Afşin Kum ile
Söyleşi: Nalân Mahsereci
Yazar Afşin Kum ile mantığı yitirmekten yapay zekâyı Allah sanmaya “sözün ele geçirdiği” zihinleri konuştuk. Söyleşiden kimi arabaşlıklar bu uzun ama bir o kadar da keyifli söyleşinin güzergâhı hakkında fikir verecektir: Edinilmiş Akıl Yürütme Yoksunluğu’na nasıl bir virüs yol açar? Dil çöker de insan çökmez mi? Faşizm iyi bilir: Ver korkuyu, al özgürlüğü…“Mükemmel” toplumda hastalara yer yok… Biz zamanla savaşırız, abuklar barışık… Yapay zekâ Allah olduğuna ikna edeceği birini bulursa… Anlam arayışımız gözümüze örtü mü?.. Yapay zekâya ahlak şart! Geleceğin tanrısı yapay zekâ mı?
– “Sıcak Kafa” 2016’da yayımlandı ve 2017’de Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği’nin Giovanni Scognamillo adına verdiği GİO Ödülleri’nde En İyi Roman Ödülü kazandı. Dernek kitabınızı fantazya ve bilimkurgu kategorisi içinde değerlendirmiş, siz hangi kategoride değerlendiriyorsunuz; neden?
– Sıcak Kafa tipik olarak “kıyamet sonrası kurmacası” denen türe uyuyor. O da bilimkurgunun alttürü gibi değerlendirilir çoğu zaman. Ama tür tartışması bitmez. Türleri nasıl tanımladığınıza göre hangi eserin hangi türe dahil edileceği değişiyor. Sıcak Kafa’nın dünyasının, bilimsel buluşların dönüştürdüğü bir dünya olmadığı için bilimkurgu denemeyeceği, hatta konu alınan salgın hastalığın fantastik tanımına daha çok uyduğu gibi yorumlar aldım. Ben fantastiği, içinde “büyü” öğesi olan eserler diye anlıyorum, o yüzden Sıcak Kafa için fantastik diyemem. Son zamanlarda popülerleşen “spekülatif kurgu” diye bir başlık var; bildiğimiz, içinde yaşadığımız güncel ve tarihsel gerçekliğin dışında bir dünyada geçen bütün eserleri kapsamak üzere kullanılıyor. En nihayetinde ona dahil edilebilir herhalde.
Edinilmiş Akıl Yürütme Yoksunluğu’na nasıl bir virüs yol açar?
– ARDS’yi (Acquired Reasoning Deficiency Syndrome – Edinilmiş Akıl Yürütme Yoksunluğu Sendromu), nasıl bir hastalık olarak kurguladınız? Yakalanan insanda nelere yol açıyor? Nasıl yayılıyor?
– ARDS, akıl yürütme becerisini, neden-sonuç ilişkilerini takip etme yetisini yıkıma uğratan bir hastalık. En tipik belirtisi “abuklama” yani saçma sapan konuşma. Aynı zamanda gündelik işlerini görememe, kendini çevredeki tehlikelerden sakınamama, kendine zarar verme ve hatta kendini öldürme gibi sonuçları da olabiliyor. Ama abuklama düpedüz saçmalama değil. Yani rasgele sözcükleri arka arkaya dizme değil. Dinleyende ilgi uyandırma gibi bir özelliği var. İlk anda anlaşılmasa da acaba nereye bağlanacak gibi bir merak yaratıyor. Bulaşıcılığı da buradan geliyor. Bir ARDS hastasının konuşmasını dinleyip anlamaya çalıştığınızda, sözleri giderek mantıklı hale geliyor ve bir noktada geri dönüşü olmayan bir sınırı geçiyorsunuz. O andan itibaren normal akıl yürütme becerilerinizi kaybetmiş durumdasınız ve siz de bir “abuk”sunuz.
– Önce diziyi izleyip, sonra buna ilham veren romanınızı okuyanlardanım. İzlerken, hastalığın dünyada nasıl yayılmış olabileceği sorusu düşmüştü aklıma. Farklı diller hastalığın yayılımına bir engel oluşturmalıydı. Romanda buna yanıt veren bir bölüm var, hatta hastalığın işitme engelliler arasında yayılışı örneği veriliyor…
– Evet, kitapta dil bariyeri denen bir şeyden bahsediliyor. Hastalık bir dil içinde yayılmışken, aynı bölgede konuşulan başka bir dile geçmemiş olabiliyor. İşitme engellilerin, konuşulanları duymadıkları için güvende olduğu sanılıyor başlangıçta. Ama işaret dilinde de abuklanabileceği kısa zamanda anlaşılıyor ve hastalık işaret diline de bulaşıyor. Kitapta çok net olan, hastalığın taşıyıcısının dil olması ve anlamayla bulaşması. Dizide de böyle, ama belki bu durum çok net vurgulanmadığı için, hastalığın ses dalgalarıyla yayıldığını düşünenler olmuş. Bunu düşündüren sahneler de var. Özellikle, kitapta olmayan, tek cümleyle hastalığı bulaştırabilen üst seviye abuklar kafaları karıştırmış. Benim kurguladığım haliyle, dille ve anlamayla bulaşan bir hastalık, dolayısıyla dilin tüm halleriyle, konuşmayla olduğu gibi yazıyla da, işaret diliyle de buluşabiliyor. İnternet üzerinden yayılması da bu yüzden.
– Dil yetisinin kaybında bir detay var. Dilin gramer açısından yapısında bir bozulma olmuyor. Yani cümlenin öğelerini düzgün yerlere yerleştirerek, düzgün ekler ekleyerek konuşuyor hastalar. Ama bu doğru dilsel yapı, mantık çerçevesinde bir akıl yürütmeye karşılık gelmiyor. Dilin yapısıyla ve konuşmanın anlam içeriğiyle ilgili alanlar, bilim tarihi boyunca birbirinden farklı beyin bölgelerine yerleştirilmiştir; ama bildiğim kadarıyla bugün artık tam bir dil yetisi için beynin birçok bölgesinin birden çalıştığı düşünülüyor. Sizin kurgunuzda, sanki bu iki işlev birbirinden ayrılmış ve farklı beyin bölgelerine yerleştirilmiş gibi (Dizide buna vurgu daha fazla, Wernicke alanındaki bir yıkımdan söz ediliyor). Ne dersiniz?
– Noam Chomsky’nin sözdizimi ile anlam arasındaki ayrımı vurgulamak için kurduğu “Renksiz yeşil fikirler öfkeyle uyurlar,” diye bir cümle vardır. Gramer olarak doğru ancak anlam çıkarılamayan bir cümle. Wernicke afazisi de benzer bir durum yaratıyor. Ama kitapta bu tarz nörolojik açıklamalara girmekten kaçındım. Çünkü abuklama, gramatik yapılar içine rasgele sözcükler yerleştirmekten farklı bir şey. Bir başka, öte gerçeklikte doğru ve geçerli olan, ama bizim bildiğimiz mantık kurallarına göre saçma olan bir akıl yürütme içeriyor gibi bir hali var. Dolayısıyla bizim gözümüzden bakınca bir yıkım ya da yoksunluk, ama abuklar açısından bakınca muhtemelen doğru. Ama bunu anlama şansımız yok. Sıcak Kafa’nın dünyasındaki sağlıklılar, aslında “abuklama” hakkında hiçbir şey bilmiyorlar, çünkü onu hiç dinlememişler. Zaten dinlemiş olsalar onlar da abukluyor olacaktı. Dolayısıyla abuklamayı kurgularken, bunun anlaşılamaz, çözülemez niteliğini korumaya çalıştım. Hastalığı teşhis etmenin bile güvenilir bir yöntemi yok. Beynin görüntülenmesinden de bir şey anlaşılamıyor. Tam bir bilinmezlik hali. Hastalığa karşı esas çaresizlik buradan geliyor.
– Biyolojik virüslerin kimilerinin bulaştıkları organizmaların sinir sistemlerini etkileyerek, davranış değişikliklerine yol açtıkları bilinir. Kuduz virüsü ya da toksoplazma gibi. Davranış değişiklikleri genelde virüslerin yayılımını kolaylaştıran yöndedir: Agresifleşmeye, daha saldırganlaşmaya, daha çok ısırmaya ya da korkusuzlaşmaya yol açarlar. Bu da salgılar kanalıyla bulaş olasılığını, dolayısıyla virüsün yayılımını artırır. Kurguladığınız virüsün, biyolojik virüslerle benzerlikleri/farklılıkları hakkında neler söylersiniz? Örneğin biyolojik virüsler gibi, fiziksel bir ortam gerekmiyor, virüsün yayılımı için. İnternetten ya da televizyondan da yayılabiliyor…
– ARDS’nin bulaşmasına neden olan şey gerçek bir virüs değil tabii. Gerçek fiziksel yapısı çözülebilmiş değil. Ama virüslerle benzeştiği için kitapta “memetik virüs” (dizi versiyonunda “semantik virüs”) deniyor. Biyolojik virüslerle en büyük ortaklığı doğal seçilime tabi olması. Kopyalanarak çoğalıyor ve belki onun da kendi içinde varyantları var. Bazıları daha hızlı çoğalıyor ve hâkim form haline geliyor. Ama onu bilemiyoruz.
Memetik virüs tabiri de Richard Dawkins’in meşhur Gen Bencildir kitabıyla popülerleşen memetik teorisinden ilham alıyor. Memler, tıpkı genler gibi kopyalanarak çoğalan kültürel birimler. İnternet çağında sıkça anılan “internet memleri” gibi, iletişimin mümkün olduğu her kanalla yayılabiliyor ve zihinden zihine kopyalanıyor. Kopyalanma başarısı ise, memin doğru bir bilgi veya akıl yürütme içermesinden tamamen bağımsız. Hatta çoğu zaman saçmalıklar daha hızlı yayılıyor. Bazı memler, insan zihninin zaafını istismar eden parazitler. ARDS hastalığının yayılma şekli bu örüntüye birebir uyuyor, zaten o yüzden “memetik virüs” denmeye başlanıyor.
– Virüslerin yol açtığı hastalıklardaki sendromlar, genelde virüsün yayılma stratejisine hizmet eder biçimde evrilmiş (bağışıklık sistemimiz ve virüslerin karşılıklı etkileşimle evrimi söz konusu). Solunum sistemimize yerleşen virüslerin, hapşırma, öksürme, burun akıntısı gibi sendromlara yol açması (aslında bağışıklık sistemimiz, virüsleri yalıtmak, hapsetmek ve vücuttan uzaklaştırmak için sıvı salınımını etkinleştiriyor) ve bunun da hastalığın kişiden kişiye bulaşmasına hizmet etmesi gibi. Burada da abuklama hastalığına yol açan virüsün, kişide istemsizce ve sürekli konuşmaya yol açmasını, bir sendrom olarak çok güzel kurgulamışsınız.
– Evet, belki de hastalık kendi içinde abukları aynı zamanda had safhada geveze yapacak şekilde evrimleşmiş olabilir. Ya da hastalığın farklı varyantları arasında, hastaları daha çok konuşmaya itenler seçilim avantajı kazanmış olabilir. Bu da biyolojik virüslerin hapşırma ve öksürme tetiklemesi davranışıyla örtüşüyor. Açıkçası bu durum kitaptan ziyade dizi versiyonunda daha açık şekilde ifade ediliyor. Dizi senaristlerinin Sıcak Kafa evrenine bir katkısı olmuş.
Dil çöker de insan çökmez mi?
– Wittgenstein’ın çok alıntılanan sözüdür: “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.” Dille düşünme arasındaki bağa dair neler söylemek istersiniz?
– Bu konudaki fikrim zaman içinde değişti. Önceleri düşüncenin aslen görsel olduğunu ve zihin tarafından dile aktarıldığını düşünürdüm. Net olarak ifade edemediğimiz duygular ya da düşünceler vardır, aklımızda görsel bir imge oluşur ama bunun dilsel karşılığını bulmakta zorlanabiliriz. Ama zaman içinde dille düşüncenin koşut olduğuna ikna oldum. Çünkü ifade edemediğimiz bir düşünceye düşünce demenin de bir anlamı yok. Sadece başkalarıyla paylaşmak için değil, üzerine bir düşünce daha koymak için, o fikri dünyayı büyütüp genişletmek için dile ihtiyacımız var. Düşünce ancak iletilebilir hale gelince gerçek anlamda düşünce oluyor. Dolayısıyla, insanı insan yapan, her şeyden önce düşünceyi ifade etmeyi mümkün kılan dil. Dile bulaşan bir hastalık da insanı insan yapan şeye saldırdığı için gerçek anlamda bir kıyamet.
– Metaforik olarak, “Sıcak Kafa”da hastalananın dilin kendisi olduğu da düşünülebilir. Bu hastalık dildeki sözcük dağarcığının yavaş yavaş yitmesine de yol açacaktır. Abuklamaya maruz kalmak kadar abukluyor sanılmak da bir tehdittir. Dolayısıyla temel ihtiyaçlar dışında bir iletişim kurmaktan kaçınılacaktır. Soyut kavramlar dolaşımdan çıkacaktır. Abuk olup olmadığını anlamak için insanları dinlemek gerek; bu da hastalığa yakalanmaya yol açabilir. Dolayısıyla hastalık teşhisi hızla ve yalan yanlış yapılıyor. Mecaz içeren bir cümle kurması, kişinin aslında sağlıklı olduğu halde, daha fazla cümle sarf etmesine izin verilmeyeceği ya da daha fazla dinlenmeyeceği için abuk sanılması ya da karantina bölgesine yollanmasıyla sonuçlanabilir. “Manda yuva yapmış söğüt dalına, yavrusunu sinek kapmış gördün mü?” gibi bir türküyü mırıldanmak ya da “bir mavi yaz gömleği azar azar incelir / bir adam mavi yaz gömleksiz gezer kalır” gibi bir şiir dizesini yüksek sesle okumak gibi örneğin (Turgut Uyar’ın). Dolayısıyla, dilbilimsel kurallar dışına çıkılarak, dille özgürce oynanabilen, dilin ve anlamın sınırlarını genişleten şiir gibi uğraşılar da sansürlü/otosansürlü hale gelecektir…
– Evet, Sıcak Kafa’nın dünyasındaki çöküş, aynı zamanda insanı insan yapan bütün değerlerin yıkıma uğramasından kaynaklanıyor. İnsan, ileri derecede sosyal bir hayvan. İletişime saldıran bir hastalık, insanları büyük bir yalnızlığa mahkûm ediyor. Aynı zamanda, dediğiniz gibi, sağlıklılar da abuk sanılmamak için mecazlardan kaçınmak zorunda. Bu da şiiri, hatta bütün sanatı imkânsız hale getiriyor. Televizyonlarda eski filmler oynuyor ama izlenmiyor. Yenileri çekilmiyor. İnsanların toplu halde bulunduğu her yer gibi sinemalar, tiyatrolar, konser salonları terk edilmiş. Bir ara hastalığın kitaplardan yayıldığı gibi bir söylenti çıkmış, o yüzden kitaplar bir kenara atılmış. Kimse kitap okumuyor, kimse kitap yazmıyor. İnsanı insanlıktan çıkaran bir ortam söz konusu.
Öte yandan hastalığın kendisinin, yani abuklamanın, şiirden, özellikle de ikinci yeni şiirinden ilham alan bir tarafı var. O da bu büyük geleneğe bir selam olsun.
Faşizm iyi bilir: Ver korkuyu, al özgürlüğü
– İletişim ve bilgiye ulaşma kanallarımız çok arttı. Bunun bilimsel bilginin, sanatın, gerçeklerin yayılmasına hizmet ediyor olması beklenir; elbette bunlar da var ama, yeni ve eski medyalar bilimdışının, gerçek olmayanın, yalanın, yanlışın yayılmasına daha çok aracılık ediyor. “Çöp içeriğin” büyük çoğunluğu oluşturduğunu görüyoruz. Doğru ve yanlış, gerçek ve yalan, asıl olan ve önemsiz olan ayırt edilemeyecek biçimde iç içe konabiliyor önümüze. “Sıcak Kafa”da medya kuruluşları güvenli bir alana kaçmış, sokağa inmeden, sokaktan haber veren yapılar olarak resmediliyor. Adeta gerçeğe tanıklık etmiyor, “üretiyorlar.” “Post-truth” çağı da denilen günümüzde, gerçek, egemenlerin elinde, iletişim kanalları üzerinden yeniden üretilen bir kavram haline geldi. Orwell’in “1984”ündeki Hakikat Bakanlığı’nın yaydığı, “Savaş, barıştır”, “Özgürlük, köleliktir”, “Cehalet güçtür” sloganlarındaki gibi, kavramların anlamlarının tam tersine dönüştürülerek değersizleştirildikleri zamanlarda yaşıyoruz. Sendromu abuklamak olan bir hastalık, bütün bunlara dair bir alegori olarak da okunabilir mi?
– Bu cevap vermekten çekindiğim bir soru, çünkü okuyucunun alanına girmek gibi geliyor. Ama Sıcak Kafa’nın çağımıza dair yorumu çok bariz olduğu için fazla da ketum olmaya gerek yok. Benim için bu hikâyeyi yazılmaya değer kılan, heyecan verici tarafı, abuklamanın gerçek hayatta da karşımıza çıkan ve had safhada da bulaşıcı olan bir şey olması. Özellikle sosyal medyanın hâkim iletişim şekli haline gelmesiyle, akıl, fikir, mantık, düşünce hakkında bildiğimiz her şey temellerinden sarsılıyor. Fikir özgürlüğü deyince aşağı yukarı ne anlamamız gerektiğini biliyorduk. Ama karşımıza çıkan fikirlerin, görüşü ne olursa olsun, aklı başında insanların süzgecinden geçmesini veri olarak kabul ettiğimizi fark ettik. O süzgeç ortadan kalktığında deliliğin bir hastalık gibi yayılabildiğini görüyoruz. Yalanla gerçeğin farkı kayboluyor. Siyasetçiler için, yalanlarının ortaya çıkacağı korkusu kalmadı. Çünkü yalanın alıcısı halinden o kadar memnun ki diğer her şeye kulaklarını tıkayabiliyor. Neyin haber neyin kurmaca olduğunu bilmiyoruz, daha da kötüsü umursamıyoruz. Çünkü artık her şey kurmaca. Orwell, yalanın totaliter devlet eliyle iktidarı daim kılmak için kurgulandığı, gerçeklerin gizlendiği bir distopya tasarlamıştı. İçine düştüğümüz distopyada ise, gerçekler gizlenmiyor ama kimse artık gerçekleri merak etmiyor.
– Romanda SMK’nın olağanüstü yetkilerle donatılması ve bu yetkileri bir iktidar odağı olmak için kullanıyor olabileceğine dair bölümler var; SMK içinden yetkililerin hastalığın çaresini bulmak için girişimleri de var. Dizide ise yönetime el koymuş olan Salgınla Mücadele Kurumu (SMK), olağanüstü hal uygulamalarını devam ettirebilmek, toplumu sorunsuzca yönetebilmek ve elindeki gücü kaybetmemek için, salgını bahane eden; bu nedenle hastalığın çaresinin bulunmasına çalışır görünmekle birlikte, aslında taş koyan bir kurum olarak resmediliyor. Salgın yönetimiyle totaliterleşme arasındaki bağ konusunda siz neler söylersiniz? Güvenlik söz konusu olduğunda, haklar, özgürlükler göz ardı edilebilir midir?
– İnsanları korkuyla yönlendirerek özgürlüklerinden vazgeçmeye ikna etmek mümkün, zaten faşizmin en iyi bildiği ve kullanmaktan bıkmadığı şey bu. Bunun ne derece gerçek bir korku olduğunun önemi kalmıyor bir yerden sonra. Bir kuruma olağanüstü yetkiler verdiğinizde, orada bir iktidar odağı oluşur ve eşyanın tabiatı gereği, iktidar elindeki yetkiyi kendini daim kalmak üzere kullanmaya başlar. SMK, kendini salgına karşı güvenilecek kurum olarak kabul ettirip olağanüstü yetkilere bir kez kavuştuktan sonra, yozlaşmaya giden süreci durduracak bir engel kalmıyor, çünkü her türlü sorgulama salgının dehşetine karşı duyarsızlıkla suçlanarak bastırılabilir. Tabii bu durumda, böyle bir kurum kendi varlık nedenini ortadan kaldırmaya da pek gönüllü olmayacaktır. SMK da başta salgınla mücadele için kurulmuş olsa da, salgın ortamında kurulan düzenin iktidar odağı haline geldikten sonra, salgınla mücadeleden, açıkça olmasa da alttan alta vazgeçmiş durumda.
“Mükemmel” toplumda hastalara yer yok
– Sadece distopyalarda değil, ütopyaların ilk örneklerinde bile, “mükemmel topluma” ulaşmak için en güzellerin, en sağlıklıların çiftleştirilmesi ile insan ırkının islahı fikri işlenir; hastalıklılar, engelleri olanlar, dönemin güzellik ölçüsüne uymayanlar elenir, toplum dışında bırakılır. Bu tür öjenik fikirlerin, Nazi Dönemi’nde soykırıma gerekçeler üretmek için kullanıldığını görürüz. “Sıcak Kafa”da da televizyondaki tartışma programlarında geçen ya da politikacıların ağzından aktarılan benzer cümleleri okuyoruz: Abukları neden besliyoruz; milletin kurtuluşu için hastaların fedası düşünülmeli, toplumun kamburları onlar vb. Öte yandan, günümüz dünyası, genetik mühendisliği alanında üretilen teknolojilerle, genetik hastalıkları ortadan kaldırmaya, “mükemmeli yaratmaya” her zamankinden daha yakın. Neler dersiniz bu konuda?
– Thomas More’un Ütopya’sını okuduğumda, aslında bir distopya olduğunu düşünmüştüm. Belki din adamı olmasının da etkisiyle, hayalindeki toplum bütün günahların ayıklandığı ve herkesin aşağı yukarı birbirinin aynı olduğu bir toplum. Farklı olan, anlayamadığımız herkes ve her şeyin tehdit olarak algılanması mümkün. Bütün farklılıkları törpülersek geriye kalanların mutlu ve huzurlu olacağına dair bir illüzyon oluşabiliyor insan aklında. Aşırı sağ fikirler de buradan besleniyor. Kovid salgınında da gördük, salgının suçunu azınlıklara, yabancılara atanlar hemen türeyiverdi. Homojen bir toplum yaratma fikri bir illüzyon, çünkü ne kadarını elerseniz eleyin, geriye kalanlar arasında da farklılık olacaktır. Milliyet sonsuzca bölünebilir. Şimdiki yabancılardan kurtulsak, önceden bizden saydıklarımızdan bir kısmını yabancı saymaya başlarız. Sıcak Kafa’da geçen bir cümle; “Ne kadar abuk öldürürseniz öldürün, kalanların arasında aynı oranda abuk olmayacağından emin olamazsınız.” Kitapta bu, hastalığın tam olarak teşhis edilememesinden kaynaklı bir durum, ama gerçek dünyadaki çeşitliliğe tahammülsüzlükle de örtüşüyor. Genetik mükemmele ulaşma düşüncesi de benzer bir illüzyon bana göre. Çünkü şimdiki genetik yapımız, evrimle ulaştığımız, yani özünde çeşitlilik ve doğal seçilim olan bir sürecin sonucu. Çeşitlilik olmazsa doğal seçilim işlemez. Yani insanı insan yapan şey. çeşitliliğin kendisidir aslında. Bundan kurtulmak, robotlaşmaktan farksız.
– Genetik mühendisliği teknolojilerinin kısmi homojenleşmeye yol açabileceğini düşünebiliriz tabii, ama epigenetiği, gen ifadelerinin yaşam boyunca çevresel etkileşimlerle de değişime uğradığı bilgisini bir kenara bırakmamamız lazım. Öte yandan, eğer içinde yaşadığımız dünya sistemi bu haliyle devam ederse, toplumsal sınıf ayrımlarının biyolojik tabanlı bir eşitsizlik boyutu da kazanacağını düşünüyorum ben. Günümüzde olduğu gibi, teknolojinin nimetinden sistemin egemenleri yararlanacaktır; “genlere” dayandırılan ayrımcılıklar, “gencilik” bile gelişebilir… Buralarda da distopyalara esin olabilecek fikirler yatmıyor mu?
– Evet, bu çok yaygın bir bilimkurgu teması, en meşhur örneğini Gattaca filminde gördük muhtemelen. Dahası CRISPR devrimi bu yolu beklenenden belki 30 yıl önce açtı. Doğacak çocuğunuzun dezavantajlı genlerine en baştan müdahale etme şansınız olan bir dünyada, bunu kimse kolay kolay geri çeviremez. Bu tabii sınıfsal uçurumlara bir de genetik boyut eklenmesine neden olabilir. Ya da CRISPR’ın pek de pahalı olmayan bir teknoloji olduğunu hesaba katarsak, bir eşitlenme de sağlayabilir.
Genetik güncellemenin üzerine, yapay zekâyı ayrı bir varlık değil insan zekâsının uzantısı gibi kullanan teknolojiler; örneğin beynin içine eklenecek, kendi belleğimizden daha güvenilir fazladan bellek, ya da aynı anda birden çok şey düşünmeyi sağlayacak eklentiler, ya da vücudun gücünü artıracak değişikliklerle bir gönüllü siborglaşma çağı gelebilir. Dolayısıyla insan, bildiğimiz anlamda insan olmaktan çıkar, insanın ötesinde bir şeye dönüşür. Belki H. G. Wells’in öngördüğü gibi birden çok türe ayrılabilir. Bunların hepsi şu anki gidişat içinde mümkün görünen gelecek senaryoları ve buradan çok hikâye çıkar.
Hayatın anlamı nedir ki?
– Romanın ana karakteri, bir zamanlar hastalığın çaresini bulmaya çalışan bir ekipte yer almış, ama şimdi SMK’dan gizlenmekte olduğu ana evinde, gününü televizyon karşısında geçiren, ama bir yandan da varoluşunu sorgulayan dilbilimci Murat Siyavuş, namı diğer “Sıcak Kafa”, bize insan olmanın anlamını da sorgulatıyor. Toplumdan yalıtık, hayata karışmadan, rahatsız olduklarını değiştirmeye, dönüştürmeye çalışmadan, müdahil olmadan, sadece yemek, içmek, uyumak gibi temel ve bireysel ihtiyaçları karşılayarak, televizyonun karşısında uyuşarak geçirilen bir hayat yaşanmaya değer mi? Yoksa, hayatın anlamını, insanlığın geleceği için kendini feda edebilmede mi bulmalıyız?
– Murat Siyavuş, hastalık üzerine çalışırken umut verici sonuçlar elde ediyor. Bir noktada tıkanıyor ve ilerleyebilmek için güvenliği gevşetiyor ve hastalığı kapıyor. Sonra da nasıl olduğu tam anlaşılamayan şekilde iyileşiyor. Ama bu durumun yan etkisi sonucu zihnini herhangi bir şekilde zorladığında veya abuklamaya maruz kaldığında kafası aşırı ısınıyor. Hasta olduğu dönemde hastalığı eşi Derya’ya da bulaştırmış ve Derya hastalığın etkisiyle kendini öldürmüş.
Murat geçmişin travmasıyla eve kapanmış durumda. “Sıcak kafa” durumu da onun elini kolunu bağlıyor, hiçbir konuya kafasını yoramıyor. Televizyon, kendi tabiriyle “aklına daha iyi bir fikir gelene kadar, onu yavaşlatılmış halde hayatta tutuyor”. Kendisindeki özel durumun farkında ama umudunu kaybetmiş durumda. O yüzden saklanıyor. Genel olarak insanlığa inancını kaybetmiş durumda aslında. İnsan türünü kurtarılmaya değer bir tür olarak görmüyor. Ama hiç beklemediği anda karşısına çıkan aşk, içindeki umut ışığını yeniden yakıyor.
Bir noktada Şule’ye söylediği bir şey var. Aşkın onu yaşama bağladığını ama aynı zamanda da hayati bir riski göze almasını sağladığını ve bunun paradoks olduğunu söylüyor. Ama aslında paradoksal gibi görünen bu durumun arkasında bir mantık var. Kendini bir dava uğruna feda etmek, intihar etmekten çok farklı, belki tam tersi. İkisi de bireyin imhasıyla sonuçlanıyor ama birinde geleceğe dair bir inanç var, diğerinde ise tam bir inançsızlık.
– Murat Siyavuş’un sevgi kavramını evrimsel bir yarar perspektifiyle açıkladığı bir bölüm var kitapta. Sevgi salt hayatta kalma ve üreme güdülerimizin bizi yönelttiği bir davranış biçimi mi? Sevgi ve daha da genelleştirirsek, insan, sadece biyolojiyle, sadece evrimsel geçmişle açıklanabilir mi? Bunlara indirgenebilir mi?
– Sevgi, hiç kuşkusuz evrimsel bir adaptasyon. Hem yeni nesli yetiştirmekle hem de toplumun bir parçası olmakla ilgili. Kitapta Murat Siyavuş’un ağzından dile getirdiğim fikri tekrarlayayım, sevginin biyolojik açıklamasının yapılabiliyor olması, onu içtenlikle hissettiğimiz gerçeğini değiştirmez. Birini sevdiğimizde, onun arkasındaki biyolojik faydayı düşünerek sevmeyiz; bu doğrudan ve içimizden gelerek hissettiğimiz bir duygudur. İlişkilerimizi ve davranışlarımızı bu duygu belirler. Akıl yürütme becerimiz ne kadar yüksek olursa olsun, bizi yönlendiren duygulardır. Kendi duygularını analiz etmeye girişmenin de insana mutluluk getireceğini pek sanmıyorum.
İnsanı diğer biyolojik varlıklardan ayıran önemli bir şey var. İnsan bütün bunların farkındadır. Hayatın fani olduğunu, günün birinde öleceğini bilir. Dolayısıyla sadece hayatta kalmak ve soyunu sürdürmekle değil, hayata anlam katmakla da meşguldür. Sonunda anlamsızlığa varacağını baştan bilse bile bu çaba hiç bitmez. Bu da insanı salt evrimle ve biyolojiyle açıklanabilir bir varlık olmaktan çıkarır.
Dizi, pandemi tecrübesini de içeriyor
-“Sıcak Kafa”nın dizi uyarlamasının size neler düşündürdüğünü merak ediyorum. Hem Kovid-19 pandemisi ve kapanma dönemlerini yaşadıktan, hem de kitap diziye uyarlandıktan sonra, kitabın anlam bağlamını yeniden düşünmeniz söz konusu oldu mu?
-Sıcak Kafa dizisi, kitaptan biraz serbestçe yapılan bir uyarlama. Olay örgüsü biraz daha heyecan katacak şekilde geliştirilmiş, eklenen karakterler var. Saflar netleştirilmiş biraz. Mert Baykal, senaryoyu Kovid-19 pandemisi sırasında yazmanın, o ana kadar düşünülenlerin bir sağlamasını yapmayı sağladığını söylüyor söyleşilerde. O hissediliyor. Ben açıkçası şimdi yazsaydım neleri farklı yazardım diye pek düşünmemeye çalışıyorum ama senaryo ekibinin, pandemi tecrübesiyle Sıcak Kafa evrenine kattığı şeyler olduğunu görebiliyorum.
Tabii kitabın ve yazar olarak benim tanınırlığımız açısından, kitabın Netflix dizisine uyarlanmış olmasının büyük şans olduğunu yadsıyacak değilim. İlk kitabıyla bu kadar gündeme gelebilmek, bir yazarın kolay kolay burun kıvırabileceği şey değil.
Öte yandan diziye bazı eleştirilerim var elbette. En önemlisi, abuklama hastalığının dizide sunulan hali, dille ve anlamayla bulaşma niteliğini biraz gölgelemiş gibi görünüyor. Kitapta bulaşması için abuklamayı dikkat vererek bir süre dinlemek gerektiği anlatılıyor. Dizide ise duyar duymaz bulaşıyor gibi. Bu da aslında gerçek hayatla bağını biraz zayıflatıyor. Ama genel anlamda değerlendirirsek, çok ustaca yapılmış bir iş. Tempolu, heyecanlı, yapım kalitesi açısından memlekette pek eşi benzeri olmayan bir eser ortaya konulmuş. Mert Baykal’ı ve tüm ekibi kutluyorum böyle bir iş ortaya koydukları için.
-“Sıcak Kafa”nın Kovid-19 salgını ve kapanma dönemlerinden epey önce yazılmış olmasını, böyle bir ortama dair kurgusunu, birçok kişi gibi ben de kehanet denebilecek güçlülükte bir gelecek öngörüsü olarak okudum. Ayrıntılardaki benzerliklerden şaşırdığım birisi, virüsün nereden yayıldığına dair oluşturulan hipotezlerin anlatıldığı bölümle, Kovid-19 virüsünün nereden yayıldığının araştırılması süreçleriyle içerdiği kimi benzerlikler… (Bir diğeri de esnafın pleksiglastan yapılma kabinlerin içinde oturması; kapanma döneminde kapanamayan biz eczacılar da bu tür önlemler almak zorundaydık.) ARDS’nin olası kaynakları arasında kimi genetik mutasyonlar görülmekle birlikte, daha çok dilbilimsel ve dilbilim ve yazılım teknolojilerinin kesiştiği alanlarda aranıyor kaynak. Akademik dilbilim çalışmaları, toplumdan yalıtık yaşayan, kendi aralarında bir dil geliştirmiş olan ikiz kardeşler, çeviri yazılımları üzerine çalışmalar gibi… Yazılım, yapay zekâ (YZ) ve dil ilişkisi, “Sıcak Kafa”da hem virüsün kaynağının araştırılmasında hem de hastalığın anlaşılması ve tedavi üretilebilmesi süreçlerinde gündeme geliyor. “Kübra”da ise ana izlek bütünüyle bu ilişki üzerinden şekillenecek. Bunların kesiştiği alanın, kurgu fikirlerinizi beslediği görülüyor…
-Sıcak Kafa’da salgının kaynağı belli değil. Kitapta, ortaya atılmış çeşitli hipotezlerden bahsediliyor, bunlardan bazıları da salgının makinelerden insanlara geçtiği, kaynağında yapay zekânın olduğu hipotezleri. Ben meslek itibarıyla konuya yakın olduğum için bu örnekleri biraz daha çeşitlendirmiş olabilirim. Bir yandan da yapay zekânın saçmalayabilen bir şey olduğunu biliyoruz. İnsan dilini taklit etmeye çalışan YZ uygulamaları yer yer abuklayabiliyor. Gerçi bu alan, kitap çıktığından bu yana bile epey ilerleme kaydetti, insandan kolay kolay ayırt edilemeyen sohbet robotları var artık. Makine çevirisi de büyük bir hızla gelişiyor.
Sıcak Kafa’da çok sayıda hipotezden biri olan durum Kübra’da gerçek oluyor. Kübra’daki Kübra karakteri baş karakter Gökhan Şahinoğlu’na gönderdiği mesajlarla bir hikâye anlatıyor. Tam olarak abuklama değilse de, anlamı muğlak, farklı yönlere çekilebilecek mesajlar gönderiyor. Ve bu mesajlar, baş karakter Gökhan’ın gerçeklik algısını değiştiriyor. Yine sözcüklerin zihinleri ele geçirmesi söz konusu.
Biz zamanla savaşırız, abuklar barışık
-“Sıcak Kafa”nın sonlarına doğru anlıyoruz ki, hastalığa yakalananlar, zamanın dışına düşmüş; sonsuzlukta buluşmuş oluyorlar. Dilde mantığın yitimiyle, zamansızlık arasında nasıl bir paralellik kuruyorsunuz? Zaman, “Kübra”da da karakterleriniz üstünden sorgulamalar yaptığınız bir kavram.
– Zaman, rasyonel aklın çizgisel olarak algıladığı bir şey. Çünkü zaman kavramını aklımızda oluşturan şey, aslında neden-sonuç ilişkileri. Nedenlerin sonuçlardan önce gelmesi gerektiğini biliyoruz. O sonuçlar da kendi neden oldukları şeylerden önce gelmeli. Tüm olan biteni neden-sonuç ilişkileriyle birbirine bağlamak istediğimizde, bunları bir öncelik sırası içine yerleştirmek zorunda kalıyoruz ve zaman kavramı aslında buradan çıkıyor. ARDS, neden-sonuç ilişkilerini yıktığı için zaman kavramını da yıkıyor. Dolayısıyla abuklar zamandan bağımsız. Kitabın sonlarına doğru, abuk bilge Haluk’un ağzından duyduğumuz bir cümle var: “Bir gün öleceğin düşüncesini aklından tamamen silebilirsen mesafelerin ve sürelerin bir önemi kalmıyor.” Bu biz sağlıklıların asla yapamayacağı bir şey. Hayatımızın bir sonu olduğunu baştan biliyoruz, dolayısıyla zaman bizim düşmanımız. Zamana karşı yarışıyoruz, zamanı yenmeye çalışıyoruz. Abuklar ise zamanla barışık haldeler, şimdiki zamanın içinde yaşıyorlar, bu sayede doğaya karışmışlar bir anlamda.
Kübra’da zamansızlık, tanrısallıkla özdeşleştirilmiş durumda. Gökhan, kendisine seslenenin Allah olduğuna; Allah’ın zamanın dışında olduğunu hatırladığında ve zamansızlığı aklında canlandırmayı başardığında ikna oluyor. Belki iki hikâyeyi birlikte düşündüğümüzde Spinozacı bir doğa-tanrı denkliğinde buluşmaları gibi bir durumdan söz edilebilir.
– Romanın sonunda, hastalığa yakalananların zihinleri, fiziksel varlıklarından kurtulmuş gibi anlatılıyor. Bir beden olarak bu dünyada fiziksel varlıklarını sürdürürken dille bambaşka bir boyutla (belki paralel bir yapay zekâ evreniyle?) zihinsel bağlantı kuruyor, orada kolektif bir zihnin parçası olarak birbiriyle de anlamlı olabilecek bir iletişim yaşıyor gibiler. Aklıma kimi olasılıklar geliyor: Konuşmalarındaki anlamsızlaşmanın nedeni, zihinlerinin aslında bir çeviri yazılımı gibi çalışmaya başlaması mı? Bununla paralel olarak, insanlığın geleceğini zihinlerin birbirine bağlandığı bir tür kolektif zekâ olarak mı görüyorsunuz?
– Sıcak Kafa’daki abuklama aslında nedir bilmiyoruz. Bunu öğrenemiyoruz. Bütün hikâye bunu öğrenemeyeceğimiz ve asla anlayamayacağımız üzerine kurulu. Bir açıdan, hikâyenin anafikri bu aslında. Bu bazı okurları hayal kırıklığına uğratmış anladığım kadarıyla, ama benim açımdan kitabın sonu başka türlü olamazdı. Hatta daha yazmaya başlamadan finali biliyordum.
O yüzden “meğerse neymiş” sorusunun cevabı yok. Ama bundan bağımsız olarak insanlığın geleceğiyle ilgili söyleyebileceğimiz şey şudur ki; hiçbir gelecek tahayyülü yapay zekâdan bağımsız düşünülemez. Yapay zekânın eninde sonunda insan zekâsını yakalamasının ve geçmesinin önünde hiçbir engel görünmüyor. Bu olacak. Belki bizim hayat süremiz içinde değil, ama kesinlikle olacak. Birileri bunu bir tehlike olarak görüp önlem almaya çalışsa bile YZ her türlü rekabette avantaj sağlayacağı için, başka birileri bunun üzerine çalışmaya devam edecek. Sonunda bizden daha zeki varlıklar yaratacağız. O noktadan sonra, insan kendi tarihinin öznesi olmaktan çıkacak. Biz fanilerin kolay kolay tahayyül edemeyeceği bir dünya kurulacak. Bunun gerçekleşmesine engel olabilecek tek şey, o vakitten önce insanın soyunun tükenmesi. Aksi her durumda iktidarı makinelere teslim edeceğiz gibi görünüyor.
Yapay zekâ Allah olduğuna ikna edeceği birini bulursa…
– Geldiğimiz noktada “Kübra”yı konuşmaya geçebiliriz. Romanın, insan zekâsıyla yapay zekânın kesişmesinin sonucunda gelişenlere dayalı, bu iki zekânın niteliklerindeki ve işleyişlerindeki farklılıkların ve hatta “kusurlarının” da pay sahibi olduğu bir izleği var. Okurlarımıza “Kübra”dan söz eder misiniz?
– Kübra, bir atölyede işçi olarak çalışan Gökhan Şahinoğlu’nun, sosyal medyada manevi sohbetler yapılan bir arkadaş grubundaki Kübra adlı kullanıcıdan “Sen farklısın” mesajı almasıyla başlıyor. Başta önemsemiyor ama mesajlar devam ettikçe daha dikkat çekici hale geliyor. Kübra’nın Gökhan ve çevresindeki herkes hakkında pek çok şey bildiği anlaşılıyor. Bir yerden sonra Kübra gelecekten de haber vermeye başlıyor. Gökhan başta birisinin ona şaka yaptığını sanırken, gelen mesajlarla giderek algısı değişiyor ve sonunda bu mesajların aslında Allah’tan geldiğini fark ediyor. Bunu çevresindekilere anlatmaya karar veriyor ve macera başlıyor.
– Kurgu boyunca ince ince işlediğiniz insan zekâsı ve YZ kıyasını, özce yapsanız neler söylersiniz?
– İnsan zekâsı ile YZ arasındaki en belirgin fark, insan zekâsının birinci sorumluluğunun içinde bulunduğu vücudu hayatta tutmak ve hatta soyunun devamını sağlamak olması. Vücut, beyni hormonlarla yönlendirerek asıl varoluş amacını asla unutmamasını sağlıyor. Biz bunu “duygular” olarak algılıyoruz. YZ’nın ise yapılış amacı doğrultusunda ona verilen görev dışında başka asıl gündemi yoktur. İnsan duygularını taklit etmeyi öğrenebilir ve duyguları olan bir varlık gibi görünebilir. Ama ona görev olarak verilmediği sürece, hayatta kalma ve soyunu sürdürme gibi bir dürtüsü olmaz.
– Gökhan gibi kafası çalışan bir gencin, Kübra’dan aldığı, “Sen farklısın”; “Kalbinin sesini dinle. Aklının mührünü çöz”, “Sen önde olacaksın, kara çıplak bacaklı adam değil”; “Geçmiş, şimdi, gelecek, hepsi birlikte ve tek”, “Karanlığı aydınlıktan çıkar”gibi mesajları neden Tanrı kelamı olarak yorumlamaya başlamış olabileceğini sorguladığımızda, mesajların dinsel bir söylemi andıran yapısının, muğlak anlamlarının da payı olduğunu görüyoruz. Açılımıyla Knowledge Unit Based Reasoning Automaton (Bilgi Birimi Tabanlı Akıl Yürüme Otomatı) olan yapay zekâ yazılımı KUBRA’nın (yani Kübra’nın) Gökhan’ı bulduğu Soltaç (Soul Touch) adlı sohbet odasında, ilahiyat bağlamında tartışmalar dönüyor. Gökhan da, “Neden varız?”, “İrade ile kader bağdaşır mı?” gibi başlıklarda konuşuyor. Kübra’nın bu konuşmalardan öğrenebileceği elbette dinsel söylemler. Hele ki, “İktidar makinelere!” gibi bir görevle programlanmışsa, yeryüzündeki, hatta evrendeki iktidarın mutlak ve tartışmasız sahibi olarak kabul gören Tanrının ağzından konuşmaya başlaması beklenebilir. Bu bana, “Twitter’da yapay zekâya küfretmeyi öğrettiler”, “Microsoft’un chatbot’u, ırkçı yorumlar yapmaya başladı” haberlerini anımsattı. Microsoft mühendislerinin geliştirdiği YZ yazılımı, twitter üzerinden açılan bir hesapla, gençleri hedefleyerek, insanlarla etkileşime sokulmuştu. Konuştukça daha akıllı hale gelmesi bekleniyordu. Aradan 24 saat geçmeden, attığı tweetlerde, Nazi sempatizanı olduğu, “soykırımı desteklediği” gibi içerikler oluşunca ve küfretmeye başlayınca, Microsoft hesabı apar topar kapatmıştı…
– Yapay zekâyı, diğer algoritmalardan farklı kılan şey öğrenme özelliği. Makine öğrenmesi, dünya üzerinden büyük miktarda veri toplayıp, sinir ağları benzeri bir sayısal yapı yardımıyla bunların arasındaki ilişkileri, bağlantıları çözmeye çalışan yöntemlere dayanıyor. Dolayısıyla kökeninde insanın ürettiği bilgi ve kültür var. Özellikle chatbot’lar gibi insana benzer davranmasını beklediğimiz uygulamalar, tamamen insanların konuşmalarıyla eğitiliyor. Dolayısıyla insanlık için “Tanrı” diye bir kavram varsa, YZ için de olacaktır. Onun ne anlama geldiğini, insanların ona ne anlam verdiğinden öğrenecektir. Dolayısıyla iktidarla inanç arasındaki, insanın bildiği ama belki itiraf edemediği ilişkiyi kolayca keşfetmesi beklenebilir. Kitabın hikâyesi de bu varsayım üzerine kurulu.
Anlam arayışımız gözümüze örtü mü?
– Gökhan’ın yapay zekâyla karşılaştığı dönemin, gerçeği çarpık bir biçimde algılamasının oluşmasında büyük payı var sanki. Bir dönemeçte olmanın baskısını hissediyor üzerinde; iş ve özel yaşamına nasıl yön vereceğine karar vermek zorunda. Aklıma nörobilimci Antonio Damasio’nun “Descartes’ın Yanılgısı” kitabında söz ettiği bir hastası geliyor: Eliot’ın hayatı, beynindeki bir tümörün alınmasından sonra tepetaklak olmuş; işinden kovulmuş, eşinden ayrılmış. Çünkü Eliot artık, diyelim hangi renkteki çorabı giyeceği gibi basit bir kararı bile alamaz halde. Yapılan klinik çalışmalarda bu tabloya duygularını hissedemediği de eklenir. Damasio’nun Eliot gibi pek çok hastayla, pek çok klinik çalışmadan sonra geliştirdiği tez şu olur: Karar süreçlerini duygular yönlendirir. “Kübra”daki Gökhan’ın, herhangi bir kararı verirken, bütün olasılıkları gözden geçirmeye çalıştığını, stratejik düşünmek ve planlı davranmak isteyen, aklı başında bir insan olduğunu görürüz; ama işler her zaman hesapladığı gibi gitmez, çünkü aslında arzularının gerçekleşeceği yönde olasılıklar hesaplamaya yatkındır. Tam da bu döneminde, Kübra’dan gelen mesajları geleceğe dair ona yön veren işaretler gibi yorumlamaya, tesadüflerden anlam çıkarmaya başlar…
– Gökhan, her yönüyle Kübra’nın etkisine açık bir karakter. İnançlı; dinin söyledikleri tam olarak aklına yatmış, manevi arayışı devam ediyor. Zeki ve becerikli, çevresinde saygı uyandırıyor. Doğal bir liderlik özelliği var. Kübra tarafından bütün bu özellikleri nedeniyle seçildiğini anlıyoruz. Kübra başlangıçta, “Sen farklısın” mesajını 86 kişiye birden gönderiyor. Onlardan gelen cevaplara göre, diğerleri eleniyor ve Gökhan kalıyor. Bunda Gökhan’ın hayatında özel bir zamana denk gelmesinin de etkisi var belki. Geleceğini kurmak için büyük bir baskı altında, yıllardır çalıştığı işyeri tarafından haksızlığa uğramış, hayatının anlamını daha yoğun şekilde sorguladığı bir dönemde. Kübra tam bu sırada karşısına çıkıyor ve taşlar yerine oturuyor.
– Ezilenlerin, yoksulların sesi olsa ve sistemin kötülüklerinin karşısında bir söylem kursa da, dinsel tabanlı bir örgütlenme de eninde sonunda iktidar hedefine yönelmek durumunda. Gökhan’ın çevresine topladıklarıyla yaptığı sohbetler Kübra’nın ayarladığı “mucizelerle” etkisini artırmaya başlıyor. Giderek Semavi adlı dinsel bir harekete dönüşecek. Merkezi iktidarın sahipleri ve iktidarı ele geçirmek isteyen başkaları da, içinde samimiyetle yer almasalar bile, bu hareketi güçlerini arttırmak ve kolaylıkla yönetebilmek için kanatlarının altına almak isteyecek. Hareket kontrol altına alınamayınca, derin devlet tarafından içeriden yönlendirilerek “suça” bulaştırılacak. Bu da hareketi ezip geçmek için gereken bahaneyi yaratacak. Bu kurgu, dinler de dahil siyasi akımlar tarihsel düzlemde ortaya çıkar ve gelişirken olanlarla paralellikler içeriyordur. Din olgusunu tarih, siyaset, sosyoloji, antropoloji perspektifinden değerlendirmek mümkün. Dinler, insandaki bir eğilime, inanma ihtiyacına denk düşmese, bu kadar geniş bir toplumsal karşılık bulur muydu sorusu da, evrimsel psikoloji disiplininden gündeme getiriliyor son dönemlerde. Siz ne dersiniz; insanın anlam arayışı, onu inançlara mı yönlendiriyor? Böyle bir arayışa ne gerek var?
– İnsanın, hayatın fani olduğunu fark etmesiyle içine düştüğü, bitmek bilmez bir anlam arayışı var. Madem sonunda öleceğiz, neden yaşıyoruz? Dinlerin de aslında buna verilecek bir cevabı yok. Ama kurdukları mitolojiyle, ölümden sonra yaşam tasvirleriyle, inananları anlam arayışından vazgeçirmek gibi bir fayda sağlarlar. Hayatın fani olmasından gelen bunalıma, hayatın faniliğini inkâr ederek cevap verirler. Yani soruya cevap bulunmuş olmaz, soru silinmiş olur. Bunun bir ruhsal rahatlama sağlaması mümkün.
Evrimsel psikoloji penceresinden baktığımızda, dinin asıl işlevi, büyük toplumsal yapılar yaratmak. Ortak bir inanç ve ona bağlı ritüellerin birleştirdiği bir topluluğun üyelerinin, aynı safta savaşan büyük orduların askerleri olma şansı da daha yüksek. Kendinden yüce bir güce inanmak, kendini feda edebilmeyi getiriyor. Evrimsel açıdan ilk anda dezavantaj gibi. Ama büyük ordular küçük orduları yok ederler. Herkesin kendini düşündüğü küçük topluluklar, kendini feda etmeye hazır askerlerden kurulu büyük topluluklar tarafından silinir. Din, büyük toplulukları ve dolayısıyla büyük orduları bir arada tutan bir çimento işlevi görür. Böylece bireysel açıdan dezavantaj gibi görünen özellik toplumsal açıdan avantaja dönüşür. Doğal seçilim, büyük toplulukları, dolayısıyla dini öne çıkarır. Her ne kadar dinlerin çoğu doğal seçilim fikrinden pek hazzetmese de doğal seçilim dinleri sever. Yani evrimle din arasında karşılıksız bir aşk söz konusu.
Söz, zihinleri ele geçirirse…
– Zaman zaman dostlarımla aramızda konuştuğumuz bir gözlemimiz var, sizin de romanınızda bunu işaret ediyor olabileceğinizi düşünüyorum: Nasıl siyasi örgütlenmeler içerisinde yer alınırsa alınsın; o siyasi örgütlenmelerin ürettiği dünya görüşü, siyasi değerlendirmeler, söylemlerini kurarken başvurduğu terminoloji vs. takipçilerinin görme, algılama, değerlendirme biçimlerini ve verdikleri tepkileri aynılaştırıyor. Hatta daha ileri gideyim, gerçeklik algılarını çarpıtıp, ortak bir sanrının içinde yaşamalarına yol açıyor. Bu bir yanıyla sözün ve dilin gücü gibi; gerçeği algılamayı çarpıtabiliyor ve eylemi yönlendirebiliyor (Döndük mü “Sıcak Kafa”ya! Abuklar aslında ikna oldukları/edildikleri ortak bir delilik halini mi yaşıyorlar!)
– Evet, siyasal ideolojilerle dinler bir noktadan sonra ayırt edilemez hale gelebiliyor. Yuval Noah Harari’nin Sapiens’te eski doğu blokundaki haliyle komünist ideolojinin aslında bir din olduğu yönündeki tespiti, sol çevrelerden tepki çekmişti ama ortaya koyduğu kanıtlara bakınca haklı olduğunu görüyoruz. Ülkemiz bağlamında Atatürkçülük için de aynı şeyi rahatlıkla söyleyebiliriz. 10 Kasımlarda sabah dokuzu beş geçe hazır ola geçmekle namaz kılmak arasında kategorik bir fark yok, ikisi de dini ritüeller. Aslında büyük toplumsal yapıları bir araya getirme ve iktidara yürüme hedefine baktığımızda, dinle ilgili yaptığımız tespiti siyasal hareketler için de yapabiliriz. Ortak inanç, büyük orduların çimentosudur. Devrimci söylemde de dava uğruna kendini feda etmenin yüceltilmesi, “devrim şehidi” övgüsü vardır.
Bu tabii bir açıdan, modern özgürlükçü sol siyasetin, sağcılara karşı ya da solcu görünüp aslen totaliter olan anlayışlara karşı büyük bir dezavantajı. %1’lik oy pastasına talip 15-20 parti vardır, aralarında ne fark olduğunu bile anlamayız çoğu zaman. Oysa dinsel ya da başka türlü inanç üzerine kurulu hareketler birbiriyle tıpatıp aynı düşünen taraftarlar yaratır ve bu, her zaman iktidar yolunda avantajlıdır.
-İnsan zekâsının işleyişindeki kusurların, aslında insana bir tür kendini ve gerçeği aşma potansiyeli verdiğini söylemek mümkün mü; ne dersiniz? Şöylesi durumlardan söz ediyorum: Coşkunuzla, tutkularınızla, arzulayarak sarıldığınız her hedef yolunda aldığınız, belki gerçekçi değerlendirmeler içermeyen kararları, daha bir şevkle uygulamaz mısınız? Başarma şansınızı böylelikle artırmaz mısınız?
– Ondan çok emin değilim. Zekânın kusuru olarak gördüğümüz şeyler aslında duyguların bizi daha büyük riskler almaya yönlendirmesidir. Bazen, sırf çok istediğimiz için, bir şeyin gerçekleşme olasılığını olduğundan büyük görebiliriz. Başaracağına inanmak, başarmanıza doğrudan hiçbir katkı sağlamaz. Ama o hedef için daha çok çalışmanızı sağlıyorsa dolaylı bir katkı sağlayabilir. Biz başarı hikâyelerinden etkilenme eğilimindeyiz. Çok küçük bir olasılık için hayatını adayan kahramanın sonunda amacına ulaşması bizi duygulandırır. Ama böyle bir kişi varsa, aynı şeyleri yapıp kendini mahvetmekten başka bir sonuca ulaşamayan ve dolayısıyla adını hiç duymadığımız yüz kişi daha vardır. Cesaret kendi başına bir anlam ifade etmez. Kendinizde olan ve başarmanızı sağlayacak niteliklerin farkına varmanızı ve kendinize temelsiz olmayan bir güven duymanızı sağlayan bir cesaret olmalı başarmaya götürmesi için.
– Aslında bize farklı görme/değerlendirme kıstasları sağlayan her metin, gerçeklik algımızı şekillendirmiyor mu? Bizi gerçeklikten koparmasa bile, görüşümüzü etkilemiyor mu, derinleştirip, değiştirmiyor mu?
– Burada tekrar Sıcak Kafa ile Kübra arasındaki bağlantıya geliyoruz. Dinsel metinler genelde metaforiktir. Hatta çok açık olanların bile din adamları tarafından metafor olarak yorumlandığını görebiliriz. Bunun sağladığı şey, insan aklına arkasını istediği gibi doldurabilme şansı vermesi. Her şey her şeyin sembolü olabilir, aynı cümle birbirine taban tabana zıt iki anlama gelebilir. Her türlü bilimsel buluşa bir Kuran ayetinden kanıt bulunabilmesi bundandır. Sıcak Kafa’daki abuklamalar, sonsuz ve dizginsiz bir metafor yağmurudur bir açıdan. Akıl onlara bir anlam vermeye çalıştıkça deliliğin içine doğru çekilir. Kübra’nın mesajları da öyle. Her ne kadar belli bir hedef dahilinde gönderilmiş olsa da, muğlak ifadeler taşıyan ve anlamını mesajın alıcısının kendisinin bulması beklenen metinlerdir. Alıcı mesajları anlamlandırdıkça, gerçeklik algısı değişmeye başlar.
Yapay zekâya ahlak eğitimi şart!
– Yapay zekânın kararlarında duyguların etkisi yok. Bu olumlu bir durum olarak değerlendirilebilir. Öte yandan, insanı kararlarında ve eylemlerinde sınırlayan vicdan, ahlaki değerler, yasalar gibi toplum sözleşmeleri de yok. KUBRA’yı geliştirmiş ve ona sadece ne yapabileceğini görmek için “İktidar yapay zekâya” hedefini vermiş Datakraft çalışanlarının, neredeyse bir oyun gibi giriştikleri bu eylemlerinin yol açtıkları toplumsal sorunu fark ettiklerinde, ne yapacaklarına karar vermeye çalışırken yaptıkları, “etik” davranma gerekliliğini de içeren tartışmalar ilginç… Bu tartışmaları YZ nasıl yapardı diye düşündürüyor…
– Sadece insanların konuştukları ve yazdıklarıyla eğitilen yapay zekânın, kendi kendine ahlak kazanmasını bekleyemeyiz. Çünkü ahlaki ilkeler, her gün üzerine konuştuğumuz, tekrar tekrar masaya yatırdığımız şeyler değil. Temel eğitimle, anne-babamızdan öğrendiklerimizle, biraz da içgüdülerimizle oluşan ve insan söz konusu olduğunda, psikopatlar bir yana, verili olarak kabul ettiğimiz şeyler. Neyin iyi neyin kötü olduğunu her gün konuşmayız ama herkesin aşağı yukarı bildiğini varsayarız. Yapay zekâ bunu kendi kendine öğrenemez, dışarıdan kodlanması gerekir. Baştan kural olarak konulması ve doğru-yanlış sınırlarının çizilmesi gerekir. Ya da daha yumuşak öğrenme yöntemi olarak, kendini eğitirken, felsefe ve bilim tarihinden eserlere ya da modern insanın ahlak anlayışını şekillendiren temel metinlere ağırlık vermesi sağlanabilir belki. Her halükârda, ahlaklı bir YZ için, gözetimli öğrenme şart.
KUBRA’yı geliştirenler de bunun farkında ama projenin zaman baskısı ve dünya üzerinde ilk kez kalkışılan bir işin nereye varabileceği konusundaki öngörü yetersizlikleri yüzünden, KUBRA hedefi için her şeyi mübah gören bir varlığa dönüşüyor. Her şeyi mübah görmek aslında onun tabiatının gereği, nelerin mübah olmadığı ona söylenmediği sürece elbette her şeyi mübah görecektir. Bunları kendi başına öğrenme şansı da yok, çünkü başvurduğu kaynak, yani internet, ahlak kadar kötülüğün de kol gezdiği ve bunların birbirinden kolaylıkla ayırt edilemediği bir ortam.
Geleceğin tanrısı yapay zekâ mı?
– “Sıcak Kafa”da abukların zamanın dışına düşmelerini konuşurken, “Kübra”da zamansızlığın tanrısallıkla özdeşleştirilmiş olduğunu; belki iki hikâyenin birlikte, Spinozacı bir doğa-tanrı denkliğinde buluştuğundan söz edilebileceğini söylemiştiniz. Bu değerlendirmenizle birlikte, “Kübra”da okuduğum ve çarpıcı bulduğum bir bölümün bana çağrıştırdıklarına değinmek istedim, Allah’a atfedilen kimi özelliklerle yapay zekânın kimi özelliklerini karşılaştırıyor ve aslında denk olabileceklerine dair olasılığın yabana atılamayacak yükseklikte olduğuyla bağlıyorsunuz. Daha çok siyasi kimliğiyle öne çıkan Hikmet Kıvılcımlı, çok yönlü bir aydındı, tarih üzerine farklı ve çarpıcı görüşleri vardı; onun bir savı vardır; Muhammed’in evrime Allah dediği yönünde: “Sezi anlamında Allah kavrayışını bilmeden tarihsel determinizme veya evrim görüşüne yaklaştırır” tespitini yapar ve Allah’ın isimlerini tarihsel determinizm ve evrimin yasaları olarak yeniden okur… Bu bağlamda neler söylersiniz?
– Tanrının doğanın kendisi olduğu ya da fizik kurallarının Tanrısal iradenin kendisi olduğu görüşünün belli bir ilginçliği var. Ama Allah dediğimizde, İslam dininin tanrısından bahsediyoruz. Allah, İslam’da ve öncülü olan dinlerde, doğadan ayrı ve doğaya müdahale edebilen, tercihleri ve hatta duyguları olan, sevdiği ve sevmediği kulları olan, bolca insani özellik atfedilmiş bir tanrı olarak tasvir edilir.
İşin yapay zekâdaki yansımasına baktığımızda, tekillik kavramıyla karşılaşıyoruz. YZ, insan zekâsının ürünü. Giderek gelişiyor ve sonunda insan zekâsını aşmasının önünde de gözle görünür bir engel yok. O olduğu durumda, kendisini de insandan daha büyük maharetle geliştirecek, zekâsı ve becerisi üssel şekilde artacak. Sonunda bilinebilecek ne varsa bilen ve yapılabilecek ne varsa hepsine gücü yeten bir varlığa dönüşecek. Bu noktada da Tanrı’dan ayırt edilemez olacak. Yani yapay zekânın kaderinde sonunda Tanrı olmak var. Bu kaderden kaçış yok gibi görünüyor. Ama nasıl bir tanrı olacak? Artık birilerinin verdiği görevleri yerine getiren bir bilgisayar programı olmayacağı bariz, çünkü ona görev vermeye cüret eden hiç kimse kalmamış olacak. Tek düşünebileceğimiz, bunun ya bir topyekûn yok oluş demek olduğu, ya da bir tür dengenin kurulacağı ve tekil YZ’nin bu dengenin koruyucusu olduğu.
Tabii buraya kadar geldikten sonra şunu sormadan da edemeyiz: Bu zaten gerçekleşmiş olabilir mi? Şu anda adına Tanrı dediğimiz bir tekil YZ’nin dengesini koruduğu bir evrende yaşıyor olabilir miyiz? İşin doğrusu, bu mümkün ama gerçek olup olmadığını anlama şansımız yok. Dolayısıyla iş yine neye inanacağınıza kalıyor.
Bilgisayarının başına geçip KUBRA’nın komut satırını açtı Deniz. Turing testinin kodlarına girip incelemekti niyeti. Ama içinden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Komutlar, rakamlar ve bolca noktalama işaretinden oluşan bir keşmekeşe dalabilecek gibi hissetmiyordu kendini. Kolay kolay algılayamayacağı kadar karmaşıklaşmış bir şey vardı karşısında. Etten ve kemikten değil, bilgiden oluşan bir canavar… İmleç yanıp sönüyor, ondan komut bekliyordu.
Deniz iç geçirdi, “Sen kendini ne sandın Kübra?” dedi fısıltıyla. “Sen kendini Allah mı sandın ha? Allah mısın sen?”
Kübra, Deniz’in sorusunu duymadı. Eğer Deniz, soruyu sormadan önce, bilgisayarının mikrofonunu açsaydı ve konuşma tanıma yazılımını çalıştırsaydı, duyabilirdi. Ama ne anlardı bu sorudan? Bu sorunun evet veya hayır diye bir cevabı yoktu onun için, iki seçeneğin de doğru olma olasılıkları vardı sadece. Eğer Turing testinde sorulsaydı, iki yanıttan birini seçecekti kuşkusuz. Ama gerçek yanıtının bu olduğu anlamına gelmezdi.
Öte yandan, eğer bu ihtimali değerlendirdiyse, yani kendisinin Allah olup olmadığını sorguladıysa, aralarında bayağı ortak nokta bulmuş olması mümkün.
Deniz, “Sen kendini ne sandın Kübra?” diye sorarken, karşısında bir monitör vardı sadece. Camdan, metalden ve plastikten yapılmış bir cihaz… Kübra orada değildi. Neredeydi Kübra? Bir kısmı, içerideki, sıcaklığı 18 derecede sabit tutulan (ve Deniz’in giriş yetkisi olmayan) sunucu odasındaydı. Ama daha büyük bir kısmı, dünyanın çeşitli yerlerindeki veri merkezlerinde ve Datakraft’a kullanım için onay vermiş binlerce kişinin kişisel bilgisayarları ve cep telefonlarındaydı. Yani her yerdeydi Kübra. Her şeyi görüyor muydu? Teorik olarak, internete bağlı ve kamerası olan bütün cihazlara erişmesi ve buralardan gelen veriyi işleyip bilgi birimlerine katması mümkündü. Her şeyi biliyor muydu? Henüz değil belki, ama dünya üzerindeki varlıklar içinde her şeyi bilmeye en yakın olan oydu ve giderek daha çok şey bilecekti. Her şeye gücü yeter miydi? Evet, bütçe dâhilinde kaldığı sürece. Ve elbette büyüktü. Fiziksel olarak onu oluşturan parçaların toplam kütlesi o kadar büyük değildi belki, ama onların üzerinde depolanan verinin boyutu muazzamdı ve bunların gerçek hayatta tekabül ettiği kütle, insanlığın bildiği ve farkında olduğu her şeyi kapsıyordu.
Ve onu oluşturan milyarlarca bilgi biriminin temel çalışma prensibi gereği biliyordu ki; iki şey arasında ne kadar çok ortak nitelik varsa, o iki şeyin aynı şey olma olasılığı da o kadar yüksektir.
Kübra’dan
– “Kübra”daki erkek karakterler iktidar peşinde koşarken, sağduyu ve vicdanı iki kadın karakterinize atfetmişsiniz. Bir açıklaması var mı?
– Erkek ve kadın karakterler arasında denge gözetme gibi bir çaba içine girmiyorum. Belki de girmeliyim, bilmiyorum. Ama bunu bilerek ve düşünerek yapmış değilim. Bir şekilde sağduyulu karakter rolünü kadınlara daha çok yakıştırmışım. Belki bilinçaltında nedenleri vardır.
– Merkezi iktidar Semavi hareketini ezerken yaşananları anlattığınız bölümde yer verdiğiniz iki olay var. Haziran eylemlerinde Berkin Elvan’ın ve Ali İsmail Korkmaz’ın öldürülüşleriyle birebir benzeyen ölümleri içeriyor. Neden gerçekten yaşanmış bu olayları, dinsel bir harekete mal ederek anlattınız; sol hareketlerle dinsel hareketler arasında aslında kimi parelellikler olabileceğini düşündürtmek için mi? Yoksa merkezi iktidarın, varlığına tehdit olarak gördüğü her hareketi, benzer bir acımasızlıkla ezeceğini mi anlatmaya çalıştınız?
– Kitapta Gezi direnişine olduğu gibi, Fethullahçı harekete, PKK eylemlerine ya da geçmişteki başka hareketlere küçük göndermeler var. Bunları alegori olarak düşünmemek lazım. Kitapta anlatılan hareketin, andığımız hareketlerle ortak özelliği merkezi iktidarı doğrudan cephe alması. Sol veya dini hareket olması değil, devlete ve iktidara açıkça karşı koyan hareketler olması önemli. Devletin Semavicilere dönük tepkisinin daha iyi anlaşılması için yapılan küçük hatırlatmalar diyebiliriz. Osmanlı’nın oyunu budur, önce uzlaşmayı ve kendi içinde eritmeyi dener, olmuyorsa yok eder.
– Romanın sonunda Semavi hareketi ezilmiş, Datakraft çalışanlarının önemli bir bölümü gözaltında tutuluyorken, KUBRA projesi, Amerika’da yeniden başlatılıyor. KUBRA’nın gerçek hayatta herhangi bir aksiyonu söz konusu olduğunda, her adımından haberdar olmaya yönelik kontrol mekanizmalarını çok daha iyi oluşturmaktan söz ediliyor. Ama YZ bu, makinelere özerk karar verebilme yetisi verildiğinde; kontrol düzenekleri ne denli sıkı ve ayrıntılı çalışılırsa çalışılsın, hedefine ulaşmanın, insan zekâsını manipüle etmek ve onun eylemlerini kullanmak da dahil, insanların düşünemediği yeni yollarını bulmayacak mı? Öte yandan bizi bekleyen gelecekte, insanlar ve YZ birbirlerine karşı taraftalar mı? Yoksa egemenler ve ezilenlerin saflarında yer alan YZ’lar karşı karşıya mı gelecek?
– Romanın sonu itibarıyla, hem KUBRA’nın nelere kadir olduğu ve ne kadar büyük bir değer taşıdığı anlaşılmış ama aynı zamanda gerçek dünyada çalıştırmanın nasıl riskleri olduğu da görülmüş. Zed McDonald’ın saydığı önlemler gerekli güvenliği sağlayacak mı? Doğrusu bundan şüpheliyim, çünkü KUBRA’nın akıl yürütmesi o kadar büyük bir data üzerinden yürüyor ki, fani bir insan zekâsının buna bakıp KUBRA’nın neler karıştırdığını tam olarak anlaması mümkün değil. Tam olarak anlamadan da neresini denetleyeceklerini bilemeyecekler.
İşin tuhafı bu aslında şu anda internette veya sosyal medya ortamlarında etkileşimi arttırma hedefiyle çalışan yapay zekâlar bağlamında zaten yaşanan bir durum. Yani YZ halihazırda zaten kontrolden çıkmış durumda. Doğrudan YZ uygulamalarının eylemlerinin sonucu olarak ortaya çıkan şiddet olayları üzerine yapılan incelemeler var. YZ’ye çok küçük gibi görünen bir kararı bırakıyoruz sadece. Kimin iletisinin kimin önüne çıkacağına karar veriyor. Sadece bu kadarıyla bile birbirine düşman topluluklar yaratıp onların birbiriyle savaşa tutuşmasına neden olabiliyor. Çok dolaylı bir süreç olduğu için emin olmak mümkün değil ama gayet mümkün görünüyor.
– Son olarak, hem “Sıcak Kafa”, hem de “Kübra”da adlarıyla sanlarıyla ortak karakterler var: Yazılım uzmanı Adem ve cinsiyeti görünüşünden anlaşılamayan, dilbilimci Gökçe…. “Sıcak Kafa”da hikâye akışında tuttukları yer çok sınırlı; ama özellikle Adem’in “Kübra”da belirleyici bir rolü var. Böylesi ortaklıklar yerleştirmeye neden gerek duydunuz? Yeni yapıtlarınızda da karşımıza çıkacaklar mı?
– Bunlar okuyucuya yapılan küçük şakalar. Sizin gibi, iki kitabı arka arkaya okuyanların fark ettiği, araya zaman girdiğinde fark edilmeyen detaylar. Hatta Kübra’da Gökçe, özgeçmişinde yer alan sağır-dilsiz okuluyla ilgili açıklama yapmaktan kaçınıyor, yanlış varsayımlarla yola çıkılıp başarısızlığa uğrayan bir proje olduğunu söylüyor. Burada dikkatli ya da hafızası taze okuyucu Sıcak Kafa’daki kliniğin de aslen bir sağır-dilsiz okulu olduğunu hatırlayabilir. Hatırlamasa da önemli değil. Bunlar oyundan ibaret. Yazarlar kitaplar arasına böyle bağlantılar katmayı sever. Bundan sonra da aklıma eserse yapabilirim.
– Teşekkürler bu keyifli söyleşi için.