Söyleşi: Ender Helvacıoğlu – Volkan Tozan
Marx’ın felsefe alanındaki etkinliğinin özgül niteliği… Burjuva aydınlanmacılığının bir uzantısı olarak değil, emekçi sınıfın çıkarlarıyla bütünleştirilmiş bir aydınlanmacı misyon… Marx ve 20. yüzyıldaki ardılları… Türkiye sosyalist hareketinde kuramsal derinlik meselesi… Kitlesizlik sorunu ve Haziran Direnişi… Strateji tartışmalarına geri dönmek…
Can Soyer’in “Marksizm ve Siyaset -Yöntem, Kuram, Eylem” adlı kitabı Yordam Yayınları’ndan yeni çıktı. Türkiye sosyalistleri içinde son dönemlerde kuramsal çalışma yapma bağlamında ciddi bir kısırlık söz konusu. Dolayısıyla tek tük rastlanan bu nitelikteki çabaları önemsiyoruz. Can Soyer’in kitabı Marksizm-siyaset ilişkisini çeşitli düzlemlerde ele alıyor ve daha önemlisi güncel sosyalist politika noktasında da açılımlar yapıyor. Soyer ile kitabında savunduğu tezlerden yola çıkarak bir söyleşi gerçekleştirdik. Sadece kitapta yazılanları aktarmayı değil, yazılanlar üzerinde tartışmayı amaçlayan sorular tespit etmeye çalıştık. Umarız başarılı olmuşuzdur ve ilgiyle okunur.
Bir Marksizm yorumu
-Marksizm ve siyaset ilişkisine yoğunlaşan böyle bir kitabı yazmakta özel bir amacınız var mıydı? Örneğin sosyalist solda bu noktada güçlü bir zaaf görmeniz veya belli bir politik akımla hesaplaşma isteğiniz gibi… Yoksa sadece üzerinde çalışma yaptığınız bir konuyu kitaplaştırmak mı istediniz?
-Esasında bu kitabı yazarken o ya da bu siyasal çizgiyle polemik yapma niyetim hiç yoktu. Nitekim özel olarak polemik yaptığımı da düşünmüyorum. Ancak, Marksizm hakkında tartıştığınız sürece, kaçınılmaz olarak, Marksizmin belirli yorumlarıyla karşı karşıya geliyorsunuz. Hele hele Marksizmin siyasetle ilişkisini masaya yatırmak söz konusu olduğunda bundan kaçınmanız imkânsız oluyor. Eğer bilinçli olarak belirli bir siyasal çizgiyi hedef almak anlamında polemik ya da hesaplaşma diyeceksek, bunu yapmamayı tercih ettim. Ama Marksizmin öyle değil de şöyle yorumlanması gerektiğini ileri sürdüğüm ölçüde de kimi yorum ve yaklaşımlarla bir tartışma yürütmüş sayılacağımı kabul ediyorum elbette. Yine de kitabı yazmaktaki esas gayemin bunlar olduğunu söyleyemem. Şöyle bir çerçeve içinde tarif edebilirim sanırım: Sosyalist hareketimizde tüm odaklar kendisini Marksist olarak tanımlıyor. Herkesin Marksist olduğu bir ortamda güncel siyasal tartışmalar söz konusu olduğunda ciddi farklılıklar olması ilk bakışta garip bir durum. Ve bu farklılıkların açıklanmasında Marksizm yorumlarının hiç akla gelmemesi de bir başka gariplik. Oysa sosyalist harekette bu denli farklı siyasal tutumların ortaya çıkabilmesinin nedeni Marksizmin yorumlanması konusundaki farklılıklardan başkası değil. Ben de (arkadaşlarımla birlikte) sosyalist hareketteki siyasal çizgilerden birine mensubum ve bu çizginin tutum ve değerlendirmelerinin Marksizmin belirli biçimde yorumlanmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Sosyalist hareketteki tutum ve değerlendirme farklılıklarının açıklanmasında fazlasıyla kişisel ya da yüzeysel gerekçelere başvurmak yerine doğrudan doğruya Marksizmin nasıl yorumlandığına bakmanın daha üretken, daha bilimsel ve elbette daha nesnel bir yöntem oluşturduğunu düşündüğüm için de böyle bir kitap kaleme aldım. Bu kitap, mensubu olduğum siyasal çizginin tutum ve değerlendirmelerinin dayandığı Marksizm yorumunu genel hatlarıyla (elbette öznel yanlar da barındırarak) ortaya koymak amacıyla yazıldı yani.
‘Özne’ye alan açan bir materyalizm
-“Marksizmin doğum sürecinin idealizmin materyalist eleştirisi değil, materyalizmin diyalektik eleştirisi olduğunu” iddia ediyorsunuz. Arka planında klasik idealizmle ve dinsel düşünce biçimi ile güçlü bir hesaplaşma (aydınlanma) geleneği bulunan Marksizmin, eleştirisini esas olarak burjuva materyalizmine yöneltmesi anlaşılabilir. Fakat Marksizm 20. yüzyılda dünyalılaştığı ve Avrupa dışındaki toplumlarla da haşır neşir olduğu zaman, sizin de vurguladığınız bu özelliğin bir zaaf veya bir eksiklik yarattığı söylenebilir mi? Çünkü bu toplumlarda 19. yüzyıl Avrupa’sında olduğu çapta bir idealizmle ve dinsel düşünüş ile hesaplaşma birikimi bulunmuyor; dolayısıyla bu toplumların Marksistlerinin önünde ciddi bir idealizmle hesaplaşma görevi bulunuyor.
-Bu saptamayı Marx’ın felsefe alanındaki etkinliğinin özgül niteliğine dair ileri sürüyorum, öncelikle bunu belirteyim. Yoksa Marx’ın kendisi Alman toplumunun dar kafalılığı hakkında, çağının dinsel düşünce ve taassubu karşısında oldukça sert ve yıkıcı eleştirilerin sahibidir. Bu anlamda Marx’ta hem felsefi olarak idealizmin hem de toplumsal olarak dinselliğin eleştirisi geniş bir yer tutar. Burada farklılık yaratan olgulardan biri, sizin de belirttiğiniz gibi, Avrupa aydınlanmasının güçlü bir idealizm eleştirisi ortaya koymuş olması. Nitekim Marx da aydınlanma mirasının bu yönünü oldukça derinden benimsemiş bir düşünür. Başka bir ifadeyle söylersek, Marx, daha en başından itibaren kararlı bir materyalist zaten; onun idealizmi konu alması bir düşünsel kopuş gayesiyle değil, felsefi ve siyasal militanlığının dışavurumu biçiminde anlaşılabilir. Benzer biçimde, Hegel’e yönelik eleştirileri de diyalektiği idealizmden kurtarmayı hedefleyen bir içerikte anlam kazanır, yoksa kişi olarak Hegel’den materyalizme doğru kopmaya uğraştığını söyleyemeyiz. Biraz riskli bir ifadeye başvurursam, hiçbir zaman idealist olmadığı için Marx’ın idealizm eleştirisi bir anlamda “dışsal” bir pozisyondan yöneltilen bir polemiktir.
Oysa materyalizm eleştirisi, tam tersine, tümüyle içsel bir pozisyondan hareket eder ve bu nedenle de kendi düşüncesine daha belirgin bir özgül nitelik katar. Bu noktada, Marx’ın materyalizmle ilgili eleştirel etkinliğinin merkezinde özne tasavvurunun yer aldığını söyleyebilirim. Klasik materyalizmin hem “madde”yi hem de “maddi” olanı tanımlama biçimini fazlasıyla dolaysız bulur Marx; bu dolaysızlığın en dikkat çekici sonucu ise öznenin etkinliğine hiçbir alan bırakmamasıdır. Örneğin, belirlenim kavramının klasik materyalizmdeki kullanımına bağlı kalınsaydı, Marksizmin temel-üstyapı çözümlemesi öznenin etkinliğine hiçbir alan bırakmayan bir kapalılığa dönüşürdü. Gerçekten de belirlenim ilişkisinin “maddi” tarafı diğer tarafını koşulsuz ve mutlak ölçüde belirliyor olsaydı, bırakın üstyapılar alanının özgül dinamiklerini, en başta mevcut toplumu değiştirecek bir iradenin ve bu iradeyi hayata geçirecek bir öznenin imkânından söz etmek imkânsız olurdu. Oysa Marx, belirlenimin sonuçlarının her zaman bir boşluk taşıdığını, Epiküros’un atom kuramına dair söylediği gibi her zaman bir “sapma”nın söz konusu olacağını söylemiştir. Eğer materyalizmi bu biçimde kavramaz, özne tasavvurunu da kendisine açılan bu alana yerleştirmezsek, mevcut toplumun değişimi için başvurabileceğiniz tek şey sistemin içsel çelişkilerinin kendiliğinden biçimde çözüme ulaşmasını beklemek olur, ki İkinci Enternasyonal evrimciliğinin köklerinden biri de burada yatmaktadır. Bu noktada belirtmiş olayım; Marksizmde siyasetin hem mümkün hem de anlamlı bir etkinlik olabilmesi de özneye bırakılan bu alanla düşünülebilir sadece, başka bir yoldan değil.
Emekçi aydınlanması ihtiyacı
Sorunuza gelirsem: Marksizmin Avrupa ölçeğini aşıp dünyaya ve Avrupalı olmayan toplumlara uzanmasıyla birlikte birçok senkron sorununun ortaya çıkması beklenmeliydi ve gerçekte de böyle olmuştur. Bunda şaşılacak bir yan ya da Marksizmin zayıflığının bir kanıtını da görmüyorum. Ben bu durumun yarattığı esas sorunun, Avrupalı olmayan toplumların Marksistlerinin, kendi ülkelerindeki burjuva aydınlanmacılığını içerip aşamaması olduğunu sanıyorum. Kuramsal olarak değil, ama siyasal olarak, burjuva aydınlanmacılığının o ülkede ulaştığı en ileri noktanın Marksistler tarafından benimsendiğini ve ondan sonrasının da biraz boşlandığını sanıyorum. Dünyayı çok iyi bildiğimi söyleyemem, ama ülkemiz açısından örneklemeye çalışayım. Türkiye’de burjuva devrimciliği ve onun bir uzantısı olarak burjuva aydınlanmacılığı ciddi bir toplumsal dönüşüme imza attı; bu dönüşümün gerilemesi ve günümüzde tümüyle tasfiye edilmesi başka bir tartışmanın konusu ama yaşandığı süreçlerde burjuva aydınlanmacılığının radikal bir hamle olduğu söylenmeli. Ancak Marksistler olarak bu ilerlemenin daha ötesini, daha ilerisini kararlı bir biçimde aradığımızı söyleyebilir miyiz, emin değilim. Türkiye’deki sosyalistlerin ortalama aydınlanma bilinci ile burjuva aydınlanmacılığının ortalama bilinci arasında fazla bir fark bulunabileceğini sanmıyorum mesela. Daha kötüsü de söylenebilir; Türkiye’de örneğin laiklik için mücadele etmenin “burjuvaca” bir iş olduğunu düşünen sosyalistler bile var. Bu, aydınlanmayı bir burjuva misyonundan ibaret görmekten kaynaklanmıyorsa, Türkiye’de gerçekleşmiş aydınlanma sürecinin yeterli olduğunu düşünmekten kaynaklanıyordur herhalde. Nedeni her ne olursa olsun, tartışması bile abes bir yaklaşım bu. Sonuç olarak, bizim gibi ülkelerde Marksistlerin ve sosyalist hareketin öncelikle özgün, aynı zamanda da radikal ve devrimci bir aydınlanma mücadelesinin sahibi olması gerektiğini düşünüyorum. Burjuva aydınlanmacılığının bir uzantısı olarak değil, emekçi sınıfın çıkarlarıyla bütünleştirilmiş bir aydınlanmacı misyondan söz ediyorum elbette.
Marx-Lenin bağlantısı
-Kitabınızın giriş kısmında “Marksizmin Lenin olmadan da hemen hemen aynı biçimde yorumlanabileceğini” düşündüğünüzü, “kendimizi Marx ve Engels’in kaleminden çıkanlarla sınırlasak dahi siyaset ve siyasal mücadele konularında benzer noktalara ulaşabileceğimizi” yazmışsınız. Elbette ipuçları vardır; ama 20. yüzyıl devrim ve sosyalizm pratiklerinin (özellikle Sovyet ve Çin deneylerinin) Marx ve Engels tarafından geliştirilmiş 19. yüzyıl devrim ve sosyalizm modelinin sınırları içinde kalarak açıklanabileceğini düşünüyor musunuz?
-Hayır, asla düşünmüyorum. Aslında bu sözlerle anlatmaya çalıştığım şey, Marx dışında kimseye ihtiyacımız olmadığı değil. Bildiğiniz gibi, burjuva ideologlarının Marx’ı tarihe gömme çabaları bir türlü başarıya ulaşamıyor ve onlar da Marx’ı bilge bir düşünür biçiminde resmederek evcilleştirmeyi deniyorlar. Bunu yaparken de örneğin Lenin’in düşüncesinin ve eyleminin tamamen kendisine özgü olduğunu, Marx’ta bunların hiç bulunmadığını vaz ediyorlar. Bu tür burjuva görüşlerin sol içine sızmasıyla da karşılaşabiliyoruz zaman zaman; gerçekten de parti, öncülük, özörgütlenmeler, devrim vb. kavram ve düşüncelerin Marx’ta yer almadığını, bunların Lenin’in “icadı” olduğunu sanan insanlara rastlayabiliyoruz yakın çevremizde.
Benim göstermeye çalıştığım, yukarıdaki iki kanının da yanlış olduğu. Yani, öncelikle, Marx kapitalizmin genel işleyiş biçimini inceleyen ve yaratılan sefalete lanet okuyan vicdanlı bir düşünürden ibaret değildi; Marx militan bir devrimciydi ve devrim mücadelesinde bizzat yer alarak onun araç ve yordamları hakkında kafa yordu. Parti, gizli hücreler, silahlı ayaklanma, özörgütlenmeler, siyasal iktidarın zor yoluyla ele geçirilmesi gibi burjuvaların yüzünü ekşitmesine neden olan kavram ve düşüncelerin tamamı Marx’ta da mevcuttu.
İkinci olarak, Lenin, Marx’ta ipuçları ya da nüveler halinde bulunan birçok düşünceyi özel bir uğraş sergileyerek olgunlaştırmış, bunları Marksist sistem içindeki yerlerine yerleştirmiş bir devrimci düşünürdür. Lenin’in katkısı sadece Rusya’nın koşullarında işe yarayacak bir devrimci strateji geliştirmiş olması değil; burjuvazi bunun böyle olmasını ve parti, özörgütlenmeler, devrim ve zor’un rolü gibi konuların Lenin’e mahsus şeyler kalmasını çok isterdi. Oysa Lenin, birçok konuda olduğu gibi bu başlıkta da Marx’ın çok iyi bir öğrencisidir ve olgunlaştırarak Marksizme kavramsal açıdan kazandırdığı neredeyse her şey bizzat Marx’ın eserinden çıkarılmıştır.
Yine de bu kitapta Lenin’i ve Bolşevik deneyimini geniş biçimde ele almamam bilinçli bir tercihten kaynaklanıyor. Önsözde de söylediğim gibi, bu kitapta Marx ve Marksizm hakkında yapmaya gayret ettiğim şeyi Lenin ve Leninizm hakkında da yapmayı arzu ediyorum ve bunun müstakil bir çalışma olmasının Lenin’in hakkı olduğuna inanıyorum. Bir aksilik olmazsa, bu ikinci çalışmayı da 2022’de yayına hazır hale getirmeyi planlıyorum.
Burjuvazinin ‘devrimciliği’ tartışması
-Marx, doğal olarak burjuva demokratik devrimleri ve burjuvazi önderliğinde aristokrasinin tasfiyesi sürecini selamlıyor ve sahip çıkıyordu. Hatta sizin de kitapta vurguladığınız gibi Manifesto’da burjuvazinin ilericiliğine dair abartılı ifadeler de bulunur (Marx ve Engels daha sonraki yazılarında bu abartılı ifadelerden vazgeçmişlerdir). Peki, Avrupa burjuvazisinin bu ilericiliği, Avrupa dışı toplumlara yaklaşımında (sömürgecilik vb.) ne gibi bir görünüm almıştır? Avrupa burjuvazisi, 18. ve 19. yüzyıllarda (yani tam da demokratik devrimler, Aydınlanma ve endüstri devrimleri çağlarında) örneğin Hindistan ve Çin’de de ilerici bir rol mü oynuyordu? Burjuvazinin ilericiliği/gericiliği meselesini -Avrupa ile sınırlamadan- daha geniş kapsamda ele almak gerekmez mi?
-Elbette. Ancak benim kitabımın konusu Marx ve onun düşüncesi olduğu için, Marx’ın içinde konuştuğu Avrupa bağlamının dışına çıkmadım. Öncelikle, sadece Avrupa bağlamı içinde konuştuğumuzda bile Marx’ın burjuvazinin ilericiliğine ya da devrimciliğine (zira Marx burjuvazinin ilericiliğini değil devrimciliğini söz konusu etmiştir sık sık) yönelik sözleri ve vurguları haddinden fazla abartılıyor. Bununla, Marx’ta böyle sözler ve vurgular olmadığını söylemiyorum elbette; ama sanki Marx’ın burjuvazi hakkında söylediği tek sözler bunlarmış gibi davranılıyor. Oysa Marx’ın eseri hem siyasal hem ideolojik hem de etik açılardan burjuvaziyi yerden yere vurduğu pasajlarla doludur. İkincisi ise, Marx’ın burjuvaziye yönelik ilericilik atfı, neredeyse tamamen tarihsel/evrensel misyonuyla ilgilidir; yoksa burjuvazinin güncel yönelimlerine dair övgülerden söz etmek imkânsız.
Bu genel çerçeveyi böyle ifade ettikten sonra, burjuvazinin hem o dönemde hem de takip eden dönemlerde ilerici bir misyon üstlenip üstlenmediği sorusuna gelmeye çalışayım. Bir kere Marx burjuvazinin ancient regime’lerin hakkından gelmesini ilericilik atfının merkezine yerleştiriyor; burjuvazinin iyi, vicdanlı, insancıl bir sınıf olduğunu falan söylemiyor hiçbir yerde. Bir sınıfın hem iyi, vicdanlı, insancıl olmaması hem de tarihte ilerici bir rol sergilemiş olması, sıradan birine çelişki gibi gelebilir ama bir Marksist burada bir çelişki değil tarihin diyalektik cilvesini görür. Burjuvazinin evrensel programından söz edeceksek, kesin bir tarih vermek doğru olmasa da yaklaşık olarak 1848’ten sonra burjuva ilericiliğinin tıkandığını, 1871’den sonra ise tümüyle ortadan kalktığını söyleyebilirim.
Bu böyle olmakla birlikte, özellikle Avrupa dışı toplumlardaki gecikmiş burjuva devrimlerinde ve modernleşme süreçlerinde ilerici misyon ve hamlelerden söz etmek tümüyle imkânsız değildir. Ancak, özgül bağlamlarda gözlenen bu ilericiliğin de burjuvazinin evrensel programından kaynaklanmadığını, verili ülkelerin özgül siyasal ve toplumsal koşullarından kaynaklandığını belirtmeliyim. Bu noktada bir hipotez olarak şunu ileri sürebilirim: Burjuva devrimlerinin birinci dalgası (yani 1640 İngiliz Devrimi ile 1879 Fransız Devrimi arasındaki süreç) sona erdikten sonra, burjuva ilericiliği ancak özgül bağlamlarda tartışılabilecek bir konu haline gelmiştir. Diğer bir deyişle, söz konusu dönemin ardından evrensel bir sınıf programı olarak burjuva ilericiliğinden söz etmek fazla şabloncu bir düşünce olmak zorunda kalacaktır.
Özgül bağlamlarda değerlendirmeye ağırlık verdiğimizde ise, bir bütün olarak burjuva sınıfına dair saptamalardan ziyade belirli ülkelerdeki burjuva devrimi süreçlerine ilgi göstermemiz gerekir. Bu tür süreçler açısından ise şu ölçüte başvurmamız makul görünüyor: Verili bir tarihsel süreçte, mümkün olan gerçek alternatifler arasında bu eğilimin var olmaması ulaşılmış olan sonuca ulaşmayı imkânsız kılar mıydı? Örnek olsun; ülkemizde Osmanlı’nın imparatorluk düzeninden Cumhuriyet rejimine geçiş tarihsel bir ilerleme sayılır; bu sürece önderlik eden siyasal çizgi olmasaydı bu geçiş yine de mümkün olur muydu? Uzun vadede mümkün olabilirdi elbette, ama o yıllarda, yaşandığı konjonktürde mümkün olur muydu? Bence gecikmiş burjuva devrimlerinin ilericiliği hakkındaki tartışmada da bu ölçütü kullanmak gerekiyor. Yoksa burjuva sınıfının ve onun siyasal kadrolarının sözlerine, düşüncelerine, kendi düşünceleri hakkındaki düşüncelerine birincil etken muamelesi yapmanın yanlış olacağına inanıyorum.
Türkiye sosyalist hareketinde kuramsal derinlik neden zayıf?
-“Devrimciliğin baskınlığı anlamında Türkiye sosyalist hareketinin her zaman dikkat çekici bir dirilik gösterdiğini, ancak bu diriliğin kuramsal bir derinleşmeye eşlik etmediğini” söylüyorsunuz. Bu durumun nedenleri konusunda neler diyebilirsiniz?
-Bunun birkaç nedeni olduğunu söyleyebilirim. Öncelikle, Türkiye’de sosyalist hareketin ilk kuruluş süreci devrimci bir (sınıfla değil) dalgayla kesişiyor. Bu devrimci dalga burjuva niteliktedir elbette, ama ülkenin sosyalist hareketi doğarken yaşanan bir devrimci dalganın onun karakterine etki ettiğini sanıyorum. Tabi ki, pragmatizm, kısa vadecilik, kuramsal saflığın ve ideolojik tutarlılığın zayıflığı gibi olumsuz etkileriyle birlikte. İkincisi, Türkiye modernleşme sürecinin başından bugünlere kadar hep geri ile ileri olanın, eski ile yeninin, geleneksel ile çağdaşın, karanlık ile aydınlığın aynı tarihsel kesitlerde çakıştığı, üst üste geldiği bir ülke. Bunun da yıkıcılığın sosyalist hareketimizde sadece bir kuramsal nitelik olarak değil, aynı zamanda ivedi görevlere bağlılık anlamında devrimci bir siyasallık tarzı olarak yerleşmesini sağladığını düşünüyorum. Son olarak, Türkiye, tarihsel açıdan İngiltere’ye kıyasla Fransa’yı anımsatır biçimde, siyasal çatışma ve mücadelelerin çok sert seyrettiği bir ülke. Bu sertlik içinde demokratik konsensüs sağlama ya da tedrici reformlarla ilerleme gibi niyetlerin hem imkânsız hem de oyalayıcı olduğu, bilinçdışı biçimlerde de olsa, sosyalist hareketimizin sahip olduğu bir kanaat.
Ancak bu devrimci karaktere Marksist kuramda bir derinleşmenin eşlik etmemesinden ne kadar yakınsak azdır. Çünkü Marksist kuramın gerçek gelişme yolu bizzat pratiktir ve Türkiye sosyalist hareketi sahip olduğu devrimci karakter nedeniyle bu pratiğin en zengin ve verimli örneklerini sunma şansına sahip olmuştur. Oysa tam da yukarıda sıraladığım gerekçelerle, yani sosyalist hareketimize devrimci bir karakter kazandıran nedenlerin ters etkisiyle, kuram hep “daha sonra” ilgilenilecek bir konu olarak bekletilmiştir. Siyasal tutumlar, taktik ve stratejik tercihler, saldırılara karşı alınacak savunma tedbirleri, fraksiyonlar arasındaki şiddetli polemikler gibi gündemler o denli ivedilik taşımış ve bazen de ivedilik taşıdığı sanılmıştır ki, kimsenin bu koşuşturma içinde Marksist kurama eğilip uzun uğraşlar sergilemesi mümkün olmamıştır. Bu geleneğin yakın vadede değişeceğine yönelik bir inancım da yok açıkçası. Hatta Marksist kurama derinlikli ilginin, zaten tanımı gereği kitlesel değil de kadrolar düzeyinde olması beklenen bu ilginin, daha da daralacağı ve giderek birkaç kişinin meşgalesi haline dönüşeceği gibi kötümser bir tahminim de var. En çok bu konuda yanılmayı umut ederim elbette.
Haziran: Emek sorunlarını merkeze almayan emekçi hareketi
-Haziran Direnişi sınıf hareketi miydi? İşçi sınıfının hareket içindeki konumu ve rolü neydi? Türkiyeli Marksist örgütlenmeler -kitabınızın temel konusu olan Marksizm/siyaset ilişkisi bağlamında- bu hareket sürecinde nasıl bir sınav verdiler?
-Bu soru Gezi/Haziran Direnişi günlerinde de gündeme gelmişti ve çok kısa süren bir kafa karışıklığı yaşanmıştı. Bu kafa karışıklığını, Gezi Direnişi’nin esas olarak bir “orta sınıf” hareketi olduğu imalarında saptayabilmiştik. Ne iyi ki, bu kafa karışıklığı çok hızlı bir biçimde giderildi; hatta bu tartışmanın sosyalist harekette kapanmasını değerli hocamız Korkut Boratav’ın o günlerde ortaya attığı tezlere borçlu olduğumuzu söyleyebilirim. Dolayısıyla, ben de Boratav hocamızın tezlerini sürdürmeye çalışacağım. Gezi/Haziran Direnişi’ni, Türkiye emekçilerinin emek sorunlarını gündemine almamış bir başkaldırısı olarak değerlendiriyorum. Diğer bir deyişle, sınıf talepleri etrafında yükselmemiş bir sınıf hareketi olarak tanımlıyorum. Bu saptamanın ilk gerekçesi, Gezi Direnişi’nde Türkiye’nin dört bir yanında sokakları dolduran insanların sınıfsal niteliği. Bu milyonlar kesin bir biçimde emekçidir, işçi sınıfının farklı kesimlerindeki yurttaşlardır; yaşamını sürdürmek için emek gücünden başka hiçbir kaynağa sahip olmayan insanlar yani. Diğer bir gerekçe ise, Gezi Direnişi’ndeki protesto dalgasının hedefinin kapkaççı karakteri ayyuka çıkmış sermaye sınıfı ve onun mafyalaşmış aygıtına indirgenmiş devlet olması. Başkaldırıyı tetikleyen olay ağaçların kesilmesidir elbette, ama hem bu sadece bardağı taşıran son damladır hem de kitlelerin radikalizmine yataklık eden motivasyon sadece çevre duyarlılığından ibaret kalmamıştır. Başta bu gerekçelerle ben Gezi/Haziran Direnişi’nin emek sorunlarını merkeze almayan, işçi sınıfının örgütleri ve programıyla sahneye çıkmadığı, ama protesto edilen durumun sınıfsallığı ve kitlelerin sınıfsal aidiyeti açısından bir emekçi başkaldırısı olduğunu düşünüyorum.
Kitlesizlik sorunu
Türkiye sosyalist hareketi, ilk anlardaki o kısa kafa karışıklığını saymazsak, yaşamsal bir yanlış yapmış değil bana kalırsa. Bu, hiçbir sorun olmadığı anlamına gelmiyor tabi. Sorunların en büyüğü, Gezi Direnişi’nin geçici bir dalgadan ibaret kalacağının, direniş sona erdikten sonra her şeyin eskisi gibi olmaya devam edeceğinin sanılmasıydı kanımca. Bu da zaten esas olarak Gezi Direnişi’ni takip eden aylarda ağırlık kazanan bir tartışma oldu. Bizler o günlerden bu yana Gezi Direnişi’nin yarattığı siyasal ve toplumsal sonuçların dikkatle ele alınması gerektiğini ileri sürdük. Evet, direnişin pratiği sona ermiş olabilirdi, ama yarattığı etkiler uzun bir süre boyunca Türkiye siyasetinin halkçı kanadının değerlendirmesine açık kalacaktı. Bu açıklığın hâlâ söz konusu olduğunu düşünüyorum. Şöyle de anlatabilirim: Türkiye’de sosyalist hareketin son 40 yılının makus talihi olan kitlesizlik artık aşılabilir, sosyalizm düşüncesi yığınlar içinde kök salabilir, ülke siyasetinin belirleyici güçlerinden biri olmak anlamında eşik atlayabilirdi. Gezi Direnişi sırasında bu fırsatın değerlendirilebildiğini söylememiz mümkün değil; o yüzden, birincisi bu fırsatın neden değerlendirilemediğinin samimi bir değerlendirmesi yapılmalı; ikincisi de süregiden fırsatların bir kez daha heba edilmemesi için yapılması gerekenler üzerine kompleksiz bir biçimde kafa yorulmalıydı. Maalesef bu tutumun benimsenmesi kolay olmadı, hatta birçokları için mümkün de olmadı diyebilirim. Bunun yerine, o güne değin ne yaptıysak onun zaten doğru olduğu, Gezi de anlık ve önemsiz bir parlama olduğuna göre kırk yıllık tarzımızı gözden geçirmeye gerek bulunmadığı yönünde bir tutumla karşılaştık. Kimileri bunu açıkça dile getirdi, kimileri dar grup toplantılarında güvendikleriyle paylaştı, kimileri bunun sözünü bile etmediği halde fiilen tam da böyle davrandı. Bizim çabamız ise, Türkiye’de sosyalizmin kitleselleşmesi, halkla buluşması ve eşik atlaması için önümüzde duran fırsatların devrimci ve yaratıcı biçimde değerlendirilmesi için elimizden ne geliyorsa onu yapmak. Siyasete en çok gereksinim duyduğumuz uğrak da bu belirlenim altında oluştu zaten. Siyaseti toplumdaki güç ilişkilerine müdahale edip emekten yana bir ağırlık yaratmak için başvurulan pratik stratejiler olarak tanıyıp onu yeniden canlandırmaktan söz ediyorum. Sanırım kırk yılda unuttuğumuz şeylerin başında bu anlamıyla siyaset yapmak geliyor.
-Kitabınızın sonuç bölümünde “Türkiye sosyalist hareketinin son 40 yılına damga vuran dönemin kapandığı”, “bir yeniden kuruluş döneminin başlaması gerektiği” gibi iddialı saptamalar yapıyorsunuz. “Dönem kapanması” daha çok nesnel bir olgu. “Yeni bir kuruluş başlatmak” ise öznel çaba gerektiriyor. Bu “kuruluşun” pratik adımları konusunda bazı kestirimleriniz ve saptamalarınız var mı? (Aynı zamanda sosyalist bir partinin üyesi olduğunuz için bu soruyu yöneltiyoruz)
-Gezi Direnişi ile ilgili sorunun sonunda bu yöndeki tutumun temel çerçevesini de sunmuş oldum sanırım. Bu soru bağlamında biraz daha ayrıntılandırmaya çalışayım. 12 Eylül’le açılan dönemde sosyalist hareketin hem ülke ölçeğinde hem de dünya ölçeğinde çok ağır bir kuşatmaya alındığı inkâr edilemez. Bir yandan idamlar, işkenceler, hapis cezaları ile faşist cunta; diğer yandan sosyalist blokun çözülmesi, işçi sınıfının, devrimin ve sosyalizmin iflas ettiği ve tarihin sonunun geldiği yönündeki liberal saldırı. Böylesi bir kuşatmayı ağırlaştıran en önemli unsur, sosyalist hareketin kitle bağlarının yitirilmesiydi, ki bunda en büyük pay faşist cuntanın fiziksel şiddetiydi elbette. Bu sürece Türkiye toplumunun neoliberal model eksenindeki büyük dönüşümü de eklendi. Sonuç olarak, 12 Eylül’den çıkış yolları denenirken sosyalist hareketin kitlesizliği bir veriydi. Bu o ya da bu siyasal çizginin özel tercihlerinden kaynaklanmıyordu, deyim yerindeyse nesnel bir dayanağı vardı. Haliyle bu dönemde sosyalist hareketimizde kadrolaşmak, içe dönük devrimcilik tipolojisi, ideolojik mücadelelerle kendisine alan açmak gibi tutumlar ağırlık kazandı. Eğer 80’leri ve 90’ları söz konusu edeceksek bundan başkasının yapılabileceğini de sanmıyorum açıkçası. Nitelim, sosyalist hareketimizin tümünün bugünkü varlığı, esas olarak o yıllardaki mücadelelerin başarısının bir eseridir.
Ancak 2000’li yılların ilk on yılını devirirken kitlesizliğe yol açan nesnel koşulların değişme işaretleri görüldü. Nitekim Gezi Direnişi ile birlikte kitleselleşme artık gerçek bir imkân olarak sahneye çıktı. Dolayısıyla, bir önceki dönemin öncelik ve yatkınlıklarının kontrollü biçimde terk edilmesi gerekiyordu. Birçok tartışmaya neden olan konu budur esasında ve maalesef sosyalist hareketimizde bu dönüşümün ve onun gerekliliklerinin saptanması konusunda yeterince cesur davranılmadı. Ama daha önemlisi, böylesi bir dönüşümün saptanması tek başına yeterli olamazdı, bu saptamanın hemen bir başka saptamayla bütünleştirilmesi gerekirdi. Bize göre bu ikinci saptama Türkiye’de sosyalizm düşüncesinin eşik atlamasının, kitlelerle buluşarak ülke siyasetinin belirleyici güçlerinden biri olmasının mümkün hale geldiğiydi.
İşte, yeni bir kuruluş süreci derken tarihsel göstergesini Gezi Direnişi’nin oluşturduğu, sosyalizmin eşik atlaması olanağını merkeze alan siyasal ve örgütsel dönüşümü kast ediyorum. 80 ve 90’ların tarzıyla karşılaştırırsak, yeni bir kuruluşun kitleselleşme olanaklarını cesurca ve yaratıcı biçimde değerlendiren, dışa dönük bir kadro tipolojisi üreten, ideolojik seslenmeyle sınırlı kalmayıp siyaset alanının dinamik ve araçlarını kullanmakta ustalaşan bir tarz olabilir bu. Bu genel çerçevenin içi çok sayıda başlıkla ve görevle doldurulabilir elbette. Ama ben fazla yer işgal etmemek için iki tanesinin, en yüksek öneme sahip olduğunu düşündüğüm iki başlığın altını çizmekle yetineceğim.
Strateji tartışmalarına geri dönme gerekliliği
Bunlardan ilki sosyalistlerin strateji tartışmalarına geri dönmesi gerekliliğidir. Kim ne derse desin, bugün strateji dendiğinde genel geçer saptamalardan fazlasına sahip değiliz. Üstelik bu saptamaların da çoğu kuramsal saptamalar olup, özel olarak bir ülkede ve bir konjonktürde siyasal iktidarın hangi yol ve araçlarla ele geçirileceği konusunda suskundur. Oysa adına strateji diyebileceğimiz bütünlük devrimin hangi araçlarla, hangi toplumsal mücadelelerle, hangi ittifak ya da hegemonya modeliyle gerçekleştirileceği konusunda somut, gerçek ve pratiğe dökülebilir öneriler ortaya koymalıdır. İkincisi, bir tür “ikili iktidar” mantığının geliştirilmesi ve somutlaştırılmasıdır. Bu konuya bu denli ilgisiz olunmasını anlamakta güçlük çekiyorum, çünkü Marx’a, Lenin’e, 20. yüzyılın diğer büyük devrimci kuramcılarına baktığımızda devrim mücadelesindeki emekçilerin özörgütlülüğü konusundaki arayış ve çabaların süreklilik taşıdığını görüyoruz. Gerçekten de “burjuva devlet aygıtı olduğu gibi kullanılamaz, onun yıkılıp parçalanması gerekir” diyen Marx değil miydi? Eğer böyleyse yeni bir işçi devleti neyin üzerine kurulacak? Lenin bu soruya sovyetler yanıtını veriyor; sovyetler Rusya’nın özgül koşullarında biçimlenmiş bir oluşum olarak sadece Rus proletaryasının mücadele örgütü olmakla kalmayıp devrimden sonraki sosyalist inşanın da temelini oluşturuyor. Türkiye’de böyle bir görev üstlenebilecek özörgütlenme biçimlerinin ne olacağını şimdilik ipuçları düzeyinde tahayyül edebiliyoruz; dahası bunların iradi olarak, tepeden talimatlarla yaratılamayacağını da düşünüyoruz. Bu nedenle halk içindeki örgütlenme ve dayanışma pratiklerinin dikkatle izlenmesi gerektiğini, eğer devrimci bir enerji taşıyorlarsa mutlaka güçlendirilmeleri gerektiğini ileri sürüyoruz. Sosyalist harekete bu konuda büyük rol düşüyor elbette, ama bu rolün tanınması ve kavranması sadece bir tür “ikili iktidar” mantığının yeniden geçerli kılınmasıyla mümkün olur. İşte, yeniden kuruluş tartışması, bu ve benzeri stratejik sorulara somut yanıtlar üretmek gereksinimi tarafından çerçevelenen bir başlık olarak önümüze çıkıyor.