Rachel Yehuda
Çev. Nazlıcan Bozdemir
Felaket deneyimlerinin bu dehşetleri yaşayanları ve onların soyundan gelenleri nasıl şekillendirdiği hakkında daha fazla şey öğrendikçe, şimdi ve gelecekte tehlikelerle başa çıkmak için daha donanımlı hale geleceğiz, onlarla dirençli ve kararlı bir şekilde yüzleşeceğiz.
11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kuleleri korku ve duman sisi içinde çöktükten sonra, Manhattan’daki Icahn Tıp Okulu’nun klinisyenleri, bölgede bulunan herkesin toksinlere maruziyetini kontrol etmeyi önerdi. Değerlendirme için gelenler arasında 187 hamile kadın vardı ve birçoğu şoktaydı. Bir meslektaşım onları muayene etmede yardımcı olup olamayacağımı sordu. Kadınlar travma sonrası stres bozukluğu (PTSD) geliştirme riski altındaydılar. Travma sonrası stres bozukluğunda gözlemlenen yıllarca sürebilecek flashbackler, kâbus görme ve hissizlik gibi psikiyatrik semptomlar gösteriyorlardı. Peki, fetüsler de risk altında mıydı?
Travma araştırma ekibim, kadın hastaları değerlendirmek ve gerekirse tedavi etmek için sağlık uzmanlarını bu konuda hızla eğitti. Onları hamilelikleri boyunca ve sonrasında izledik. Bebekler doğduğunda normalden daha küçüktüler, Dünya Ticaret Merkezi saldırısının travmasının rahme ulaştığının ilk işaretiydi. Dokuz ay sonra sağlık kontrolü için gelen 38 kadın ve bebeklerini inceledik. Psikolojik değerlendirmeler annelerin çoğunun PTSD geliştirdiğini ortaya koydu. PTSD geliştirenlerde stresle ilişkili kortizol hormonunun normalden çok daha düşük seviyelerde seyredebileceği bilinmekle beraber annelerde de düşük kortizol seviyesi gözlemlendi.
Şaşırtıcı ve endişe verici bir şekilde PTSD geliştiren annelerin 9 aylık bebeklerinden alınan tükürük örneklerinde de düşük kortizol seviyesi gözlemlendi. Bebeklerdeki etki en çok 11 Eylül’de anneleri üçüncü trimesterde (hamileliğin son 3 aylık dönemi) olanlarda belirgindi. Sadece bir yıl önce liderliğini yaptığım bir ekip, Holokost’tan kurtulanların yetişkin çocuklarında düşük kortizol seviyeleri rapor etmişti, ancak biz bunun, böylesi bir travmanın uzun vadeli duygusal sonuçlarından mustarip ebeveynler tarafından büyütülmekle bir ilgisi olduğunu varsaymıştık. Şimdi ise travma, yavrularda daha doğmadan iz bırakmış gibi görünüyor.
Bugüne kadar yapılmış araştırmalar olumsuz deneyimlerin bir sonraki nesli birden fazla yolla etkileyebileceğini doğruladı. En belirgin yol ise ebeveynlerin davranışından geçer. Ancak hamilelik sırasındaki etkiler ve hatta sperm ve oositteki değişiklikler de rol oynayabilir. Tüm bu yollar epigenetiği, yani genlerin ifadelenmelerindeki değişiklikleri içeriyor gibi görünüyor. Epigenetik, potansiyel olarak travmanın etkisinin yakın tehdit ortadan kalktıktan sonra nasıl uzun süre devam ettiğini açıklar ve aynı zamanda travmanın gelecek nesillere aktarıldığı çeşitli yollarda da rol oynar.
Korkunç görünen bu bulgular; ebeveyn travmasının, çocukların mental sağlıklarına karşı savunmasız olmaya yatkın hale getirdiğini düşündürüyor. Ancak bu epigenetik değişikliklerin, travma geçirmiş ebeveynlerin çocuklarına benzer travmalarla başa çıkmasına yardımcı olabilecek bir adaptasyon işlevi görebileceğine dair bazı kanıtlar da bulunuyor. Peki, her iki olası sonuç da doğru olabilir mi?
‘Ben bir Holokost zayiatıyım’
Kuşaklar arası travma aktarımıyla ilk karşılaşmam 1990’larda ekibimin Cleveland’deki Çocukluk Topluluğu’ma katılan Holokost’tan kurtulanlar arasında yüksek oranda PTSD olduğunu ortaya çıkarmasından sonra oldu. Türünün ilk çalışması çok fazla reklam topladı ve haftalar içinde kendimi Mount Sinai’nde büyük ölçüde profesyonel gönüllülerden oluşan yeni kurulmuş bir Holokost araştırma merkezinin başında buldum. Telefon durmadan çalıyordu. Arayanların hepsi Holokost’tan kurtulanlar değildi; çoğu Holokost’tan kurtulanların yetişkin çocuklarıydı. Özellikle, ısrarla arayan biri -ona Joseph diyeceğim- onun gibi insanları incelemem konusunda ısrar etti. “Ben bir Holokost zayiatıyım” dedi.
Joseph görüşmek için geldiğinde herhangi bir şeyin zayiatı gibi görünmüyordu. Armani takım elbiseli, yakışıklı ve zengin bir yatırım bankeri, bir derginin sayfalarından fırlayabilirdi. Ancak Joseph, her gün korkunç bir şey olacağına ve kaçması ya da hayatı için savaşması gerekebileceğine dair belirsiz bir hisle yaşıyordu. 20’li yaşlarının başından beri en kötüsüne hazırlanıyor, nakit ve mücevherlerini elinin altında tutuyor, boks ve dövüş sanatlarında uzmanlaşıyordu. Son zamanlarda, muhtemelen Bosna’daki etnik temizlik raporlarının tetiklediği panik ataklar ve işkence gibi kâbusları nedeniyle acı çekiyordu.
Joseph’in ailesi, birkaç yıl Auschwitz’de dayandıktan sonra mülteci kampında tanışmış, sonrasında ABD’ye beş parasız gelmişti. Babası günde 14 saat çalıştı ve çok az şey söyledi, savaştan hiç bahsetmedi ama neredeyse her gece kâbuslarından korku çığlıkları atarak aileyi uyandırdı. Annesi durmadan savaş hakkında konuşuyor, akrabalarının gözlerinin önünde nasıl öldürüldüğüne dair canlı hikâyeler anlatıyordu. Oğlunun başarılı olacağına inanıyordu ve oğlunun bekâr kalma ve çocuk istememe kararı onu çileden çıkardı. “Auschwitz’den kendi oğlum aile soyumuzu sona erdirsin diye hayatta kalmadım” derdi. “Bana ve tarihe karşı bir yükümlülüğün var.”
Joseph gibi birçok insanla konuştuk: Holokost’tan sağ çıkanların yetişkin çocukları; endişe, keder, suçluluk, bozuk ilişkiler ve Holokost ile ilgili imgelemelere maruz kalmaktan mustariptiler. Joseph haklıydı, onun gibi insanları incelemem gerekiyordu. Cleveland’da henüz incelediğimiz Holokost’tan sağ çıkanların çocuklarını değerlendirmeye karar verdik. Sonuçlar açıktı. Hayatta kalanların yetişkin çocuklarında duygudurum ve anksiyete bozukluklarının yanı sıra PTSD’ye sahip olma olasılığı diğerlerinden daha yüksekti. Ayrıca, birçok Holokost çocuğunun kortizol seviyeleri de düşüktü. Bu, PTSD’li ebeveynlerinde de gözlemlediğimiz bir şeydi.
Düşük kortizol
Hepsi ne anlama geliyordu? Travma, kortizol ve PTSD arasındaki karmaşayı çözmek o zamandan beri beni ve diğer birçok araştırmacıyı meşgul etti. 1920’lerde tanımlanmış klasik savaş ya da kaç tepkisinde, tehdit edici bir karşılaşma adrenalin ve kortizol gibi stres hormonlarının salınımını tetikler. Hormonlar, tehdit altındaki kişi veya hayvanın tehlikeye odaklanmasını ve tepki vermesini sağlamak için nabzı hızlandırmak ve duyuları keskinleştirmek gibi bir dizi değişiklik başlatır. Bu akut etkilerin tehlike ortadan kalktıktan sonra yok olduğuna inanılıyordu.
Ancak 1980’de, psikiyatristler ve Vietnam Savaşı gazilerinin diğer savunucuları, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’nın (DSM-III) üçüncü baskısında yer alan travma sonrası stresi almak için uzun bir mücadeleyi kazandılar. Travmanın uzun süreli etkileri olabileceğinin ilk resmikabulüydü ancak teşhisi tartışmalıydı. Pek çok psikolog, DSM-III’e dahil edilmesinin bilimsel olarak değil, politik olarak yönlendirildiğine inanıyordu. Bunun nedeni ise ortadan kalkan bir tehdidin uzun süre sonra vücudu nasıl etkilemeye devam edebileceğine dair hiçbir bilimsel açıklama olmayışıydı.
Konuları karmaşık hale getiren Vietnam gazileri üzerinde yapılan araştırmalar şaşırtıcı sonuçlar doğuruyordu. 1980’lerin ortalarında, Yale Üniversitesi’nden sinirbilimciler John Mason, Earl Giller ve Thomas Kosten, PTSD’li gazilerinde diğer psikiyatri hastalarına kıyasla daha yüksek adrenalin seviyeleri gözlemlerken, kortizol seviyelerinin ise daha düşük seviyelerde olduğunu bildirdi. Stres genellikle kortizol de dahil olmak üzere stres hormonlarının yükselmesine neden olduğundan, ben de dahil olmak üzere birçok araştırmacı bu gözlemlere şüpheyle yaklaştı. Bir yıl sonra doktora sonrası araştırmacı olarak Yale laboratuvarına katıldığımda, kortizol ölçümü için başka yöntemler kullanarak farklı bir gazi grubu üzerinde çalıştım. Şaşırtıcı bir şekilde, bulguyu tekrarladım.
Düşük kortizol seviyelerinin travmayla bir ilgisi olduğuna hâlâ inanamıyordum. Elbette Holokost, Vietnam Savaşı kadar korkunçtu, diye düşündüm. Holokost’tan kurtulanlarla dolu bir toplulukta bir hahamın kızı olarak büyürken, çoğu arkadaşlarımın ebeveynleri, onlar hakkında olağandışı hiçbir şey fark etmemiştim. Hocam Giller’e, PTSD veya düşük kortizolleri olmadığından eminim, dedim. “Bu test edilebilir bir hipotez” diye yanıtladı. “Neden varsayımda bulunmak yerine bunu incelemiyorsun?”
Beş kişilik ekibim, bir santrifüj ve diğer ekipmanlarla birlikte Cleveland’a indik. Ailemin evinde kaldık, insanlarla görüşmek için kapı kapı dolaştık ve akşamları kan ve idrar örneklerini test etmek için geri döndük. Sonuçlar gayet açıktı: Holokost’tan kurtulanların yarısında PTSD vardı ve PTSD’si olanların kortizolleri düşüktü. Bu konuda hiçbir şüphe yoktu – travmatik deneyim uzun zaman önce olsa bile, PTSD düşük kortizol ile birlikteydi.
Ama neden? Ve hangisi önce geldi? Önemli ipucu, Allan Munck ve Dartmouth’daki Geisel Tıp Okulu’ndaki diğer araştırmacılar tarafından yapılan 1984 tarihli bir incelemeden geldi. Stres hormonları arasında kortizolün özel, düzenleyici bir rol oynadığını belirttiler. Stres hormonları, uzun süre yüksek seviyede devam ederse, vücuda çeşitli şekillerde zarar verir; bağışıklık sistemini zayıflatır ve hipertansiyon gibi sorunlara yatkınlığı artırır. Ancak akut travma bağlamında kortizol paradoksal olarak koruyucu bir etkiye de sahip olabilir. Kendisi de dahil olmak üzere stres hormonlarının salınımını durdurarak organlara ve beyne gelebilecek olası hasarı azaltır. Böyle bir travma kaynaklı geri besleme döngüsü, kortizol “termostatını” makul bir şekilde daha düşük bir seviyeye sıfırlayabilir.
Yapbozun başka bir parçasını aldım ve yerleştirdim. 1990’ların başında Vietnam gazilerinin çocukken istismara uğramaları durumunda PTSD geliştirme olasılıklarının daha yüksek olduğunu göstermiştik. Yavaş yavaş, yoğun çocukluk sıkıntılarını (çocuk genellikle savaşamaz veya kaçamaz çünkü çocukluk bir “donma” dönemi) düşük kortizol ve gelecekteki PTSD olasılığı ile birleştiren bir şekil ortaya çıkıyordu. Tecavüze uğrayan veya trafik kazası geçiren insanları acil servise geldiklerinde inceledik ve daha düşük kortizol seviyelerine sahip olanların saldırı veya kazadan sonra PTSD geliştirme olasılığının daha yüksek olduğunu bulduk.
Onları acil servise getiren olaydan önce de kortizol seviyeleri düşük olabilir mi? Merak ettim. Düşük kortizollü biri travmatik bir deneyime maruz kaldıysa, vücutlarındaki kortizol seviyelerinin stres reaksiyonunu bastırmak için çok daha düşük olabileceğini düşündük. Adrenalin seviyeleri daha sonra hızla yükselebilir ve yeni travmanın anısını beyne yayabilir, daha sonra flashbackler veya kâbuslar olarak ortaya çıkabilir. Belki de kortizol seviyesinin düşüklüğü, PTSD için bir güvenlik açığına işaret ediyordu.
Holokost’un çocukları üzerine yapılan çalışma bu varsayımı destekledi. Holokost’tan kurtulanların PTSD’si olan çocukları, kendi PTSD’leri olmasa bile düşük kortizole sahip olma eğilimindeydi. Şüphelendiğimiz gibi, düşük kortizol, PTSD’ye karşı savunmasızlıkla ilişkili görünüyordu.
Epigenetik değişiklikler
Fakat travma maruziyetini düşük kortizole ve gelecekteki PTSD’ye hangi mekanizma bağladı? Bu soruyu cevaplamak için bir dizi çalışmaya başladık. Belirgin bir şekilde, PTSD’li Vietnam gazilerinin daha fazla sayıda glukokortikoid reseptörüne sahip olduğunu bulduk. Bunlar, kortizolün çeşitli etkilerini uygulamak için bağlandığı proteinlerdir. Bu, kortizole karşı daha büyük bir hassasiyet olduğunu gösteriyordu: Hormon konsantrasyonundaki en küçük bir artış, orantısız bir fizyolojik reaksiyona neden olacaktı. Ancak kortizol işlevinin moleküler temellerine daha yakından bakana kadar, kısmen epigenetiği inceleyerek travmaya maruz kalmanın kortizol geri besleme döngüsünü nasıl sıfırlayabileceğini anladık.
1990’larda bilim insanları, protein üretimi için şablon görevi gören genlerimizin çıktısının doğrudan genetik kodumuza yazılmayan faktörlere karşı duyarlı olduğunu fark ediyorlardı. Aynı malzemeler kullanılarak pişirilen kekler gibi, keklerin nasıl olacağı fırının sıcaklığındaki değişikliklere bağlı. Proteinlerin ne kadarının üretildiği veya “ifade edildiği”, çevreye bağlı olarak farklı sonuçlanabilir. Keşif, gen ekspresyonunu nelerin ve nasıl etkilediğinin araştırılması olan epigenetiğe yol açtı. Hem PTSD’nin nörobiyolojisini hem de travmanın nesiller arası etkilerini anlamanın çok önemli olduğunu kanıtladı.
Epigenetikçiler, gen ifadesini açıp kapatan anahtarları keşfettiler. Metilasyon adı verilen mekanizma, dört hidrojen atomundan biri eksik olan metan molekülü, metil grubunu içerir. Metil, başka bir atom veya moleküle bağlanabilmesi için serbest bir kimyasal bağa sahiptir. Metilasyon, spesifik enzimlerin varlığında, metil gruplarının bir DNA zincirindeki veya kromatin olarak bilinen DNA ve protein kompleksi içindeki spesifik bölgelere bağlandığı bir işlemdir. Metil grupları, bir otoyoldaki barikatlar gibi bu bölgeleri işgal ederek, DNA şablonundan RNA’nın sentezlendiği gen ekspresyonunda temel bir adım olan transkripsiyonu değiştirebilir. Artan metilasyon genellikle RNA transkripsiyonunu engellerken, metilasyonun azalması transkripsiyonu artırır. Bu değişiklikler, normal hücre bölünmesinde sürdürülürler ve uzaklaştırılmaları için spesifik enzimler gerekir, dolayısı ile kalıcıdır.
2015 yılında grubumuz, PTSD’li gazilerin stresle ilişkili genlerindeki epigenetik değişiklikleri ilk belirleyenlerden biri oldu. Bu değişiklikler, travmanın etkilerinin neden bu kadar kalıcı olduğunu ve yıllarca sürdüğünü kısmen açıkladı. Spesifik olarak, glukokortikoid reseptörünü kodlayan ve muhtemelen bu reseptörlerin duyarlılığını artıran bir gen olan NR3C1’in önemli bir bölgesinde metilasyonun azaldığını gözlemledik.
Bu epigenetik modifikasyon, travmanın kortizol seviyelerini nasıl sıfırlayabileceğine dair potansiyel bir açıklama önermektedir. Vücut, stres tepkisini karmaşık bir geri bildirim mekanizması aracılığıyla düzenler. Kortizol seviyesinin artması, vücudun daha az hormon üretmesini sağlayacak ve bu da glukokortikoid reseptörlerinin sayısını ve tepkisini artırabilecektir. Travmaya verilen sürekli tepkilerle meydana gelen epigenetik ve diğer değişiklikler göz önüne alındığında, geri besleme döngüsü yeniden kalibre edilebilir. Hâlihazırda travmaya maruz kalmış kişilerde stres sistemleri hassaslaşabilir ve kortizol seviyeleri düşebilir; bu da bir sonraki travmada adrenalin tepkilerini artırır ve PTSD’ye yol açar.
Epigenetik aktarımın mekanizmaları
Bu epigenetik değişikliklerden bazıları travmadan kurtulanların çocuklarında da bulunuyor olabilir mi? 2002’de 11 Eylül bebeklerinde düşük kortizol bulunması, bize bazı şeyleri yanlış düşündüğümüzü söylemişti. Başından beri travmanın davranışsal olarak aktarıldığını varsaymıştık: Joseph’in sorunları, çocukluk evindeki stresli ve yaslı atmosferden kaynaklanıyor gibiydi. Ama şimdi rahim ortamının da bir rol oynadığı görülüyordu ve hatta travma geçiren ebeveynin cinsiyeti de.
Holokost’un çocukları ile ilgili ilk çalışmalarımızda, yalnızca iki ebeveyni de Holokost’tan kurtulan kişileri seçmiştik. Ebeveynin cinsiyetinin önemli olup olmadığını anlamak için çalışmaları yeniden düzenledik. Annesi (veya her iki ebeveyni) PTSD’si olanlar daha düşük kortizol seviyeleri gösterme eğilimindeydi ve daha hassas glukokortikoid reseptörlerine sahip olduğuna dair kanıtlar gösterdi. Buna karşılık, anneleri değil babaları PTSD’si olanlarda ise tam tersi etki görüldü. Daha detaylı baktığımızda, anneleri veya her iki ebeveyni de PTSD’ye sahip olan Holokost yavrularında glukokortikoid reseptör geni NR3C1’de daha düşük metilasyon keşfettik. Bu değişiklikler, hayatta kalan annelerin kendilerinde de gözlemlediğimiz şeyi yansıtıyordu. Ancak sadece baba tarafından PTSD’si olan çocuklarda tam tersine daha fazla metilasyon gözlemledik. Bu bulgular, anne ve babalarda PTSD’nin çocuklarda glukokortikoid reseptörü üzerinde farklı epigenetik değişikliklere yol açabileceği olasılığını gündeme getirdi.
2016’da başlayan ikinci bir çalışmada, glukokortikoid reseptörünün kortizol bağlama yeteneğini düzenlemede rol oynayan bir proteini kodlayan FKBP5 adlı başka bir gen üzerindeki metilasyonu inceledik. Bulgular, hem Holokost ebeveynlerinde hem de çocuklarında FKBP5 genindeki ilgili metilasyon örüntüsünü gösterdi. Ancak bu çalışmadaki katılımcı sayısının az olması nedeniyle, bu zamana kadar Holokost’tan sağ çıkan ve çocukları ile birlikte katılabilecek ve hâlâ hayatta olan kişileri bulmak zordu, ebeveynlerin PTSD durumu gibi faktörlerin FKBP5 metilasyonuna nasıl bir etkide bulunabileceğini inceleyemedik. Bununla birlikte bu çalışmayı sadece Holokost çocukları ile önemli ölçüde genişletebildik ve daha büyük bir örnekte çalışabildik. 2020’de sadece anneleri Holokost’a maruz kalan yetişkin çocuklarda FKBP5 geninin metilasyon seviyesinin daha düşük seviyelerde olduğunu bildirdik. Bu etki, annenin PTSD’si olup olmamasından bağımsızdı ve travmanın, annelerin henüz kendileri çocukken, annelerin oositlerini etkilemiş olabileceğini düşündürdü.
İnsanda nesilleri incelemenin bariz zorlukları göz önüne alındığında, bilim insanları epigenetik aktarımı araştırmak için genellikle hayvan çalışmalarına başvururlar. 2014 yılında, her ikisi de Emory Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden olan Brian Dias ve Kerry Ressler, spermden epigenetiğin nesiller arasında aktarılabildiğini bildirdiler. Erkek bir fareye kiraz çiçeği koklatılırken aynı anda hafif bir elektrik şoku verdiler ve o kokuya karşı korku tepkisi uyandırdılar. Yanıta beynindeki ve spermindeki epigenetik değişiklikler eşlik etti. Şaşırtıcı bir şekilde, şoka uğrayan farelerin erkek yavrularında, şoka maruz bırakılmamalarına rağmen, kiraz çiçeği korkusu ve buna ek olarak beyin ve spermlerinde epigenetik değişiklikler gözlemlendi. Bu etkiler iki nesil boyunca aktarıldı. Başka bir deyişle, fare dedesinin öğrendiği kiraz çiçeği kokusunun tehlike anlamına geldiği dersi, oğluna ve torununa aktarılmıştır.
Yakın tarihli bir çalışmada, meslektaşlarım ve ben, tüm insan genomundaki protein ekspresyonu ile spesifik koşullar arasındaki bağlantıları tanımlamak için deneyler yaptık. Bu yaklaşımla, anne ve babanın travmaya maruz kalması ve PTSD ile bağlantılı farklı gen ekspresyon kalıplarını tekrardan gözlemledik.
Aktarımı tersine çevirmek
Genetik mirasımızı içeren oosit ve spermleri etkilemenin yanı sıra, bazen gebe kalmadan yıllar önce travmanın rahmin ortamını da etkilediği görülüyor. Nazilerin Hollanda’ya gıda tedarikini engellediği ve yaygın bir açlığa neden olduğu II. Dünya Savaşı’nda altı aylık bir dönem olan Hollanda Kıtlığı sırasında hamile olan kadınların çocukları üzerinde yapılan titiz çalışmalar, rahim içi etkilerin belirtilerini gösterdi. Araştırmacılar, metabolizmadaki eksiklikler ve kardiyovasküler hastalıklara yatkınlık gibi aşırı stres ve beslenme yoksunluğunun bütünleşik etkilerinin maruziyetin trimester dönemine bağlı olduğunu keşfettiler.
11 Eylül bebekleri de rahimde etkilenmişti ve üçüncü trimesterdekiler önemli ölçüde daha düşük kortizol seviyelerine sahipti. Bu durumun gelecekteki gelişimleri için ne anlama geldiğini ne yazık ki asla öğrenemedim. Bebekler rutin kontrollerine geldiklerinde, PTSD’si ve düşük kortizolü olan annelerin dokuz aylık bebeklerinin alışılmadık şekilde endişeli olduklarını ve diğer bebeklere kıyasla daha fazla yabancı anksiyetesi gösterdikleri belirlendi ancak bebekleri yetişkinliğe kadar takip edecek finansmanı alamadık.
Rahim ortamı yavrularda nasıl bir travma izi bırakabilir? Holokost’tan kurtulanlar ve onların yetişkin çocukları üzerindeki çalışmalarımız bize bazı ipuçları sağladı. Hikâye yine karışık ve 11-beta-hidroksisteroid dehidrojenaz tip 2 (11β-HSD2) olarak bilinen bir enzimi içeriyor. Enzim normalde karaciğer, böbrekler ve beyinde yoğun olarak bulunuyor. Holokost’tan kurtulanlar, Holokost’u yaşamamış olanlara göre daha düşük enzim seviyelerine sahipti ve bu tür etkiler özellikle II. Dünya Savaşı sırasında en genç olanlarda belirgindi. Bununla birlikte, gıda yoksunluğu koşulları altında, vücut hayatta kalmayı desteklemek amacıyla metabolik yakıtı artırmak için 11β-HSD2 seviyelerini düşürebilir. Yetişkinlerde, açlık olmadığında enzim seviyesi eski haline dönecektir ancak çocuklarda seviye düşük kalabilir. Bulgularımız, Holokost’tan kurtulanların uzun süre yetersiz beslenmeye maruz kaldıkları çocukluk döneminde 11β-HSD2 düzeylerinin değişmiş olabileceğini ve bu değişimin yaşlılığa kadar devam ettiğini düşündürüyor.
Ancak Holokost’tan kurtulan kadınların çocuklarında bunun tam tersini gördük. 11β-HSD2 seviyeleri Yahudi kontrol deneklerinden daha yüksekti. Sonuç çelişkili görünebilir, ancak bunun bir mantığı var. Hamilelik sırasında 11β-HSD2 ayrıca plasentada da etki ederek fetüsün gelişmekte olan beyni için toksik olabilecek maternal kortizolden korur. Özellikle üçüncü trimesterde aktif olan bu enzim, maternal kortizolü inaktif bir forma dönüştürerek plasentada fetüsü hormonun zararlı etkilerinden koruyan bir tür kimyasal kalkan oluşturur. Holokost’tan kurtulanların çocuklarında bu enzimin yüksek seviyeleri bu nedenle bir adaptasyonu, fetüsü annelerindeki düşük 11β-HSD2 seviyelerinden koruma çabasını yansıtıyor olabilir.
Bütün bunlar, yavruların her zaman ebeveynlerinin yaralarının pasif alıcıları olmadığı anlamına gelir. Tıpkı bir ebeveynin biyolojik adaptasyonlar yoluyla travmadan kurtulabilmesi gibi, yavrular da bazen ebeveynlerinin travmasının biyolojik etkilerine uyum sağlayabilir.
Travma yaşayan ebeveynlerin çocuklarıyla nasıl etkileşim kurdukları da elbette onların gelişimini etkiler. Holokost’tan kurtulan ebeveynlerle büyümenin kurgusal olmayan en güçlü anlatımlarından biri Art Spiegelman’ın serileştirilmiş çizgi romanı Maus kültürel bir engeli aşarak diğerlerinin acılarını dile getirmelerine yardımcı oldu. Pek çok psikolog ve sinirbilimci travma geçirmiş aileleri inceleyerek daha fazlasını buldu ve hikaye önümüzdeki yıllarda çözülmeye devam edecek.
Buradaki önemli soru ise şu: stresle ilişkili genlerdeki, özellikle de travmatize olmuş ebeveynlerin yavrularına yansıyan epigenetik değişikliklerin, mutlaka savunmasızlığın belirteçleri olup olmadığı veya yavruların zorluklarla başa çıkmak için daha donanımlı hale geldiği bir mekanizmayı yansıtıp yansıtmadığıdır. Bu, aktif olarak araştırdığımız bir alandır.
Epigenetik kalıtımı travmanın nasıl kalıcı hasara yol açtığının bir hikâyesi olarak yorumlamak cazip geliyor. Yine de epigenetik etkiler, vücudun yavruları ebeveynlerinin karşılaştığı zorluklara benzer zorluklara hazırlama girişimlerini temsil ediyor olabilir. Ancak koşullar değiştikçe, bu tür değişikliklerin sağladığı faydalar azalabilir ve hatta yeni güvenlik açıklarının ortaya çıkmasına neden olabilir. Bu nedenle, nesiller arası aktarım biçiminin hayatta kalmak için sağladığı etkinin avantaj olup olmaması, büyük ölçüde yavruların kendilerinin karşılaşacağı çevreye bağlıdır.
Ayrıca, bu stresle ilişkili ve nesiller arasında aktarılabilen değişikliklerin bazıları tersine çevrilebilir. Birkaç yıl önce, bilişsel-davranışçı psikoterapiden yararlanan PTSD’li savaş gazilerinin FKBP5 metilasyonunda psikoterapiye bağlı değişiklikler gösterdiğini keşfettik. Bulgu, iyileşmenin epigenetik değişime de yansıdığını doğruladı. Dias ve Ressler, farelerini kiraz çiçeği korkularını yenmek için yeniden koşulladılar; bu “tedaviden” sonra doğan yavrular ne kiraz çiçeğinin sebep olduğu epigenetik değişikliğe sahip oldular ne de kiraz çiçeği kokusundan korktular. Başlangıç olarak, bu tür bulgular psikiyatride önemli bir sınırdır ve tedavi için yeni yollar önerebilir.
Umut ediyoruz ki, felaket deneyimlerinin bu dehşetleri yaşayanları ve onların soyundan gelenleri nasıl şekillendirdiği hakkında daha fazla şey öğrendikçe, şimdi ve gelecekte tehlikelerle başa çıkmak için daha donanımlı hale geleceğiz, onlarla dirençli ve kararlı bir şekilde yüzleşeceğiz.
Kaynak:
https://www.scientificamerican.com/article/how-parents-rsquo-trauma-leaves-biological-traces-in-children/