Samir Amin / Çeviri: Onurcan Ülker
Paris Komünü ve Taiping Devrimi, kapitalizmin tarihte olsa olsa bir parantez olduğunu göstermektedir. Kaldı ki bu, kısa bir parantezdir. Kapitalizm, yalnızca, insan uygarlığının daha gelişkin bir aşamasını inşa etmek için kendisini geride bırakmayı/lağvetmeyi gerektiren koşulları -kısa bir süre içinde- yaratarak onurlu bir işlev görmüştür. Dolayısıyla, Paris Komünü ve Taiping Devrimi, çağdaş tarihin -20. yüzyılda gelişecek ve 21. yüzyıla da uzanacak olan- yeni aşamasını başlatmışlardır. Bunlar, kapitalizmin sonbaharına koşut olarak, halkların ilkbaharında, birbirini takip eden fasıllar açmışlardır.
İki yıl önce kaybettiğimiz Mısır kökenli Marksist toplumbilimci Samir Amin’in okuyacağınız makalesi Türkçeye ilk kez çevriliyor. Amin makalede sadece bir tarih tartışması yapmıyor; iki devrimin niteliklerinden yola çıkarak geleceğe de uzanmaya çalışıyor. Çeviri kaynağı: Amin, S. (2013). Forerunners of the Contemporary World: The Paris Commune (1871) and the Taiping Revolution (1851–1864) (Fransızcadan çeviren: V. Bawtree). International Critical Thought, 3 (2), ss. 159-164.
1871’in Mart ayından Mayıs ayına dek süren Paris Komünü ve 1851’den 1864’e dek süren Taiping Devrimi (ki ben buna, isyan yerine devrim demeyi tercih ediyorum), insanlığı tarihin bugünkü aşamasına taşıdı. Her iki olay da kapitalizmin ilerici niteliğine ilişkin yanılsamalara son verdi ve bunun sonbaharını muştuladı.
Bunlar, uzun vadeli etkileri nedeniyle son derece önemli devrimlerdi. Biri (yani Paris Komünü) ekonomik kalkınma anlamında İngiltere’nin hemen ardından ikinci sırada bulunan gelişmiş bir kapitalist merkezde gerçekleşirken; diğeri ise (yani Taiping Devrimi), dünyanın, küreselleşmiş emperyalist kapitalizmle, tahakküm altındaki bir çevre (periphery) olarak henüz yeni yeni bütünleşen bir bölgesinde patlak vermişti.
Bunların her ikisini bastıran da, biri Prusyalıların kanatları altına aldığı Versay’daki Fransız gericileri, diğeri ise (sonraları Mısır ve Sudan’da nam salacak olan) İngiliz General Gordon komutasındaki Avrupa emperyalizmi olmak üzere silaha sarılmış sermayeydi. Ne ki, bu devrimler, kendi çağlarının ötesine uzanarak yarının dünyasının nasıl olabileceğini gösteren olağanüstü vizyonları sayesinde, uzun erimde zafere ulaşmışlardır.
Paris Komünü, sosyalizmin ne olabileceğini açık seçik ortaya koymuştur: insan uygarlığının daha gelişkin bir aşaması. Bu, türünün şu ana kadar bildiğimiz tek örneği olan gerçek bir demokrasi inşa etmiştir. Burada söz konusu olan, salt bireylerin haklarını ve ifade ile örgütlenme özgürlüğünü güvence altına alan bir demokrasi değildir. Söz konusu olan, sermaye diktasının yerine üretim araçlarını kontrol eden işçilerin özgür birliğini geçirerek emeğin sömürüsünü ortadan kaldıran toplumsal bir demokrasidir. Komün, üretici yurttaşı tüketici yurttaşla ve siyasal yurttaşla ilişkilendirmiştir. Uluslararası evrenselliği kurmuş ve ister “Fransız” kökenli olsun, ister soyu “dışarıya” dayansın, bütün Paris sakinlerine aynı yurttaşlık haklarını sunmuştur. Kadına yönelik baskının kaldırılmasına önayak olmuştur. Marx, Komünarları, “göğü fethe çıkan” savaşçılar olarak tarif ederken hiç de haksız değildir.
Taiping Devrimi, Qing hanedanının despotik imparatorluk otokrasisini devirmişti. Benim haraca dayalı (tributary) olarak adlandırdığım (Çinli komünistlerin ise “feodal” dedikleri, ki bu anlambilimsel/semantik sorun tali önemdedir) bu toplumsal üretim tarzı aracılığıyla köylünün egemen sınıf tarafından sömürülme rejimini yürürlükten kaldırmıştı. Aynı zamanda Taiping Devrimi, özel ticareti de lağvederek, haraca dayalı sistemin çatlakları arasından sızmış olan kapitalizm biçimlerini de reddediyordu. Emperyalist sermayenin yabancı tahakkümünü de aynı coşkuyla geri çevirmişti. Ve bunu henüz çok erken bir tarihte, yani emperyalist saldırganlığın hemen başında, Çin’in küreselleşmiş emperyal kapitalizmin tahakkümü altındaki bir çevre ülkeye indirgenmekte olduğunu apaçık ortaya koyan 1840 Afyon Savaşı’nın üzerinden topu topu on yıl geçmişken yapmıştı. Taipingler, kendi çağlarının ötesinde bir tutum takınarak, çok-eşliliğe, cariyeliğe ve fuhuşa da bir son vermişlerdi.
Taipinglerin devrimi -ki onlar da “göğün çocukları”ydı-, emperyalist dünyada kapitalizmin çevresindeki halkların ilk devrimci stratejisini formüle ederek, sosyalizmin ve insan uygarlığının en gelişkin aşamasının temelini atmıştı.
Taiping Devrimi, (Çinli komünistlerin ileriki tarihlerde kullanacakları ifadeye atıfla) “anti-feodal, anti-emperyalist halk devrimi”nin atasıydı. Bu, 20. yüzyılı şekillendiren Güney (yani Asya, Afrika ve Latin Amerika) halklarının uyanışının habercisiydi. Mao’ya esin kaynağı olmuş ve modern dünya kapitalist sisteminin çevresindeki halklar için devrime giden yolu göstermişti ki bu yol, onların kendilerini uzun süreli sosyalist geçişe adamalarını olanaklı kılmıştı.
Ne Paris Komünü yalnızca Fransız tarihinden bir fasıldır ne de Taiping Devrimi yalnızca Çin tarihinin bir parçasıdır. Her iki devrim de evrensel öneme sahiptir. Paris Komünü, Birinci Enternasyonal’in (Uluslararası İşçi Birliği), şoven milliyetçiliği, sermayenin kozmopolitizmini ve geçmişin cemaatçi/komüniter kimliklerini ikame etmek üzere yaptığı “proleter” enternasyonalizmi çağrısını ete kemiğe büründürmüştür. Taipinglerin çağrısındaki evrensellik ise, Çin tarihine yabancı olmasına karşın -tuhaf sayılan bir biçimde- İsa figürünü benimsemelerinde simgeleşiyordu. İktidardaki düşmanları tarafından mağlup edilen bir insan, nasıl olurdu da yenilmez bir “Tanrı” olabilirdi? Taipinglere göre, bu İsa, misyonerlerin Çin’de tanıtmaya çalıştıkları itaatkâr Hıristiyanlığın bir parçası değildi. O, bütün insanlığın kurtuluşu için mücadele eden bir savaşçının nasıl olması gerektiği konusunda örnekti: ölüm anına dek cesaretini korumuş ve böylelikle mücadelede dayanışmanın başarının sırrı olduğunu kanıtlamıştı.
Paris Komünü ve Taiping Devrimi, daha önce başka yerlerde de söylediğim gibi, kapitalizmin tarihte olsa olsa bir parantez olduğunu göstermektedir. Kaldı ki bu, kısa bir parantezdir. Kapitalizm, yalnızca, insan uygarlığının daha gelişkin bir aşamasını inşa etmek için kendisini geride bırakmayı/lağvetmeyi gerektiren koşulları -kısa bir süre içinde- yaratarak onurlu bir işlev görmüştür. Dolayısıyla, Paris Komünü ve Taiping Devrimi, çağdaş tarihin -20. yüzyılda gelişecek ve 21. yüzyıla da uzanacak olan- yeni aşamasını başlatmışlardır. Bunlar, kapitalizmin sonbaharına koşut olarak, halkların ilkbaharında, birbirini takip eden fasıllar açmışlardır.
Güçlüğün kalbinde: Kapitalizmin emperyalist boyutu
Kapitalizmi ortadan kaldırmanın olanaklı ve gerekli olduğunu ilan eden bu iki devrimin Avrasya kıtasının iki zıt ucunda, yani Fransa ve Çin’de gerçekleşmiş olması, beni hiç de şaşırtmamaktadır.
Komün gerçekleştiği zaman Fransa, İngiltere’nin ardından ikinci büyük kapitalist güç konumundaydı. Ancak Fransa, iktisadi “gecikmişliğini” siyasal açıdan daha olgun oluşuyla telafi etmişti. Bunun nedeni, İngiliz kapitalizminin dış yayılmayla elde ettiği kârlara yaslanmasıydı. 17. yüzyıla dayanan İrlanda’nın sömürgeleştirilmesinin -İrlanda köylülerinin İngiliz toprak ağalarının yararına mülksüzleştirilmesinin-, her ne kadar (Engels’in tahlil ettiği gibi) İngiliz işçilerin kendileri de korkunç bir yoksullaşmanın kurbanı olsalar da, İngiliz işçi sınıfının siyasal olgunlaşması üzerinde yıkıcı etkileri olmuştu. Bu durum, erken dönemde İngiliz işçi sınıfının emperyalizm yanlısı ideolojiye verdiği desteği açıklamaktadır. Kuzey Amerika’nın ve hepsinden öte Hindistan’ın sömürgeleştirilmesi, bu yoldan sapmadan sorumludur.
Bunun aksine, her ne kadar görkemli bir sömürge olan Saint-Domingue (Haiti) merkantilist birikim açısından inkâr edilemez bir rol oynamışsa da, Fransa’da kapitalizmin gelişimi çok daha “iç piyasa” merkezli olagelmişti. Bu bakımdan, Fransız Devrimi’nin, Cromwell’den 1688 “Şanlı Devrim”ine dek İngiliz devrimlerine kıyasla neden daha radikal bir tabiata sahip olduğunu anlamak da mümkündür. Aynı ölçüde anlaşılabilir olan bir diğer mesele de, (Babeuf ve takipçileri tarafından gerçekleştirilen) kapitalizmin ötesine geçmeye yönelik vaktinden önce gelişmiş atılımın tam bağrında yer alan, burjuvazi ile halk/köylülük arasındaki çelişkinin karmaşık ve muğlak niteliğidir. Paris Komünü, Avrupa’nın başka herhangi bir yerinde değil, fakat Fransa’da olanaklıydı. Yani bu, ne en gelişmiş kapitalist ülkede (İngiltere’de) ne de yola koyulmakla beraber hâlâ geriden gelen öbür ülkelerde (Almanya ve diğerlerinde) olanaklıydı.
Kıtanın diğer ucundaki Çin de, erken gelişmiş bir siyasal olgunluğu destekleyen bazı kendine has niteliklere sahipti. Çin, haraca dayalı sosyoekonomik tarzı (ki burada, bunun katı, “gelişkin” bir biçimi mevcuttu) aşmaya çok önceleri, hatta Avrupa’dan bile önce başlamıştı. Modernitenin icadı açısından beş yüz yıl öndeydi, zira bireysel kurtuluş dini olan Budizmi, başka herhangi bir yerde ortaya çıkmadan önce, bir tür din-dışı laiklik lehine terk etmişti ve aynı zamanda, ticari ilişkiler, iç piyasa temelinde gözü pek bir gelişme göstermişlerdi. (Okurlara, bu konularda daha önce kaleme aldığım çalışmalara göz atmalarını öneririm.) Ayrıca Çin, Hindistan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun aksine, Avrupa emperyalist kapitalizminin saldırısına da uzun süre direnmişti. Bu nedenle İngiliz topları, ancak 1840’ta Göksel İmparatorluğu [Tiāncháo, geçmişte Çin için kullanılan adlardan biri –Ç.N.] kapılarını açmaya zorlayabildi. Bu saldırganlığın Çin kapitalizminin önceden kaydettiği ilerlemelerle birleşmesi, böylece hızlandırıcı yönde dikkate değer etkiler yaptı: Toprağa erişimdeki eşitsizlik (ki haraca dayalı sistemin mantığı zayıflarken buna yönelik direnişe de engel olmuştu) hızla arttı ve egemen sınıfın (yani İmparator ve toprak sahibi aristokrasinin) “ihaneti”, bunların erken dönemde “ulusal” direniş doğrultusunda gösterdikleri çabaların hızla yerini aldı. Bütün bunlar, Taiping Devrimi’nin vaktinden erken gelişimini ve bunun “anti-feodal, anti-emperyal” niteliğini kolaylıkla anlaşılabilir kılmaktadır.
Sonuç olarak, iki büyük devrim, yani her ikisi de küreselleşmiş emperyalist kapitalizmin birbirini bütünleyen iki alanında -merkezde ve çevrede-, bu küresel sistemin iki “zayıf halkası”nda etkili olan iki devrim söz konusuydu.
Peki ya Marx ve tarihsel Marksizm(ler), küresel kapitalizmi tahlil edecek düzeye tam anlamıyla erişebilmiş ve dolayısıyla “dünyayı değiştirmek”, yani kapitalizmi geçersiz kılmak için etkili stratejiler geliştirebilmiş miydiler? Evet ve de hayır.
Marx, kapitalizmin dünya ölçeğindeki genişlemesini, iktisadi ve toplumsal koşulları homojen kılmaya, bütün dünyadaki işçileri sermaye tarafından aynı şekilde ve aynı yoğunlukta sömürülen ücretli emekçiler statüsüne indirgemeye eğilimli bir güç olarak ele almanın cezbediciliğine yenik düşmüştü. Bundan hareketle, son tahlilde ilerlemeye yol açacağını düşündüğü sömürgeleştirmeyi de meşrulaştırıyordu. Marx’ın, bu görüşü destekleyen ve sömürgeleştirmenin her ne kadar istemsiz olsa da ilerici “sonuçlarını” vurgulayan sayısız yazısı mevcuttur. Bir başka deyişle, sömürgeleştirmenin (Marx tarafından da kınanan) Hindistan’daki, Cezayir’deki, Güney Afrika’daki, Eritre’deki ya da Teksas ve Kaliforniya’nın (“tembel” Meksikalıların aksine “işçi” olan) “Yankiler” tarafından ilhakındaki tiksinti verici uygulamalarına karşın, durum budur. Marx, tam da bu mantık doğrultusunda, (hakkında pek az bilgi sahibi olduğu) Taipingleri mahkûm etmiştir.
Oysa yine aynı Marx, çokça aşina olduğu ülkeleri ele aldığında, kapitalist yayılmaya yönelik büsbütün farklı bir yaklaşım ortaya koymuştu. Mesela, İrlanda’nın İngiltere tarafından sömürgeleştirilmesi söz konusu olduğunda, buna herhangi bir olumluluk atfetmiyordu: Aksine, bunun bizzat İngiliz işçi sınıfı üzerindeki yıkıcı etkilerini güçlü bir şekilde mahkûm ediyordu. Çin’e kıyasla daha iyi bildiği Rusya söz konusu olduğunda ise Marx, bu ülkenin (Lenin’in tabiriyle) dünya kapitalist zincirinin “zayıf bir halkası” olduğunu ve dolayısıyla burada, sosyalizme geçiş yolunu açacak anti-kapitalist bir devrimin mümkün olduğunu seziyordu. Bu durum, Vera Zasuliç’le yaptığı yazışmalarda da görülebilir. Marx, şayet (mir’de örgütlü) köylü toplulukların direnişine dayanan güçlü bir köylü unsuruna sahip bir devrim söz konusu olabilirse; şayet köylüler, kendilerini, serfliği etkin bir biçimde ortadan kaldırarak feodal sömürüden kurtarabilirlerse, yeni zengin köylüler ve yeni toprak sahiplerinin (yani, eski “feodallerin”) lehine mülksüzleştirilme tehdidi var olmasına karşın, sosyalist gelişmeye yönelik özgün bir yol açılabileceğine inanır gibi görünmektedir.
Lenin ve dolayısıyla da tarihsel “Leninist” Marksizm, ileri doğru büyük bir adım atmıştır. Lenin, “emperyalizmi” mahkûm etmiştir. Pek önemli bir mesele değil gerçi, ama muhtemelen Marx’a saygısından olacak, bunun, kapitalizmin henüz yakın dönemde gelişen yeni aşaması olduğunu söylemiştir. Buradan çıkardığı iki sonuç vardır: “Devrim”, artık “Batı”nın gündeminde değildir ve aksine, bu, artık “Doğu”nun gündemindedir. Ne ki, bu sonucu derhal çıkarmamış, tereddüt etmiştir. Örnek vermek gerekirse, “zayıf halkada” (Rusya’da) başlayacak bir devrimin, (başta Almanya olmak üzere) gelişmiş merkezlerdeki işçilerin devrimine önayak olacağını daima ummuştur. Kapitalizmin (1870’lerde başlayan ve Birinci Dünya Savaşı’na yol açan) birinci büyük sistemsel krizini, aynı zamanda, can çekişen kapitalizmin “son” krizi olarak görmüştür. Ancak Lenin, kısa süre sonra yanıldığını kabul edecektir: Avrupa’da (Almanya’da) devrim başarısızlığa uğramıştır ve önümüzdeki devrim(ler) Doğu’dan (Çin’den, İran’dan, eski Osmanlı İmparatorluğu’ndan, sömürge ve yarı-sömürgelerden) gelecektir.
Buna karşın Lenin, getirdiği yeni Marksizm yorumunu, Rusya’nın bir çevre ya da yarı-çevre ülke olarak dünya kapitalist sistemi içindeki rolüne ilişkin daha derinlemesine bir çalışmayla ilişkilendirmemiştir. O, Rusya’nın “yarı-Asyatik” niteliğini, bir avantaj olmaktan öte bir engel olarak değerlendiriyordu. Lenin, gündemde olan yeni “devrimde”, köylü sorununun merkezî konumunu da hesaba katmamıştı. Doğru ya da yanlış, Rusya’da kapitalizmin gelişmesinin (ki bu, gençlik yapıtlarından birinin de başlığıydı), mir’in sahip olduğu potansiyeli imha ettiğine inanıyordu. Sonuçta, Rus devriminin köylülere toprak vererek, onları mülk sahibi yapacağını öngörmüştü.
Dolayısıyla, bu tarihsel dönemden gerekli tüm dersleri çıkardığı içindir ki, Taipinglerin mirasçısı Mao olacaktı. Mao, dünya sisteminin çevresindeki toplumların sahip oldukları koşullar içinde yürütülecek anti-emperyalist ve “anti-feodal” devrime dayanan sosyalizme uzun süreli geçişin stratejisini ve hedeflerini formüle etmişti. Mao’nun, “anti-feodal” devrimin söz konusu hedeflerine yönelik tanımı, kendisinin, geriye dönük her türlü yanılsamayı bütünüyle reddettiğini göstermektedir. Çevre halklarının yapacakları devrim, evrensel sosyalizm perspektifine zorunlu olarak uygun düşecektir.
Kapitalizmin sonbaharı, halkların ilkbaharı
Kapitalizmin sonbaharı ve halkların ilkbaharı, her ne kadar bir madalyonun iki yüzü gibi görünseler de, esasında bunlar birbirlerinden farklıdır.
19. yüzyılın sonlarında kapitalizmin yeni biçiminin -yani tekellerin kapitalizminin- ortaya çıkmaya başlaması, bu sistemin ya da daha önce ifade ettiğim üzere tarihteki bu parantezin (Amin, 2009) sonbaharını da gündeme getirdi. Kapitalizm, (sadece 19. yüzyılda) hâlen daha ilerici işlevler gördüğü kısa bir zaman diliminin ardından “vadesini doldurmuştu.” 19. yüzyılın başlarında, kapitalist birikiminin “yaratıcı” boyutları (önceki çağlara kıyasla teknolojik ilerlemenin olağanüstü biçimde hızlanması ile esasen ayrıcalıklı kesimi kapsamakla ve diğer kesimler için sınırlı ve sakatlanmış bir nitelik taşımakla birlikte bireyin özgürleşmesi), bu birikimin yıkıcı boyutlarından daha baskındı. Bunun yıkıcı etkileri, tarihsel kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olan emperyalist yayılma yoluyla bütünleşmiş çevredeki toplumlar üzerinde özellikle ağırdı. Ne var ki, tekelci kapitalizmin doğuşu, durumu tersine çevirdi ve dolayısıyla olumsuz etkiler, olumlu etkilerin önüne geçti.
Ben, işte tam da bu uzun dönem perspektifinden hareketle, “bunak” kapitalizmin iki uzun, sistemsel krizini tahlil ettim: bunlardan biri 1871-73 tarihlerinde başlamış ve 1945-55 yıllarına dek sürmüştür; diğeri ise, ilkinden bir asır sonra, 1971-73 yıllarında başlamıştır ve hâlâ devam etmektedir. Bu tahlilde, sermayenin, daimi krizini aşmak için kullandığı başlıca araçları da vurguladım: bunlar, (Marx’ın üretim mallarının üretimi ve tüketim mallarının üretimi olarak ele aldığı diğer iki sektöre ek olarak) üçüncü sektörün inşası ile baş döndüren gelişimi ve aynı zamanda emperyalist rant olan tekel rantıyla ilintili artığın soğurulmasıdır. Okurlara, bu yazıları öneririm (Amin, 2011).
Lenin, kapitalizmin doğasında meydana gelen bu niteliksel değişimi göz önünde bulundurmaya başlamıştı. Tek hatası, kapitalizmin ilk sistemsel krizinin, bu krizlerin sonuncusu olacağına inandığı için fazla iyimser olmasıdır. Lenin, emperyalist yayılmanın sistemin merkezindeki toplumlarda yol açtığı olumsuz ve yozlaştırıcı etkileri hafife almıştı. Bu etkilerin kesin hesabından sonuçlar çıkaran Mao ise, sabretmekte karar kıldı. Sosyalizme giden yol muhakkak ki uzun ve türlü tuzaklarla dolu olacaktı.
Tarih, 20. yüzyılın açılımı etkilerini tükettikten sonradır ki, benim tahlilimi haklı çıkarmıştır. Yine de, bunun ex post [vaka sonrası] düşünceye dayalı bir tahlil olduğunu kabul etmek zorundayım.
20.yüzyıl, elbette ki, “Güney’in uyanışının” ya da daha doğru bir ifadeyle, (“yarı-çevre” bir ülke olan) Rusya’dan başlayarak Çin, Asya, Afrika ve Latin Amerika’ya doğru yayılmak üzere sistemin çevresindeki halkların, ulusların ve devletlerin uyanışının başlangıcına sahne olmuştu. Bu bakımdan, 20. yüzyıl, söz konusu halkların birinci ilkbaharıydı. Yüzyılın başından itibaren bu ilkbaharların habercisi olarak gündeme gelen belli başlı bir dizi olayı daha önce sıralamıştım: Rus devrimleri (1905-17); Çin devrimleri (1911’deki ve daha sonraki); Meksika devrimi (1910-1920) ve diğerleri. Çağdaş Asya ve Afrika (1955-80) için Bandung dönemini de bu çerçeveye oturtuyorum. Söz konusu dönem, evrensel tarihin bu müthiş uğrağını hem taçlandırmış hem de aynı zamanda sonlandırmıştır. Emperyalist yayılmanın egemenliği altındaki halkların gösterdikleri bu tepki, bir bakıma, ilkin Taiping Devrimi’nin saptadığı hedefin peşine düşmüş ve bunun üç kıtaya yayılmasını sağlamıştır.
Bunun aksine, Paris Komünü’nün, gelişmiş Batı’da takipçileri bulunmuyordu. Üçüncü Enternasyonal’deki komünistler, cesur girişimlerine karşın, emperyalist tekellerin egemenlik kurduğu toplumla bağdaşık olan bloka karşı, alternatif bir tarihsel blok inşa etme noktasında başarısız olmuşlardır. 20. yüzyılın gerçek dramı, çevre ülkelerin uyanışındaki eksiklikler değil, fakat aynı uyanışın merkez ülkelerde gerçekleşmemiş olmasıdır. Şayet merkez ülkelerin halkları emperyalizm yanlısı uzlaşıyı sırtlarından atabilselerdi, çevredeki ulusların eksiklikleri ve bunu takip eden ölümcül sapmaları da muhtemelen bertaraf edilebilirdi.
20. yüzyılda gerçekleşen halkların ilkbaharı, etkisini tüketmiştir. Bunlar bir sapmadan diğerine savrulmuş; sermayenin karşı-taarruzuyla karşılaştıkları ölçüde, nihayetinde dümeni sağa kırmışlardır. Bu çöküş, 1990’lı yıllar boyunca, bir dizi muzaffer karşı-devrim şekline bürünmüştür. Nihayetinde, bu toplumların soluğu kesilmişti ve kriz içinde bulunuyorlardı. Geleceği koruma altına alacak şekilde sola yönelmeye ve merkez-sol formüllere uygun olarak dengede kalmaya yönelik herhangi bir olasılık, üç etkenin bir araya gelmesi sebebiyle tuzla buz olmuştu ki, bu etkenler şunlardı: 1) Toplumsal sorunla ve jeopolitikayla bağı kalmayan demokrasi talepleriyle sınırlı zayıf halk protestoları; 2) iktidardakilerin bilhassa baskıcı tepkileri; ve 3) emperyalist Batı’nın müdahaleleri. Dolayısıyla, 1989-91 yıllarında Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan “devrimleri” tanımlarken “halkların ilkbaharı” tabirine başvurmak, tam anlamıyla maskaralıktır. Kapitalist gerçekliklere ilişkin devasa yanılsamalara dayanan bu hareketler, olumlu denebilecek hiçbir sonuç vermemiştir. Söz konusu halklar, kendi ilkbaharlarını hâlâ deneyimlememişlerdir; fakat gelecekte belki bunu yapabilirler.
Bütün bir 20. yüzyıl boyunca ve günümüze dek, kapitalizmin sonbaharı ile halkların ilkbaharı (ki bu, çevre halklarının ilkbaharına indirgenmişti) birbirinden ayrı kalmayı sürdürmüştür. Bu sebepledir ki, kapitalizmin sonbaharı, evrimin başlıca itici unsurunu meydana getirmiştir. Bunu, sermayenin kendi egemenliğini devam ettirme ihtiyacına tek mantıklı yanıt olarak, gitgide barbarlaşan hatlarda gerçekleştirmiştir. İlk olarak, emperyalist barbarlık biçimini almıştır ki, bu, ABD ve onun astı konumundaki Avrupalı müttefiklerine (NATO) mensup silahlı kuvvetlerin gezegen ölçeğinde askeri denetim kurmaya yönelik eylemleri tarafından pekiştirilmiştir. Bu eylemler, özel olarak Üçlü’nün [Triad] (yani ABD, Avrupa ve Japonya’nın) kolektif emperyalizmine bağlı tekellerin çıkarına hizmet etmektedir. Fakat aynı zamanda, buna yanıt olarak, kurbanların -yani Güney halklarının- tepkilerinin nostaljik ve gerici yanılsamalara dönerek nasıl barbarlığa düştüklerini de görmüş bulunuyoruz.
Günümüzün baskın gerçekliği olan bu risk, kapitalizmin sonbaharını halkların -yani hem çevre hem de merkez ülkelerdeki bütün halkların- ilkbaharıyla birleştirme yönünde ilerleme sağlanmadığı müddetçe geçerliliğini koruyacaktır. Bu tür ilerlemeler, henüz evrenselci, sosyalist perspektife doğru açılım yapacak kadar belirleyici olduklarını kanıtlamamışlardır. Peki ya 21. yüzyıl, Güney halklarının kurtuluş çabaları ile Kuzey halklarının emperyalizm yanlısı uzlaşısının sürmesiyle beraber, 20. yüzyılın bir tekrarı mı olacaktır (Amin, 2012)?
Paris’teki Komünarlar Duvarı’ndan Nanjing’deki Taiping Müzesi’ne
Gençlik günlerimde her yıl Komünist Parti’nin Komünarlar Duvarı önünde düzenlediği gösterilere katılırdım. Bu, beni hep çok duygulandırırdı. Ve 28 Mayıs 2011’de, aynı duygularla bir kez daha aynı duvarın karşısındaydım. Paris Komünü’nün, düşünce ve eylemde ilk kez insan uygarlığının daha gelişkin bir aşamasını inşa etmek adına kapitalizmi geride bırakma ihtiyacını dışa vurduğuna inanıyordum. Bu inanç hiç zayıflamadı.
Nanjing’deki Taiping Müzesi’ne yaptığım ziyaret beni hem aynı yoğunlukta duygulandırdı hem de düşüncelerimi geliştirdi. Maoizmin ataları olan bu insanların da aynı doğrultuda düşündüklerini ve eyleme geçtiklerini fark ettim.
Yapılması gereken şey, kapitalizm tarafından inşa edilen ve doğası gereği emperyalist nitelikte olan bu kutuplaşmış dünyanın iki kıyısı arasına bir köprü kurmaktır. Bu ise, çağımızın acil gereksinimi olan Beşinci Enternasyonal’in görevidir.
KAYNAKLAR
– Amin, S. 2009. Ending the Crisis of Capitalism or Ending Capitalism? Oxford: Pambazuka.
– Amin, S. 2011. The Law of Worldwide Value. New York: Monthly Review Press. [Türkçesi: S. Amin (2018). Küreselleşmiş Değer Yasası (Çev. F. Başkaya). İstanbul: Yordam.]
– Amin, S. 2012. L’Implosion du capitalisme contemporain. Paris: Delga.