sayıları 201. Sayı Bizim devrimimiz

Bizim devrimimiz

159
0

Sosyalizmin kurulması için uygarlığın gerekli olduğunu söylüyorsunuz. Çok güzel. Peki ama, toprak ağaları ve Rus kapitalistlerini defetmek gibi uygarlık için gerekli ön koşulları önceden yaratıp, sonradan sosyalizme neden yönelmeyelim? Olayların alışılagelmiş tarihsel gelişiminde bu tür farklılaşmalara yer verilmeyeceğini nerede, hangi kitaplarda okudunuz?

Lenin’in bu kısa yazısını Samir Amin’in makalesini tamamlamak amacıyla yayımlıyoruz. Amin, Lenin’in, devrimin artık “Batı”nın değil “Doğu”nun gündeminde olduğunu sezdiğini yazıyordu. Lenin, ölmeden bir yıl önce yazdığı bu makalede Rusya’da gerçekleştirdikleri devrimin tarihsel niteliğini net bir biçimde analiz ediyor. Üzerinden yüz yıl geçtikten sonra hâlâ bir tartışma konusudur bu. Dolayısıyla Lenin’in (aslında o günkü bir tartışmaya yanıt olarak yazılan) makalesi bugünkü tartışmaya da birinci elden bir yanıt olarak okunabilir. Art arda iki günde yazılan makale ilk kez 30 Mayıs 1923’te Pravda’nın 117. sayısında yayınlanmıştır. Biz, Ekim Yayınları’ndan çıkan “Son Yazılar Som Mektuplar” adlı kitaptan aldık (Çev. Seçkin Selvi Cılızoğlu, 1977, Ankara).

-I-

Son günlerde Sukhanov’un devrim konusundaki yazılarına göz attım. Yazılarda en şaşırtıcı yön, bütün küçük burjuva demokratların ve bütün İkinci Enternasyonal kahramanlarının bilgiçlik taslayışı oldu. Hepsinin aşırı ölçüde yüreksiz olmaları, Alman modelinden en ufak bir ayrılma söz konusu olunca en iyilerinin bile çekimser kalmaları, yani bütün küçük burjuva demokratların ortak yanı olan ve devrim boyunca sürekli ortaya koydukları bu özellik bir yana, insanı şaşırtan şey, geçmişe kul köle olurcasına onu taklit edişleri oluyor.
Hepsi de kendilerini Marksist olarak tanımlıyorlar. Ne var ki, onların Marksizm kavramı, dayanılmaz bir bilgiçlik taslamaktan öteye gitmiyor. Bunlar, Marksizmin belirleyici niteliğini, yani devrimci diyalektiği kesinlikle anlayamamışlar. Daha da ötesi, Marks’ın devrim sırasında azami esnekliğin gerektiği yolundaki açık seçik sözlerini bile anlayamamışlar. Marks’ın sanırım 1856’daki mektuplarında, Almanya’da devrimci ortamı yaratabilecek köylü savaşlarıyla işçi sınıfı hareketini birleştirebilme umudunu dile getiren sözlerini bile anlamamışlar. Küçük burjuva demokratlar, bu açık seçik sözleri bile kabullenmekten kaçınıyor ve bu sözlerin çevresinde, sıcak süt kâsesinin çevresinde dönen kediler gibi dolanıp duruyorlar.
Bunların tutumu, burjuvaziden kopmak şöyle dursun, burjuvaziden en ufak biçimde ayrılmaktan ürken korkak reformistler olduklarını ortaya koyuyor. Üstelik bunlar, korkaklıklarını atıp tutarak palavralar arkasında gizliyorlar. Tamamen kuramsal açıdan bile bakıldığında, bunların hepsinde göze çarpan ortak yön, bu Marksist görüşleri kavrama yeteneğinden yoksun oluşları: Bunlar şimdiye kadar, Batı Avrupa’da burjuva demokrasisinin ve kapitalizmin belli bir çizgiyi izlediğini görmüşlerdir ve bu yolun ancak mutatis mutandis yani (dünya tarihinin genel gelişimi açısından önemsiz sayılacak) ayrıntılarda gerekli değişikliklerin yapılması koşuluyla örnek alınıp izlenebileceğini anlayamamaktadırlar.
Bir: Birinci emperyalist dünya savaşıyla ilgili devrim.  Bu devrimin savaştan doğan bir takım nedenlerle yeni özellikler ya da eski modele oranla değişiklikler getirmesi kaçınılmazdı. Çünkü dünya o zamana kadar, hiç böylesi bir durumda böylesi bir savaş görmemişti. Savaştan bu yana, en zengin ülkelerdeki burjuvazinin bile “normal” burjuva ilişkilerini yeniden kuramadıklarını görüyoruz. Oysa bizim -devrimcilik gösterisindeki küçük burjuva- reformistlerimiz, normal burjuva ilişkilerinin kesin sınır (şu noktaya kadar gelinebilir, bundan öteye aşılmaz) olduğuna inanıyorlardı, hâlâ da inanmakta devam ediyorlar. Üstelik onların “normal” kavramı bile aşırı katı ve dar kapsamlıdır.

İki: Bu küçük burjuva demokratlar, dünya tarihindeki gelişmenin bütünüyle genel yasaları izlemekle beraber, bu yasalarla kısıtlanmadığı, tam tersine, belirli gelişme dönemlerinin bu gelişimin biçimi ya da süreci açısından kendine özgü nitelikler taşıyabileceği görüşüne tamamen yabancıdırlar. Örneğin, Rusya’nın uygar ülkeler ile ilk olarak bu savaşın kesin biçimde uygarlık yörüngesine soktuğu ülkeler (bütün Doğu ülkeleri ve Avrupalı olmayan ülkeler) arasındaki sınır üzerinde bulunması nedeniyle, genel çizgiden ayrılan belirli özellikler gösterebileceği, hatta gösterme zorunda olduğu bu küçük burjuva reformistlerinin aklına bile gelmiyor. Rusya’da ortaya çıkan farklılaşma, dünya gelişiminin genel çizgisini izlemekle beraber, Rus devrimini Batı Avrupa ülkelerinde olan devrimlerden ayırmakta ve devrim Doğu ülkelerine doğru yayıldıkça belirli bölümsel yenilikler getirmektedir.
Örneğin, Batı Avrupa Sosyal Demokrasisinin gelişimi sırasında bunların ezberledikleri görüş, yani bizim henüz sosyalizm için yeterince olgunlaşmamış olduğumuz, yani içlerindeki bir takım “bilgiç” beylerin ileri sürdüğü gibi sosyalizm için gerekli nesnel ekonomik koşulların ülkemizde bulunmadığı görüşü basmakalıp bir klişedir. Kendisini birinci emperyalist savaş sırasında yaratılan devrim ortamı içinde bulan halk, ne yapacak sorusunu sormak hiçbirinin aklına gelmez. Bu halk, içinde bulunduğu durumun çaresizliğinden ve umutsuzluğundan etkilenerek, alışılmışın dışında da olsa, olağanüstü de olsa, uygarlığın gelişmesini sağlayabilecek bir mücadeleye giremez mi?
“Rusya’daki üretici güçlerin gelişimi, sosyalizme olanak tanıyan bir düzeye varmamıştır.” Başta Sukhanov olmak üzere İkinci Enternasyonalin bütün kahramanları, bu sözü haykırmaktadırlar. Bu değiştirilemez sandıkları görüşü bin ayrı telden çalmakta ve bunun devrimimizi belirleyici mihenk taşı olduğuna inanmamaktadırlar.
Peki ama, güçlü güçsüz bütün Batı Avrupa ülkelerini kapsayan emperyalist savaşa Rusya’yı sürükleyen ve Rusya’yı Doğu’da oluşan veya kısmen başlamış bulunan devrimlerin başlangıcına tanık kılan durum, bizzat Marks’ın kendisi gibi bir Marksist tarafından 1856’da Prusya için olasılı görülen “köylü savaşı” ile işçi sınıfı hareketinin birleştirilebileceği bir noktaya Rusya’yı ve Rusya’nın gelişimini getirmişse, o zaman ne yapılacaktır? Bu, dünya tarihinin genel gelişme çizgisine girmekte veya girmiş olan bütün ülkelerin temel sınıfları arasındaki temel ilişkileri değiştirmiş midir?
Eğer sosyalizmin kurulması için belirli bir kültür düzeyi gerekliyse (bu “belirli kültür düzeyinin” ölçüsünü de kimse saptayamamaktadır, çünkü Batı Avrupa’nın her ülkesinde “belirli kültür düzeyi” kavramı değişir), işe bu belirli kültür düzeyini devrimci bir yoldan gerçekleştirip, sonradan işçi ve köylü hükümeti ve Sovyet sistemi kanalıyla öteki uluslara yetişmeye yönelmekle neden başlamayalım?
16 Ocak 1923

 -II-

Sosyalizmin kurulması için uygarlığın gerekli olduğunu söylüyorsunuz. Çok güzel. Peki ama, toprak ağaları ve Rus kapitalistlerini defetmek gibi uygarlık için gerekli ön koşulları önceden yaratıp, sonradan sosyalizme neden yönelmeyelim? Olayların alışılagelmiş tarihsel gelişiminde bu tür farklılaşmalara yer verilmeyeceğini, bu tür ayrılıkların olanaksız olduğunu nerede, hangi kitaplarda okudunuz?
Sanıyorum Napoleon şöyle demiş: “On s’engage et pui… on voit.” Şu anlama geliyor: “Önce ciddi bir savaşa girin, sonra ne olacağına bakın.” İşte biz önce, 1917 Ekiminde ciddi bir savaşa girdik, sonra da Brest Anlaşması, Yeni Ekonomik Politika, vb. gibi ayrıntılara (dünya tarihi açısından bunlar kesinlikle ayrıntı niteliğindeydi) baktık. Ve temelde zafere ulaştığımız kuşkusuzdur.
Daha da sağdaki Sosyal Demokratlar şöyle dursun, bizim Sukhanovlarımız bile devrimin bir başka biçimde yapılabileceğini akıllarından geçiremezler. Bizim Avrupalı dar görüşlülerimiz, bizdekinden çok daha geniş halk yığınlarına ve çok daha çeşitli, çok daha değişik toplumsal koşullara sahip Doğu ülkelerinde yapılacak devrimlerin, kesinlikle Rus devriminden çok daha başka özellikler taşıyacağını, çok değişik olacağını akıllarına bile getiremezler.
Kautsky çizgisinde yazılmış bir ders kitabının, o gün için yararlı olduğunu belirtmem gereksiz olur. Ancak, o görüşün dünya tarihinin bundan sonraki bütün gelişimini kapsadığı inancından vazgeçmenin artık zamanı gelmiştir. Böyle düşünmeye devam edenlerin, birer ahmak olduğunu söylemek yerinde olur.
17 Ocak 1923