Nickie Roberts
Okuyacağınız makale Nickie Roberts’ın Batı Tarihinde Fahişeler adlı kitabının (Sabah Kitapları, Türkçesi: Gülden Şen, 1998) “Ticaret Patlaması: Ortaçağ Avrupa’sında Fuhuş” adlı 5. bölümüdür. Arabaşlıkları biz koyduk.
“Yüzleriniz yapmacık ve boyalı
Göğüsleriniz ortada
O kadar ki, neredeyse görecek insan
Kadınlığınıza kadar.” (15. yüzyıl dizesi)1
Karanlık çağların kargaşa ve çalkantılarının içinden, daha sonraları derebeylik olarak bilinecek yepyeni bir düzen doğmaya başladı. 10. yüzyıl başlarında Fransa’da doğan derebeylik, Batı Avrupa’da hızla yayıldı ve 1066 Norman istilasıyla İngiltere’ye sıçradı. Çözülmekte olan Roma aristokrasisiyle istilâcı barbar savaşçılar arasındaki çarpışmadan yepyeni bir iktidar sınıfı doğmuştu. Bunlar, varlıklarını fethettikleri topraklardan ve bu toprakları işleyen köylülerden alan bir seçkin soylular grubuydu. Yeni soylular, aynı zamanda, bir profesyonel savaşçılar sınıfıydı ve servetlerinin esası ya kendi komşularından ya da yabancı güçlerden daha fazlasını talan etmeye dayanıyordu.
Bu nedenle savaş çok yaygındı; her an patlayabiliyor ve toprağı işleyen halkın yaşamını altüst ediyordu. Derebeyleri sonuçta ortaya çıkan kargaşanın etkilerini azaltmanın ve sistemi bir biçimde dengeye oturtmanın tek yolunun köylülerin kontrolünü ele almak olduğunu görmeye başladılar. Bunu da (teknik olarak böyle tanımlanmasa da) köleliğin ortaçağdaki biçimi olan serflik kurumuyla gerçekleştirdiler.
Serf, efendisine ait topraklarda yaşayıp çalışan köylü bir çiftçiydi. Bedeni ve ruhuyla efendisinin malıydı ve yasal olarak da işlediği toprağa bağlıydı. Derebeyiyle savaşçılarının kendisini (bölgedeki diğer derebeyleriyle savaşçılarından) “korumasına” karşılık serfin görevi bazı hizmetleri yerine getirmek ve vergi vermekti: Örneğin, kendisini besleyecek olan tarlasını işlemenin yanı sıra, belirli sayıda gün boyunca da derebeyinin arazisinde çalışıyordu. Erkek serfler savaş zamanlarında efendilerine yardıma çağırılıyor; bu da köylülerin kesinlikle yerleşik bir yaşam sürememelerine neden olacak kadar sıkça oluyordu. Serfin çiftlik işleri herhangi bir zamanda içerde veya dışarda bir savaş tarafından bölünebiliyor; bu da yerinden yurdundan olmuş, sürekli kırlarda dolaşıp iş arayan bir insan akımı yaratıyordu. Aralarında işsiz serflerin dulları, kızları ve karıları da bolca bulunuyordu. Fahişelik, bunlar için hayatta kalmanın bir yolu olmalıydı.
‘Kamp izleyicileri’
Mal satışı doğal olarak pazara yönelir ve seks ticareti de hiçbir zaman bu kuralın dışında çıkmamıştır. Karanlık çağların sonunda Batı ekonomisi canlanmaya başlayınca, Avrupa’nın her yerinde taşra pazarları ve gezici panayırlar görülmeye başlandı. Tarihçi James Cleugh bu ticaret ve zevk kervanlarını şöyle anlatır:
“(Bunlara) her türden binlerce kadın ve erkek katılıyordu. Şövalyelerle silahlı adamlar koruma olarak geliyorlardı. Din adamları sürülerine göz kulak olmak için katılıyorlardı. Bu gezici kalabalıkların çekirdeğini tüccarlarla onların adamları oluşturuyor; neredeyse bunlardan fazla sayıda da dilencilerle zanaatkârlar doluşuyordu. Uzun yolculuklar boyunca eğlence de gerekiyordu. Çingeneye benzer çalgıcılarla şarkıcılar, trajedi ve komedi oyuncuları, cambazlar ve sihirbazlar, şarlatanlar ve ayı oynatıcıları… aileleriyle birlikteydiler ve genççe olan kadınlarla kızlar hizmetlerini satmaya neredeyse can atıyorlardı. Bütün bunlara ek olarak, çok sayıda profesyonel yosma ve birkaç da kaçak rahibe gezginlerin sayısını artırıyordu.”2
Bazı fahişeler yalnızca hacılara hizmet sunmakta uzmanlaşmışlardı. Kutsal kişilerin din uğrunda kendilerini feda ettikleri yerlere saygılarını sunmaya giden hacılar, anlaşılan yol boyunca “eğlendirilmek” gereksinmesini duyuyorlardı. Bu arada, kadın olanları da çoğu zaman içinden geçtikleri kasabalarda kendilerini satarak karınlarını doyuruyor; hatta bazı kadın hacılar yolculuklarının ortasında meslek değiştiriveriyorlardı. Dönem boyunca çeşitli papalar Roma yolunda yoldan çıkıp Fransa ve kuzey İtalya kasabalarında dünyanın en eski mesleğini edinmiş kadınları şiddetle kınamışlardır. Bu durum, özellikle İngiliz rahibeler arasında pek yaygındı.
Öte yandan fahişeler her zaman olduğu gibi, ortaçağ Avrupası’nın kırsal alanlarında gezinen orduların içinde de pek revaçtaydılar. Bunların yanında yalnızca cinsel hizmetçiler olarak değil; aynı zamanda aşçı, temizlikçi ve hepsinden öte hemşire olarak çalışıyorlardı. Örneğin 1476’da Burgundy Dükü Cesur Charles’ın ordusuna 2000 kadar böyle kadın refakat etmekteydi. Yazar Hilary Evans bu “kamp izleyicileri” için şöyle der: “Askerlerin sırtından geçiniyor; onlara yiyecek, içecek ve seks sağlıyorlardı.”3 İnsanın aklına tabii, kimin kimden geçindiği sorusu geliyor.
Aslında ortaçağ Avrupa’sının ordularına hizmet veren fahişeler o kadar gerekli görülüyorlardı ki, dönemin sonuna gelindiğinde çoğu ordunun, bu kadınları düzene sokmak ve sayısız görevlerini yeterli bir biçimde yerine getirmelerini sağlamak için özel subayları bulunuyordu. Öte yandan, bu kadınlar tam olarak kimlerdi? Kuşkusuz, bağımsız, özerk bir fahişeler sınıfı oluşturmuyorlardı. Çoğu tarihçi, bunların günün gezgin ordularının başına musallat olan asalak, gözünü seks bürümüş serseriler oldukları varsayımından başka, haklarında fikir yürütmeye zahmet bile etmemektedir. Ancak, çok büyük bir çoğunluğunun yaşamak için bu işi yapan, yerinden yurdundan edilmiş köylü kadınlar olmaları daha büyük olasılıktır. “Kamp izleyicileri” olarak erkeklerin yanı sıra kendi şanslarını deneyebiliyorlardı. Yaşam koşulları izledikleri askerlerin başarısına ve şansına bağlı olarak, cehennemî ile çekilebilir ölçü arasında, çok çeşitli olmalıydı.
Erken ortaçağdaki Haçlı Seferleri sırasında binlerce fahişe Hıristiyan ordularıyla birlikte kutsal topraklara gitti. 1189’daki kayda değer bir olayda, Fransız askerleri bir gemi dolusu kadın toplayıp onlar olmadan yelken açmayı reddettiler. 13. yüzyılın ortasındaki Fransız seferlerinden birinde aziz Kral IX. Louis’nin, ordudaki fahişelerin çokluğundan büyük üzüntü duyduğu ve kendi kraliyet çadırının karşısındaki genelev çadırının kaldırılmasını emrettiği anlatılır. Louis ayrıca genelev çadırından alınan zavallı bir şövalyeyi de ibretlik yapmış. Adama iki cezadan birini seçmesi söylenmiş: Ya atıyla silahlarını teslim edip onursuz biçimde ordudan ayrılacak, ya da boynuna ip bağlanıp oynaşırken yakalandığı fahişe tarafından kampın içinde gezdirilecekmiş. Kabahatli şövalye ikinci şerefsizliğe katlanmaktansa, kendi başına eve dönmeyi yeğlemiş.
‘Üç yüz güzel Frenk kadını…’
Fuhuş konusunda tarihin en unutulmaz ve en ilginç belgelerinden birisi de haçlılar zamanından kalmadır. 12. yüzyıl Arap tarihçisi İmadeddin tarafından yazılan bu belgede Avrupalı ordularla birlikte kutsal topraklara gelen fahişelerin nefes kesecek kadar ayrıntılı bir anlatımı yer alır:
“Gemiyle üç yüz güzel Frenk kadını geldi. Hepsi de genç ve güzeldi, denizin ötesinden toplanmışlardı ve günah işlemek için kendilerini sunuyorlardı. Bunlar, kendi gezginlerine yardım etmek için gelmiş gezginlerdi; düşenleri neşelendirmeye, destek olup yardım etmeye hazırdılar ve cinsel ilişki şehvetiyle yanıp tutuşuyorlardı. Hepsi de tecrübeli yosmalardı; gururlu ve kibirli, hem alıp hem veren, kötü nefisli ve günahkâr, şarkıcı ve koket, gururla insan içine çıkan, şehvetli ve ateşli, renkli ve boyalı, çekici ve iştah açıcı, güzel ve zarif; yarıyor ve dikiyorlar, kesip iyileştiriyorlar, hata ve cilve yapıyorlar, zorluyor ve iğfal ediyorlar; çekici ve mahmur, arzu edilen ve arzu dolu, eğlenceli ve eğlenen, hareketli ve kurnaz, çakırkeyif yeni yetmeler gibi sevişiyor ve altın karşılığında kendilerini satıyorlardı; cesur ve ateşli, sevgi dolu ve ihtiraslı, pembe yüzlü ve yüzleri kızarmayan, kara gözlü ve kabadayı, zarif ve güzel kalçalı, kısık sesli ve dolgun bacaklı, mavi gözlü ve gri gözlü, yıkık küçük budalalardı. Her biri uzun eteğini peşinden sürüyor ve seyredenlerin gözlerini kamaştırıyordu. Bir fidan gibi salınıyor, kendini güçlü bir kale gibi gösteriyor, ince bir dal gibi titriyor, göğsünde bir haçla mağrur yürüyor, bir teşekkür karşılığı lütuf dağıtıp giysisini ve onurunu satmaya da can atıyordu. Kendilerini sanki dindar işlere adamış gibi geldiler ve… Tanrı tarafından kabul görmek için bundan daha büyük özveride bulunulamayacağını öne sürdüler. Böylece her biri kendisi için dikilen bir pavyona ya da çadıra yerleşip zevk kapılarını açtı. Bacaklarının arasındakini kutsal sunu olarak adadılar; açıkça hafifmeşreptiler ve kendilerini sefaya verdiler… Sıkı bir ticarete giriştiler, yamanmış çatlakları süslediler, kendilerini ahlaksızlık pınarlarına döktüler, sefa için mallarını sundular, utanmazları koyunlarına çağırdılar, mallarını yoksullara bağışladılar, gümüş halhallarını altın küpelerine değecek şekilde kaldırdılar ve aşk sporlarının halılarına büyük bir istekle serildiler. Çadır kurup anlaşmaya vardıktan sonra kuşaklarını gevşettiler… Susuzluktan yanmış adamı pınara götürüp, yaya oklar taktılar, kılıç kemerlerini kestiler, paralar oydular, bacaklarının yuvasına kuşlar çağırdılar, tos vuran koçların boynuzlarını ağlarıyla yakaladılar, korunanın yasağını, gizli tutulanın peçesini kaldırdılar. Bacaklar bacaklara dolandı, sevgililerin susuzlukları kandı, deliklerde birbiri ardına kertenkeleler yakalandı, samimiyetlerindeki kötülüğe aldırış etmediler; kalemleri mürekkep hokkalarına, ırmakları vadi tabanlarına, dereleri havuzlara, kılıçları kınlarına, altın külçelerini kazanlara, kâfir kuşakları derin zindanlara, tefecileri dinara, enseleri göbeklere, kusurları gözlere soktular. Onlar… özellikle evlerinden ve eşlerinden uzakta olanlar için bunun eşsiz bir dindarlık örneği olduğunu öne sürdüler. Şarap karıştırıp günahkâr gözleriyle alınması için yalvardılar.”4
Bu ilginç bölüm bir çelişkiler şaheseridir: İmad, dindarca ayıplamasını tam değil ama neredeyse bastıran edebi bir orgazm içinde kadınlarla davranışlarını hem övmeyi hem de yermeyi başarmaktadır. Sözleri bugün bile erkeklerin kadın cinselliğine yönelik tavırlarının ikilemi konusunda eşsiz bir örnektir.
Kent hamamları
Tarımsal ekonominin canlanmasıyla kentsel ticaret merkezleri yükselip gelişti. Ortaçağ Avrupa’sının kasaba ve kentleri 11. yüzyıldan itibaren hızla gelişti ve kent yaşamı zengin ve güçlü kentlilerden oluşan burjuvazi denen küçük bir sınıf tarafından yönetilmeye başlandı. Bu tüccar, banker ve avukatlar servetlerini yasalarla belirlenen ayrıcalıkların ticaretinden kazanmış; sonra da kendi kentsel toplumları içinde gücü tekellerine almak için kullanmışlardı. Bu arada, burjuvazi kendini kabul ettirme peşindeyken, altlarındaki kentli nüfus da büyümeye devam etti. Bunlar çoğunlukla zanaatkârlar ve ailelerinden, küçük tüccarlar ve dükkâncılardan, çıraklardan ve hiç durmadan çoğalan bir “çok yoksullar” kitlesinden oluşuyordu.
Bu aşağı sınıflar için kasabalar, zengin efendilerin tarlalarında ömür boyu köleliğe karşı bir seçenek oluşturmaktaydı: Kasaba ve kentlerde onları angaryaya ve askeri hizmete zorunlu tutacak soylular yoktu. Böylece Avrupa’nın her tarafında kafileler halinde kadın, erkek ve çocuk, efendilerin ezasından bir sığınak olarak gördükleri kentlere akın ettiler. Ancak, kent yaşamının da tehlikeleri yok değildi; Kent ekonomisi zorunlu olarak pazarın çevresinde dönüyordu ve -ister tarımsal ya da sınai ürünler, isterse de beceri şeklinde- satacak bir şeyi olmayanlar da burjuvazinin hizmetkârları olarak iş bulmak, ya da toplumun sınırlarında yaşayıp ekmeklerini dilenerek veya suç işleyerek kazanmak zorundaydılar.
Öte yandan, kadınların her zaman satabilecekleri bir malları vardı: Kendilerini ve ailelerini seks satarak geçindirebilirlerdi. İlk başta yetkililer, fahişelerin kentlerde çalışmasını reddederek fuhuşu önlemeye çalıştılar. Kadınlar da evlerini ve genelevleri kent kapılarının hemen önünde, yolu çok fazla uzatmadan “susuzluklarını gidermek” isteyen kentli müşterilerin burnunun dibine kurdular. Sonunda yetkililer boyun eğip fahişelerin kentlerde çalışmalarına izin verdiler, ama çoğu zaman bazı sınırlamalar söz konusuydu. Bazı yerlerde fahişelerin ancak hava karardıktan sonra çalışmalarına izin veriliyordu. Örneğin Nuremberg’de, yaz aylarında Güneş battıktan sonraki iki saat; kış aylarında üç saatle sınırlandırılmışlardı. Kadınlar kolaylıkla görülebilmek için ellerinde fenerler taşırlardı.
Dirilen ticaret bir kez daha canlanmaya başladı ve fahişeler akıllarına estiği yerlerde açıkça müşteri toplar oldular. Roma’nın düşüşünden sonra, tarihte bilinen ilk fahişeye 1058 yılında Londra sokaklarında rastlıyoruz: “Bir katıra binmiş, bukleleri omuzlarına dökülüyor ve elinde küçük, parlak bir asa taşıyordu… açık saçık giysileriyle yollarda yolcuların dikkatini çekiyordu.”5
Roma ve Atina devirlerinde olduğu gibi, fahişeler bir kez daha kendi ev veya odalarının yanı sıra, sokaklarda ya da han ve tavernalarda müşteri ağırlamaya başladılar. Bazı raporlarda kiliselerin çok kullanılan yerler olduğu anlatılır. Hamamlar da eski popülerliklerini yeniden kazandılar. Karanlık çağlarda toplumun banyo yapma alışkanlığı hemen hemen unutulmuş olsa da, seferden dönen haçlılar beraberlerinde Arap hamam geleneğinin keyfini de getirdiler ve topluca yıkanmak bir kez daha moda oldu. 12. yüzyıl Paris’inden kalma kayıtlarda, kentin hemen hemen her sokağının köşesinde bir hamam bulunduğu görülmektedir. Bu alışkanlık Almanya’da daha da yaygındı ve her köyün kendi hamamı vardı. Yıkanmak ortak, sosyal bir işlemdi ve kocaman küvetler bir seferinde yarım düzine insan alabiliyordu. Daha fazla samimiyet arzu edenler için iki kişilik küvetler de hazırlanmıştı.
Hamamcı her gün açılış saatini bir boruyu öttürerek duyurur, bunun üzerine her sınıftan insan evlerinde soyunup çoğu zaman çırılçıplak vaziyette hamama giderlerdi (bu herhalde yalnızca yaz aylarında oluyordu). Ortaçağ Alman yazarı Guarinonius bu uygulamadan şöyle yakınmaktadır:
“Babalar yanlarında çıplak karıları ve çıplak çocuklarıyla ne kadar sık evden çıkıp hamama koşmaktadırlar? 10, 12, 14 ve 16 yaşlarındaki genç kızları önlerini ve omuzlarını örten tek giysi olarak yalnızca kısa ketenden, genellikle de yırtık bir hamam peştamalıyla… ne kadar da sık görmekteyim! Çıplak ayaklarla, edep gereği bir ellerini arkalarında tutarak evden çıkıyor, güpegündüz uzun sokaklardan geçiyor ve hamama koşuyorlar!”6
Kaçınılmaz olarak, yerel hamamlarda yemek, içmek, kumar ve seks, kendileri için ayrılan yerlerde isteğe bağlı ekstralar haline geldi ve sonunda aslında hamam demek olan “stew” sözcüğü genelevle eşanlamlı oldu.
Ortaçağda seks ticaretinin canlandığı bu ilk yıllarda fuhuş, o zamanki piyasanın koşullarına göre küçük ölçekli ve çoğunlukla serbest bir meslekti. Fahişeler her düzeyde bağımsız çalışıyor; çoğu bunu küçük ölçekli, evden yürütülen bir iş gibi yapıyordu. Bazı kadınlar başarılı ve girişimci olup genelev, han veya taverna açıp işletiyor, buralarda ortaçağ kent kültürünün “madamları” olarak çalışıyorlardı. Ancak hepsinden önemlisi, bu dönemdeki fahişelerin toplumun kabul edilen bir unsuru olmalarıydı. Kilisenin aleyhlerinde verip veriştirmesine rağmen, kadınlar sinip saklanmıyor, ne devletin ne de bireylerin istismarına uğruyordu. Ortaçağ Avrupa’sının fahişe kadınları için bu, bildikleri en az baskıcı dönemlerden biriydi. Tabii, uzun sürmesine de olanak yoktu.
Fahişeleri dine davet hareketi
12. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa uygarlığı ve kültürü bir kez daha gelişmeye başlamış, eğitimli sınıflardan erkekler fuhuş “rezaletine” karşı fikir yürütmeye başlamışlardı. Bu konuda, seleflerinin kadın düşmanlığı geleneğini sürdüren manevi danışmanlarından da destek görüyorlardı. Böylelikle Piskopos Pisa’lı Huguccio (Öl. 1210) “seks asla günahsız olamaz” diye vaaz verirken, öğrencisi Papa III. Innocent de “evlilikte cinsel ilişkinin tenler sürtüşmeden, sıcaklık ve kötü şehvet olmadan asla gerçekleşmeyeceğini; böylelikle de döllenen tohumların kötü ve bozuk olacaklarını”7 bildirdi.
Bu iki neşeli beyan Kilisenin cinsellik konusundaki resmi tavrını özetliyor; aynı melodi hiç değişmiyordu. Kilisenin gazabının büyük ölçüde hedefi olan kadınlar için bu, bir ölüm kalım meselesiydi. Bakire doğum efsanesi Tanrı adamlarına gereken tüm cephaneyi sağlıyor, kadınlar bu olanaksız idealle, cinselliği olmayan anne idealiyle kıyaslanıyorlardı. Aslında ortaçağ Hıristiyanlığı isimli oyunda kadının kazanmasının hiçbir yolu yoktu. Kendisinden bir yandan kusursuz olması beklenirken, bir yandan da din adamları onun yaradılıştan günahkâr, şehvetli, erkekleri yarı tanrısal bir duruma yükselten entelektüel ve manevi özelliklerden yoksun olarak niteliyorlardı.
Öte yandan, ortaçağın ilk dönemlerindeki toplumlarda kadının güçlü bir konumu bulunduğundan, din adamları akıntıya karşı kürek çekiyorlardı. Bu konum kadına, merkezî ataerkil otoritenin Roma devletiyle birlikte çöktüğü karanlık çağlardan miras kalmıştı. Kadınlar ortaçağın ortalarına kadar toplum yaşamına etkin biçimde katıldılar; soylu kadınlar kocaları uzak savaşlardayken yıllar boyu aile malikânelerini yönettiler ve tüccar sınıfından kadınlar da çoğu zaman kocalarıyla eşit ortak olup, onlar yurtdışına ticaret yapmaya gittiklerinde bütün işi yürüttüler. Ortaçağ Avrupa’sının köylü kadınları tarlalardaki ağır işleri paylaşırken, çoğu zaman biracı, fırıncı ve kasap olarak da bağımsız çalıştılar; kentli kadınlar da görünüşte sonsuz çeşitlilikte bir dizi işle uğraştılar. Bunlar arasında ipek eğiricileri, nakışçılar, kumaş tüccarları, bohçacılar, balmumu satıcıları, somuncular, hamam işletmecileri, dokumacılar, biracılar, kitapçılar, çizerler, balık satıcıları, “baş şampuanlayan kadınlar” ve fahişeler vardı.
Ortaçağın kadınları pek yumuşak başlı da değillerdi. Kadınların tarihçisi Margaret Wey Labarge onların “erkeklerin kibrini söndürmekte kullanmayı pek sevdikleri hazırcevap, sivri bir dilleri olduğunu”8 söyler. Labarge, “kadınlığın özelliğinin geveze ve meraklı, sakin durmaya karşı sabırsız, evde kalmak istemeyen bir yapı olduğunu” söyleyen Dominiken keşiş Robert Holcot’tan alıntı yapmaktadır. Keşiş efendi düşüncelerini şöyle sürdürür: “Erkeklerden daha az dişleri olan kadınların (dişler konuşmak için gereklidir) yine de erkeklerden daha az değil, çok daha fazla söyleyecek şeyleri olması şaşılacak bir durumdur.”9
Kadınlar, nispeten güçlü bir konumda olduklarından, seks ticareti yapmayı yeğlerlerse fazla utanacak gibi değildiler. Bu dik başlılık Tanrı adamlarının gazabını uyandırmış olmalı. Onların bakış açısından, bir tür haçlı seferi gerekiyordu. Kilise cinsel açıdan girişken ve parasal açıdan bağımsız fahişeye karşı, kadınlık ideali olarak yoksulluk, iffet ve hepsinden öte, itaat yemini eden aziz rahibeleri gösterdi. Bu gelenekten, dine davet furyası doğdu ve vaizler olabildiğince çok tövbekâr fahişeyi dine çekmek için birbirleriyle yarışmaya başladılar. 12. yüzyılın başlarında Fransız din adamı Keşiş Henry cemaatine, yosmaları dine davet etmeyi, sonra da onlarla evlenmeyi öğütledi. Ancak, bu hareketin gerçekten canlanması biraz daha sonraya rastlar. Yüzyılın son on yılında Neuilly’li Fulk eski fahişeler için bir sığınak olarak Paris yakınlarındaki St. Antoine manastırını kurdu. Yaşamlarının kalan kısmını inzivada geçirmek istemeyen kadınlar için de çeyiz parası sağladı. Paris’in “dürüst burjuvazisinden” 1000 livre, kentin öğrencilerinden de 250 livre toplamıştı. 1198’de dine davet furyası Papa III. Innocent’e kadar ulaştı ve Papa, bütün iyi Hıristiyanları, fahişeleri dine davet etmeye teşvik etti. Sonuç olarak, hareket tüm hızıyla Fransa ve İtalya’da da yayıldı; 1227’de Papa IX. Gregory tarafından resmen kutsandı. Çok sayıda din adamı kendilerini bu heyecana kaptırıp -fahişelerle eğlenmek konusundaki kendi eğilimleri bir yana- fahişe kötü kadınları “kurtarmak” için ateşli bir kampanyaya giriştiler. Onlara göre her tövbekâr fahişe geleceğin bir Mısırlı Azize Mary’siydi.
‘Magdalene Evleri’
Kendilerini dine vermiş eski fahişelerin doldurduğu manastırlara “Magdalene Evleri” dendi ve bunlar Avrupa’nın her tarafında bitiverdiler. Hepsi değil, ama çoğu din adamları tarafından kurulmuştu (diğer kurucular arasında soylular, bazı varsıl kentliler ve zaman zaman kraliyet ailelerinin üyeleri bulunmuştur. Majorca Kraliçesi Esclarmonda’nın Perpignan’da böyle bir ev kurduğu söylenir).
Bu Magdalene Evlerinde çeşitli sıkılıkta rejimler uygulanıyordu. Daha aydınlık tiplerin bir örneği Fransa’nın güneyindeki Montpellier’de bulunur. Buraya her yaştan fahişe kabul ediliyordu. Yaşlıca kadınlar güvence içinde buraya çekilebiliyor, genç meslektaşlarıysa fuhuşu bırakıp saygın topluma geri dönmek istediklerinde bir yıllık deneme süresi geçirmelerine izin veriliyordu. Diğer kurumlar daha sert bir yaklaşımı benimsemişlerdi: Tabii bunların çoğunlukta olduğunu söylemeye gerek yoktur. Avignon’daki evde arşivler yöneticilerin kabul ettikleri kadınlar konusunda titiz davrandıklarını göstermektedir: Yalnızca 25 yaşın altında olanların orada kalmasına izin veriliyordu ve bunlar için bile bir şart vardı – sekiz ya da on gün kaldıktan sonra, kutsal yemini edip rahibeliğe girmeleri gerekiyordu. Ufak tefek kurallara karşı gelinmesi şiddetle cezalandırılıyor; kadınlara yalnızca ekmek ve sudan oluşan bir yemek veriliyor ve hatta hapse bile atılıyorlardı.
Çoğu kurumda eski fahişelerin iplik eğirmek ve nakış işlemek konusunda iyi, dürüst (ve bedava) çalıştıkları görüldü. Bazıları güzel hayatı bostancılık şeklinde sunuyorlardı. Magdalene Evlerinin en tanınmışlarından biri Viyana’da kuruldu. Burası kentlilerce “Ruh Evi” olarak bilinirdi. Bir manastırı andırsa da, daha özgür yaklaşımlı evlerdendi ve burada kalanlardan rahibe olmaları istenmiyordu. Buradan geçen kadınların çoğu saygın vatandaşlarla evlendiğinden, ev çok iyi bir ün kazanmıştı. Çok başarılı olduğu kabul ediliyor ve halktan bağış yağıyordu. 1480’de Alman İmparatoru III. Frederick burada kalanlara bağlarındaki şarabı satma hakkını tanıdı ve ev kısa zamanda yerel bir ticaret merkezi haline geldi. Bundan cesaret bulan kadınlar işlerinde çeşitlemeye gidip seks satmaya da başladılar; ancak eski işlerini canlandırmaları Ruh Evi’nin de sonu oldu. Evin geneleve dönüşmesi karşısında öfkeye kapılan, hatta belki kendilerine eş seçtikleri okulun yoldan çıkmasına da alınan halk hemen fahişeleri kovdu ve bina Fransisken keşişlere bağışlandı.
Dine davet hareketi süresince tövbekâr fahişelerin sayısının din adamlarının yaygarasına aldırmayıp kendi yasal ticaretlerini sürdüren kadınların sayısından çok daha az olduğunu unutmamak gerekir. Hareketin kendisi 14. yüzyılın başlarında doruk noktasına ulaşıp, 1340 ve 1360’larda Kara Ölüm Avrupa’yı kasıp kavurur ve Magdalene Evlerinde kalanları da silip süpürürken, dramatik bir inişe geçti.
Fahişeleri kontrol altına almayı amaçlayan ilk yasalar
Kilise bir yandan da, inanılmaz bir ikiyüzlülükle, fuhuş konusunda eski Büyüklerin “gerekli bir kötülük” inancına dayalı bir başka çizgi daha izliyordu. Böylelikle fuhuşu hem kabul edip hem de lanetliyorlar, bunu da tipik erkek-egemen ikiyüzlülükle yapıyorlardı. 13. yüzyıl dinbilimcisi Thomas Aquinas konuyu özetleyerek “cinsel ilişkinin” her zaman günah, ama bazen gerekli olduğunu ortaya koydu: “Kentlerdeki fuhuş saraydaki lağım gibidir: Lağımı kapatırsanız saray pis ve kötü kokan bir yer olur.”10 Aquinas fuhuşu ayrıca, dünyanın ortaçağda ahlakdışı bütün ilişkiler için kullandığı deyimle, “sodmi” içine gömülmemesi için de gerekli olduğunu savunuyordu.
Kilise seks endüstrisine karşı yaklaşımını bu sivri dilli tavırlara dayandırdı. O kadar ki, dine davet hareketi Avrupa’nın dört bir yanında tüm hızıyla sürerken, Tanrı’nın adamları sakin sakin “ahlakdışı” ticareti tanımlayıp bir düzene sokmak için çalışıyorlardı. Rahip avukatlar fahişenin toplumdaki yerini belirlemek için birbirlerine bolca iş sağlıyorlardı. Ahlaksızlık bürokratları olarak ortaya atılan bu adamlar bütün yaşamlarını dini yasaların incelikleriyle uğraşarak ve fuhuş kapsamındaki çeşitli konuları kendi aralarında görüşerek geçiriyorlardı. Kaz tüyünden kalemlerini meşgul eden zor sorulardan biri de ticaretten sağlanan kârdı. 13. yüzyılın başlarından kalan bir tövbekârlar rehberinde Chobham’lı Thomas, dört bölümü fahişelere ve onların haklarına ayırmıştır. Thomas, bu kadınların diğer tüccar ve işçilerden hiçbir farklarının olmadığını ve bedenlerini kiralayarak bir iş yaptıklarını öne sürüyordu. Bu yasal bir ticaretti ve laik adalet standartlarına göre, fahişelerin doğru ücreti almalarında hiçbir sakınca yoktu.
Bu oldukça uygar bir tavır gibi görülse de, Thomas da bir Hıristiyan’dı ve kardeşleri gibi, o da cinsel zevklere dudak büküyordu. Bu nedenle de, bir fahişenin herhangi bir cinsel ilişkiden zevk alması durumunda, ücretinden vazgeçmesi gerektiğini, çünkü bunun artık bir iş olmaktan çıkacağını söylemişti:
“Fahişeler de birer işçi sayılmalıdır. Sonuçta, bedenlerini kiralayarak iş yaparlar… Tövbe ederlerse, fuhuştan edindikleri kazancı hayır işlerinde kullanabilirler. Ancak, keyif için fuhuş yapar ve zevk almak için bedenlerini kiralarlarsa, bu iş değildir ve ücret almak da yapılanın kendisi kadar utanç vericidir.”11
Thomas, kadını, müşteri için daha çekici hale getirmeyi amaçlayan herhangi bir makyaj ya da kurnazlığın bir tür aldatmaca olduğunu; çünkü o zaman müşterinin “malın” gerçek değerinden fazlasını ödemiş olacağını söylüyordu. Bu koşullar altında, diyordu Thomas, fahişe paranın ancak ufak bir bölümünü tutabilirdi; kalanını aldatılmış zavallı müşteriye geri vermesi veya Kiliseye bağışlaması gerekiyordu.
12. yüzyılda özellikle fahişeleri kontrol altına almayı amaçlayan ilk yasalar Fransızlar tarafından hazırlandı. Ancak, bunları gereken ölçüde uygulayacak “yasa ve düzen” güçleri bulunmuyordu. Yasalar büyük ölçüde etkisizdi. Yine de hukuk kitaplarında yer almaları bile kadınlar açısından bir dönüm noktası oluşturmaktaydı. Artık kentli burjuvaziden laik hukukçular da işin içine giriyor; bir yandan fuhuşun varlığını kabul etseler de, aynı zamanda bu ticaretle uğraşan kadınların toplum dışına itilip cezalandırılmalarını arzu eden Kilise yaklaşımını benimsiyorlardı.
Hukukçuların stratejisi fahişelerin temel yasal haklarını ellerinden almaktı. Böylece bu kadınların mahkemede ifade vermeleri ve başkalarını kendilerine karşı suç işlemiş olmakla suçlamaları yasaklandı. Bu, erkekleri fahişeleri istismara davet demekti. Normandiya’nın Tres ancien coutume’ü -çok eski geleneği- (1200) bunu daha da açık bir biçimde ifade eder: Fahişelere tecavüz yasalar tarafından onaylanmaktadır.
Ortaçağın başlarında Kilise tarafından desteklenen çoğu Avrupalı lider ve imparator fuhuş konusunda iradeler çıkarmayı iş edindiler. Haçlı seferlerinin ünlü imparatoru Frederick Barbarossa bunların ilklerindendi. 1158’de İtalya yollarındayken askerlerinin fahişelerle düşüp kalkmalarını engellemeye çalıştı. Adamlar “şiddetli cezayla” tehdit ediliyor (tarihçiler bunun ne olacağını bildirmezler); fahişelerin burunları kesiliyordu. Bazı tarihçiler bunu imparatorluk ordusunun peşindeki kamp izleyicilerinden kurtulma girişimi olduğunu yazarlar. Ancak, bu kadınların verdikleri hizmetlerin ışığında bu pek akla yatkın görünmemektedir. Durum her ne idiyse, Barbarossa’nın fahişelere karşı girişimi özellikle sadistçeydi. Bu, onun bir özelliği gibi görünmektedir, çünkü doğrudan kendi eline geçirdiği Napoli kentinde de fahişelerle, zina yapan kadınların burunlarının yarılmasını emretmiştir.
Diğer kraliyet fermanlarında da fuhuşu yasadışı ilan etmek için çabalar harcandı ama hiçbirisi bunu başaramadı. 12. yüzyılda Kastilya Kralı IX. Alfonso’nun Yasası bunların en dikkat çekenleri arasındadır. Fuhuş açıkça yasadışı ilan edilmese de, öyle kısıtlamalar getirilmiştir ki, bir fahişenin yasalara karşı gelmeden çalışabilmesi neredeyse olanaksız olmuştur. Yasa özellikle fuhuştan kazanç sağlayan üçüncü kişileri hedef alıyor ve cezalandırabilecek dört sınıf tanımlıyordu: Gezgin kadın toplayıcıları, ya da (Sanger’in tanımlarından biriyle) “ahlaksızlık tüccarları” sürgün edilecekti; evlerini fahişelere kiralayan ev sahipleri (bunlar ceza ödüyorlardı ve evlerine de el konabiliyordu); genelev çalıştırıp kadın kiralayan pazarlamacılar (kadınlar köleyse serbest bırakılacaktı; değillerse uygun çeyiz verilerek evlendirileceklerdi; bunlara uymayan pazarlamacı ölümle cezalandırılabilecekti); ve pezevenkler (bunlara verilecek cezalar arasında ilk seferinde kırbaç, ikincide sürgün ve üçüncü seferde de forsaya gönderilmek vardı).
Görünürde kadınları üçüncü kişilerin istismarından korumayı amaçlayan Alfonso’nun Yasası, aslında fahişelerin kendi işlerine bakmalarını engelliyordu. Fahişe sahibi kendisi olmadıkça hiçbir ev ya da genelevde çalışamıyor; pezevenk olarak cezalandırılabilecekleri korkusuyla eşi ya da sevgilisi olamıyordu. Eğer bir kadının bir pezevengi desteklediği görülürse, kendisi de soyulup kırbaçlanacaktı.
Bu türden resmî cezalar sonucunda Alfonso’nun ülkesinde fahişe olarak çalışan kadınlar soyutlandı. Bunların çalışabilmek için yetkililerle bazı “anlaşmalar” yapmaları ve yasanın tüm ağırlığına karşı bağışıklık kazanmak üzere istendiğinde bedava seksin yanı sıra, kazançlarının da bir kısmını vermeleri gerekiyordu.
Uygulanamayan yasalar
Ortaçağda yalnızca tek bir kral; haçlı seferleri sırasında fahişelerin varlığından rahatsız olan Fransa Kralı IX. “Aziz” Louis fuhuşu açıkça yasakladı. 1269’da Filistin seferine çıkmadan önce kendi ülkesinde bir başka haçlı seferine girişti. Hedefi, ülkeden fuhuşu silip atmaktı.
O dönemde Paris’teki fahişeler özellikle saygın bir konumda bulunmanın keyfini sürüyorlardı. Profesyonel bir esnaf loncası olarak örgütlenmişler, Mecdeli Meryem’i koruyucu azizeleri olarak seçip, kendilerine küçük bir kilise bile yaptırmışlardı. Bu kilisede bir fahişe-azizenin gemiyle Kudüs yolculuğuna çıkmasını gösteren bir vitray da vardı. Resimdeki fahişe eteklerini kaldırmıştı ve camın altındaki yazıda Mısırlı Azize Mary’nin öyküsü hatırlatılarak, “azizenin yolculuğu ödemek için nasıl kendini gemicilere sunduğu”12 anlatılıyordu.
Louis bu saygısızlığa öylesine kızdı ki, 1254’te çıkardığı bir iradede “Fahişelerin kasabalardan da tarlalardan da kovulmasını ve bu uyarılarla yasaklamalar bir kez duyurulduktan sonra, yerli yargıçlar veya onları temsilen başka herhangi biri tarafından bunların mallarına el konup sırtlarındaki gömleğe kadar alınmasını”13 buyurdu.
Bu buyruk başarılı olsaydı, yalnızca ülkedeki fahişeler yasadışı olmakla kalmayıp, evleriyle malları da yerel derebeyleri tarafından haczedilecekti. Neyse ki, böylesine geniş kapsamlı bir emri uygulamak mümkün olmadı. Ufak tefek çabalar gösterildi ve bazı yerel yöneticiler destek verip toparlayabildikleri fahişeleri sürgün ettiler ama, o kadınlar gider gitmez yerlerini başkaları alıyordu. Yine de, kısa bir süre için Fransa fahişeleri eskiye oranla daha az göze çarpmayı yeğlediler. Sonunda, burjuvaziden eşleriyle kızlarının sekse aç genç adamlar tarafından rahatsız edildiği yolunda yakınmalar duyulmaya başladı. Kral Louis, yasayı çıkardıktan yalnızca iki yıl sonra yenilgiyi kabul edip geri çekmek zorunda kaldı ve Fransa fuhuş konusunda eski boş vermişliğine geri döndü. Louis seks ticaretini engellemek için neredeyse acınası, son bir çaba gösterdi ve 1269’da haçlı seferine giderken ülkedeki tüm genelevlerin yok edilmesini buyurdu. Ancak, kralın yokluğunda bu buyruğa kimse kulak asmadı. Tarihçi Fernando Henriques Louis’nin sonuçsuz yasaları konusunda şöyle der: “Onun yasalarının sonucu da ABD’deki Volstead Yasasının alkol tüketimini önlemekteki başarısızlığından farklı olmadı. Fuhuşu yasalar çıkararak ve güç kullanarak önleme konusundaki tüm girişimler de aynı biçimde sonuçlandı.”14
“Saygın” burjuvazinin yükselişiyle birlikte, “toplumun düzeni” gündeme geldi. Dürüst vatandaşlar bazı fahişelerle müşterileri ve onlara asılanlar tarafından yaratılan kargaşadan yakınınca, kent meclisleri devreye girerek serserileri kent surlarının dışına sürdü. Bu sürgünün bilinen ilk örnekleri 13. yüzyılda Carcassone ile Toulouse’da, fahişelerin bazı kasabalılar tarafından “büyük kötülük yapmak ve zarar vermekle” suçlanmalarıyla yaşandı. Toulouse kent meclisi “hiçbir fahişenin herhangi bir süre için ve herhangi bir biçimde Toulouse kentinin surları içinde, ya da varoşlarında kalamayacağı ve oturamayacağı”15 yönünde bir karar çıkarttı.
Ancak, kararları çıkartmak bir şeydi; yerine getirilmesini sağlamak başka bir şey. O dönemde memurlardaki genel yolsuzluk bir yana, yasaların uygulatılmasındaki yetersizlik de göz önüne alınınca, bu kararların kalıcı herhangi bir etkisi olduğu akla yakın gelmemektedir. Ortaçağın başlarında Avrupa’nın dört bir yanındaki kentlerin yöneticileri “saygıdeğer” toplumun istekleri doğrultusunda sürekli aşağı sınıftan fahişelerin (özellikle de sokak kadınlarının) hareketlerini kontrol altına almaya ve onları kentlerin belirli mahallelerinde toplamaya çalışmışsa da, çağdaş belgelerden kadınların istedikleri zaman istedikleri yerlere doluştukları anlaşılmaktadır.
Fahişelerin ‘işaretlenmeleri’
Aşağı sınıftan fahişelerin hareketlerini bir düzene sokmak girişimlerinin bir parçası da eski bir numaraya başvurup giysi zorunlulukları getirmekti. Eski devirlerde olduğu gibi, kaygılı burjuvazi büyük bir çaresizlik içinde fahişelerin “işaretlenmelerini” ve böylelikle “saygıdeğer” kadınlardan ayırt edilebilmelerini istiyordu. Onları en çok kızdıran da bu aşağı sınıf fahişelerin edindikleri prestij ve kendi sınıflarından diğer kadınların ancak düşlerinde görebilecekleri giysilerle gösteriş yapmalarıydı. Bir fahişenin kazancı genellikle ona rahat, orta sınıf bir yaşam biçimi sağlıyordu ve bu da dehşete düşmüş kentlilerin gözünde cinsel olduğu kadar sosyal bir günahtı. Bu iyi adamlar 1351’de Londra’da “adi” ya da “genel” kadınların “başı açık, kapüşon ya da astarsız çizgili kumaşa bürünmeden ve giysileri ne astarlı ne de kürklerle süslü olarak gezmemeleri gerektiğini… böylece hangi sınıftan olduklarını herkesin anlayabilmesini”16 şart koştular. Aslında bu kararname, kendi sınıflarının üstüne çıkma hayalleri kuran alt sınıftan bütün kadınlara yönelikti; ancak bu hayallerini gerçeğe dönüştürecek ekonomik güce yalnızca fahişeler sahipti.
Avrupa’nın dört bir yanındaki yöneticiler fahişenin giyim kuşamıyla ilgilenmeye başladılar. Leipzig’de mavi biyeli sarı bir manto giymesine, Viyana’da ise omuzlarına sarı bir eşarp bağlamasına karar verildi. Augsburg’da yeşil kuşak bağlayacaktı. Bu arada Bern ile Zürih kırmızı başlık, Bergamo sarı pelerin, Milano da siyah pelerin şart koştu. Bristol’da da Londra’da olduğu gibi çizgili kapüşon takılacaktı. Avignon’daki yöneticiler özellikle sincap kürkünden ve kumaş astarlı kürklü pelerinleri yasakladılar. İpek ve simli kumaştan boneler, altın ve gümüş yüzükler ve mercan, kehribar, gümüş, ya da değerli taşlardan tesbihler de yasaklanmıştı. Bu lüks parçalardan herhangi biri bulunursa hem el konuyor hem de büyük bir ceza alınıyordu. Sonunda Avignon’lu fahişeler Paris’tekiler gibi omuzlarına kırmızı fiyonk takarak kendilerini göstermek zorunda bırakıldılar.
Döneme ait resmî belgelerden kadınların bu kurallara uymamayı alışkanlık haline getirdikleri ve sonuçta kent yönetimlerinin pek çoğunun yasallaşmış hırsızlık; yani günah karşılığı alınan ücretlere el koymak yoluyla büyük kazanç sağladıklarını öğreniyoruz. 1459’da Parisli bir fahişeyle ilgili davanın belgelerinden öğrendiğimize göre, kadının “iffetsiz” giyinme gerekçesiyle çarptırıldığı ceza şuydu: kürk astarlı saten pelerini, gümüş kakmalı kemeri ve mercan tesbihi alındı. Kadının “gümüş tokalı”17 saatler kitabına da el kondu: Kitaplar pahalı şeylerdi ve bu nedenle yalnızca dindarlar, eğitimliler ve burjuvazinin “namuslu” kadınları bunlara sahip olabilirdi.
Ortaçağ Avrupa’sında fahişelik yapan kadınların -eğer kabul ettilerse- kendileri için konan giyinme kurallarına ne ölçüde uydukları bilinmemektedir. Ancak, çağ boyunca fahişelerin genelde moda konusunda kendi devirlerinin öncüleri olduğu kesindir. 15. yüzyıl İngiltere’sinde çoğu zengin kadının benimsediği, göğüslerin büyük bölümünü açıkta bırakan derin dekolteyi onlar yaratmışlardır. Çoğu fahişe bu modanın sınırlarını zorlar ve ruj sürülmüş göğüs uçlarını da açarlardı. Çağdaş bir dizede kadınlar şu şekilde eleştirilir.
“Yüzleriniz yapmacık ve boyalı
Göğüsleriniz ortada
O kadar ki, neredeyse görecek insan
Kadınlığınıza kadar.”
John Skelton (1460-1529) “The Tunnyng of Elynour Rummyng” isimli şiirinde “devrinin yosmalarının” giyim kuşamını neredeyse saplantı ölçüsünde inceler:
“Bazı kızlar bağlarını çözer
bazı ev kadınları bağlamaz
çıplak göğüsleri
sallanır da sallanır
kıpırdar ve kıvranır
minicik safran keseleri gibi.”
Ortaçağ kentlerinde fuhuşun ekonomik açıdan büyük önemi çerçevesinde lüks mallar; yani “şarap, baharat, mücevherat ve kaliteli kumaşlar”18 ticaretinin büyük bölümünü ayakta tuttuğu düşünülecek olursa, dönemin fahişelerinin, bu durumdan rahatsız burjuvazinin gözleri önünde moda, süslü ve gösterişli giysilerini sergilemeyi sürdürmüş olmaları akla yakın gelmektedir. İlginçtir ki, rahatsız olanların hepsi de erkek değildi. 15. yüzyıl Fransız yazarı Christine de Pisan, dönemin pek az kadın gözlemcisi arasındadır ve bu sıfatla, çağdaş feministler tarafından kadın özgürlüğünün öncülerinden biri olarak anılmaktadır. Aslında de Pisan bir tür muhafazakâr ortaçağ hanımefendisiydi ve fahişenin tövbe edip kendi kendine yardım ederek ruhunu kurtarmasını öğütlüyordu. Ona göre fahişe “eskiden gittiği yerleri ve süslü giysileri bırakıp iyi bir sokaktaki küçük bir odada basit ve ağırbaşlı bir yaşam sürmeliydi. Dürüst komşuları olmalı ve yasalara uygun bir iş bulmalıydı.”19 Örneğin zengin (ama namuslu!) bir evde düşük ücretli bir aşçı yamağı olabilirdi.
Bu türden “içten öneriler” tarih boyunca tekrar tekrar görülecek; genelde daha az talihli hemcinsleri için neyin en iyi olduğunu bildikleri iddiasındaki eğitimli ve ayrıcalıklı feministler tarafından ortaya atılacaktı. Bunlar, o zaman da bugün olduğu gibi aşağı sınıftan kadınların karşısındaki çalışma seçeneklerinin azlığının bir sorun olduğunu görmezden geliyor ve seks işine karşı namuslu işler önermenin çözüm olmadığını göremiyorlardı. Fahişeler o zaman da bugün olduğu gibi, bu sorunu, seks satarak sağlayabilecekleri daha iyi yaşam koşullarını yeğleyerek çözümlüyorlardı.
KAYNAKLAR
1) E. J. Burford, “Bawds and Lodgings: A History of the Bankside Brothels”, c.100-1975, Londra, 1976, s.108.
2) James Cleugh, “Love Locked Out, Londra, 1097, s.141.
3) H. Evans, “Harlots, Whores and Hookers”, New York, 1979, s.53.
4) F. Gabrieli, “Arap Historians of the Crusades”, Londra, 1984, s.204-6.
5) E. J. Burford, “Bawds and Lodgings: A History of the Bankside Brothels”, c.100-1975, Londra, 1976, s.32.
6) Henriques, “Prostitution and Society”, Cilt.2, s.37.
7) E. Fischer, “Woman’s Creation: Sexual Evolution and the Shaping of Society”, Londra, 1980, s.380.
8) Labarge Margaret Wade, “Women in Medieval Life”, Londra, 1986, s.37.
9) Age, s.38.
10) Henriques, “Prostitution and Society”, Cilt.2, s.38.
11) B. Geremek, “The Margins of Society in Late Medieval Paris”, Cambridge, 1987, s.240.
12) Bullough, Vern L. And Bonnie, “The History of Prostitution”, New York, 1968, s.112.
13) L. L. Otis, “Prostitution in Medieval Society”, Chiago, 1985, s.19.
14) Henriques, “Prostitution and Society”, Cilt.2, s.42.
15) L. L. Otis, “Prostitution in Medieval Society”, Chiago, 1985, s.17.
16) E. J. Burford, “Bawds and Lodgings: A History of the Bankside Brothels”, c.100-1975, Londra, 1976, s.73.
17) Labarge Margaret Wade, “Women in Medieval Life”, Londra, 1986, s.201.
18) N. Orme, “The Reformation and the Red Light”, History Today, Mart 1987, s.38.
19) Labarge Margaret Wade, “Women in Medieval Life”, Londra, 1986, s.198.