Dr. Hüseyin Karakuş
Geneli ilgilendiren geçmişin bilgisine tarih denir. Tarih, sosyal ve siyasi olayların gerçekliği ve zamansal olarak doğru şekilde sıralanması bilimi değildir. Varlığı kanıtlanmış olaylar sıralamasında yanılgılar olsa da, olayların ardındaki gerçeklerin ve gelişen olguların bulunmasıdır. Bir siyasi veya sosyal olgunun nedenleri, farklı siyasi ve sosyal olaylar olabilir. Ancak siyasi ve sosyal olguların asıl belirleyicisi ekonomik nedenlerdir. Maslow ihtiyaçlar hiyerarşisinde bunu üstü kapalı olarak anlatmıştır. Marx ise gözümüze soka soka ayrıntısıyla açık seçik anlatmıştır. Günümüz resmi tarihinde hâlâ siyasi ve sosyal olaylar birbirinin nedeni olarak sıralanırken, toplum ekonomisi konuya aksesuar olarak eklenmektedir.
Toplumların tarihinin dört boyutu vardır. Ekonomik, sosyal, siyasi ve coğrafi boyutlar. Bütün medeniyetler ekonomik, sosyal, siyasi ve coğrafi ayaklar üzerinde yükselen tarih masası üzerine serilidir.
Aslında tarih yaşanan herşeydir. Bizim tarih diye öğrendiğimiz tarihin bilgisidir. Tarih nasıl oluşursa oluşsun, tarihin bilgisi olarak tarih yazıcılarının elinde beden bulur. Tarih yazıcısı, tarihsel olay ve olgular üzerinde deney ve gözlemler yapamasa da araştırmaları hiç bitmez. Öncelikle tarihsel araştırma konusu tespit edilir. Konuyla ilgili bütün kaynaklar bulunur ve çalışılır. Çalışılan kaynaklar yardımcı bilim alanlarından da destek alınarak yorumlanır. Tarihçi, bir dedektifin olay yeri incelemesi ve şahitleri sorgulamasındaki gibi her belge ve bulguya şüpheci yaklaşır. Tarihi, yorumuyla yeniden simüle eder. Belgelerde bilgisini, bulgularda özsezisini kullanır. Bu nedenle şakşakçılar ve tahrifatçılar bir tarafa, gerçek tarih yazıcısı, hem biliminsanı hem sanatçıdır. Tarih diye önümüze serilen olaylar dizisi aslında bir kitabın sayfa numaraları gibidir, önemli olan sayfa sıralaması değil, hangi sayfada hangi bilginin (olgunun) yazılı olduğudur. Tarih tekerrürden ibarettir diyenler; tarihi olaylar dizisi sananlardır.
Dört tip tarih bilgisi
Tarih yazıcılığının tarihini incelediğimizde eskiden yeniye dört tip tarih bilgisi görüyoruz. Aktarıcı tarih, faydacı tarih, sosyal tarih ve nedenselci tarih. Aktarıcı tarih, tarihçinin olaylar esnasında bizzat gördüklerini veya olay sonrası anlatılanlardan duyduklarını kendi duygu ve düşüncelerini katmadan birebir kâğıda dökmesidir. Heredot’un “Heredot Tarihi” buna örnektir. Faydacı tarihte tarihçinin okuyanı yönlendirerek eğitme çabası vardır. Amaçlarına erişmek için zaman zaman tarihi tahrif etmekten (aslını değiştirmekten) çekinmezler. Yavuz Selim’i anlatan “Selimname” buna örnektir. 18. yüzyılda burjuva demokratik devrimi ile Avrupa’ya yayılan aydınlanma dalgası tarih yazıcılığını da etkiledi. Odağına sıradan insanı koyan, krallar, savaşlar ve olayların ötesinde toplumun ekonomisi ve kültüründen söz eden, dinsel etkilerden arınmış yeni bir hümanist sosyal tarihçilik doğdu. Vico ve Voltaire ile gelişen, Ranke ile bilimsel kimlik kazanan sosyal tarihçilik, Marx’ın maddeci tarihciliğinden de etkilenerek 20. yüzyılda Annales ekolüyle birlikte nedenselci tarihe dönüştü. Marc Bloch, Lucien Febvre, Braudel bu ekolün temsilcileridir. Annales ekolünün metodolojisi “karşılaştırmalı yöntem, bütünsel tarih anlayışı, uzun sürelilik, disiplinlerarası çalışma yöntemi, coğrafya kullanımı, geriye doğru yöntem, kaynak çeşitliliği, tablo-grafik, şema, harita kullanımı ve nicelikselliktir.” (Muhammed Dağ) Nedenselci tarihte tarihçi, kendisine olayı anlatan belgeye, olayın her aşamasında niçin sorusunu sorar, belgede bunun yanıtını bulamıyorsa yeni arayış içine girer. Günümüz tarihçiliği olarak kabul edilen tarihe bilimsel bakış açısı budur. Nedenselci tarihte kaynakların önem sırasına göre tasnifinin yanı sıra her türlü kaynağın irdelenmesi gerekmektedir.
Tarih yazımında üç tür kaynak kullanılır. Yazılı kaynaklar, sözlü kaynaklar ve görüntülü kaynaklar. Kitabeler, şecereler, yıllıklar, biyografi, otobiyografiler, anı ve seyahatnameler, resmi ve gayrı resmi kayıtlar, süreli yayınlar, basılı ve el yazması eserler, lahit, mezartaşları, arma, mühür, para ve madalyalar başlıca yazılı kaynaklardır. Söylenerek süregelen mitler, efsaneler, destanlar, öykü ve masallar, şiirler ve türküler, atasözleri, maniler, fıkralar sözlü kaynaklardır. Günümüze ulaşmış tablo, grafik ve diğer çizimler, heykel, rölyefler, her türlü yapılar görüntülü kaynaklara örnektir. Günümüzdeki teknolojinin ürünü olan her türlü görüntü ve ses kayıtları, tarihsel kaynakları ayrı bir boyuta taşımıştır.
Sosyal ve nedenselci tarih çalışmalarında tarihe şahit olan sıradan insanların anlatılarının, en az tarihi yaptığı söylenenler kadar tarihsel değeri olduğu ortaya çıktı. Bu çalışmamı yazarken Erzincan İliç’deki altın madeninde toprak kayması gerçekleşti ve 9 madenci toprak altında kaldı. Bu olayın tarihe geçmesinde devletin ve maden şirketinin kayıtları, çevredeki Sabırlı ve Çöpler köylülerinin anlattıkları kadar gerçekçi olamaz. Köylülerin geçmişe yönelik anlatıları, olayın neden niçinlerine yanıt verecektir. İşte, böyle olayların ardında yatan olgulara ışık tutan, sıradan insanların anlatılarına sözlü tarih denildi.
Sözlü tarih kavramının ortaya çıkışı
Sözlü tarih kavramı ilk kez 1948’de ABD’de Columbia Üniversitesinde kullanıldı. Amaç yeni Amerikan tarihinde önemli mevkilerde bulunmuş, emekli olmuş hakim, savcı, bakan, müdür gibi kişilerin anılarının sorgulanmasıyla bir döneme ışık tutmaktı. Anlaşıldığı gibi ilk sözlü tarih çalışmaları gerçek anlamda halkın değil seçkinlerin sözlü tarihiydi. 1950’lerde 2. Dünya Savaşının tanıklarının anlatılarıyla ilk gerçek sözlü tarih çalışması yapıldı. Cepheler, savaşlar, anlaşmalar, zaferler, işgallerle anlatılan dünyayı yeniden paylaşım savaşında bu kez mikrofonlar, ölen, yaralanan, işkence gören sokaktaki insanlara tutulmuştu. 2018 yılına kadar 72.457 kişinin anlatıları kaydedildi. Ne yazık ki amaç tarihe farklı yaklaşım değil, daha çok yargılamalara döküman oluşturmaktı. Sonraki yıllarda “Sözlü tarih, seminerler, atölye çalışmaları ve konferanslarla zamanla kendi akademik alanını ve disiplini oluşturdu. 1980’lerde tarih biliminin özellikle yararlanabileceği bir araç olduğu keşfedildi. Bu noktada anmamız gereken oluşum, Uluslararası Sözlü Tarih Derneği (The International Oral History Association-IOHA)’dir. Uluslararası Sözlü Tarih Derneği, resmen İsveç, Göteborg’da IX. Uluslararası Sözlü Tarih Konferansı’nda Haziran 1996’da kuruldu. Kısa sürede sözlü tarihçiler için dünya çapında bir forum oluşturan bir meslek birliği oldu.” (Süleyman İnan)
Bugün 60-70 yaş grubunda olanlar iyi anımsarlar. 2000’li yıllara kadar TRT haber programlarının sonunda Kurtuluş Savaşı gazilerinin ölüm haberlerini duyardık. Son Kurtuluş Savaşı gazisi Mustafa Şekip Birgöl 2008’de Üsküdar’da vefat etti. Türkiye’de gerçek anlamda sözlü tarih çalışmaları 1990’larda yapıldı. Ne yazık ki bu çalışmaların içinde ne Kurtuluş Savaşı gazilerinin ne de işgali ve kurtuluşu yaşamış sokaktaki insanlarımızın anlatıları vardır. Halka mikrofon tutmak, Ermeni Soykırımı iddialarına karşı döküman yaratma telaşına girişildiğinde akla gelmiştir. “1980’li yıllarda, 1970’li yıllarda Ermeni sorunun büyümesi ve yurt dışında Ermeni tezlerini savunan sözlü tarih arşiv çalışmalarının ilgi görmesi üzerine bunlara cevap olarak yapılan sözlü tarih çalışmalarında bir artış görülmüştür. Buna rağmen Ermeni sorununa ilişkin sözlü tarih çalışmalarının belli bir bütünlüğe ulaşması ancak 2000’li yılların başında gerçekleşmiştir. Gürsoy Solmaz tarafından, 125 kişi ile yapılan görüşmelere dayanılarak hazırlanan ‘Tanıkların Diliyle Ermeni Vahşeti’ konuya ilişkin en iyi bilinen örnektir. Ermeni sorunu, sözlü tarihin dikkatli kullanılması gereken bir yöntem olduğunun en belirgin örneğidir. Hatıralar, olayların algılanışı, kişilerin ruhsal durumları ve hayata bakış açılarına göre değişmektedir. Bu nedenle sözlü tarih ile elde edilen bilgilerin tek taraflı bir şekilde kabul edilmesi, sözlü tarihten beklenen faydanın sağlanamamasına neden olacaktır… Sözlü tarih, yazılı belgelere ek olarak bireylerin belleğini, algılarını, duygu ve düşüncelerini; gündelik yaşamı ve öznelliği tarihin araştırma alanına ve konu kapsamına dâhil etmeye çalışan disiplinlerarası bir araştırma yöntemidir. Sözlü tarihin birincil amacı, ses ve görüntü kaydetme teknolojilerinin de yardımıyla bireylerin anlattıklarını kaydederek bir arşiv oluşturmak ve kalıcı bir kaynak haline getirmektir. Sözlü tarih bu şekilde geçmiş yaşam deneyimlerini ihtiyacı olanlar için kaydetmiş olur. Kitapların pek anlatmadığı yaşamın kendisi hakkında bilgi vermeye çalışarak toplumun bir parçası olan bireyin önemini arttırır.” (Gülsüm Tütüncü)
Mademki sıradan insanların anlatıları bir tarih yazacak kadar değerlidir. Bu fanilerin anlatmadan ölümleri bir tarihin yok olması veya eksik belki de yanlış yazılması anlamına gelir.
Aslında sözlü tarih hem en eski hem de en yeni tarih yöntemi özelliği taşımaktadır. İlk tarihi kayıtlar olan aktarıcı tarihte tarih yazarı olayı yaşamanın yanı sıra olayı yaşayanlarla bizzat konuşarak söylenenleri kayıt altına almaktadır. Homeros Tarihi buna örnektir. Günümüz sözlü tarihinde ise teknoloji, tarihçiye olayı yaşayanların görüntü ve ses kaydı olanağını sağlamaktadır. Sonradan kayıtlar deşifre edilerek yazıya dönüştürülmektedir.
Sözlü tarihte anlatıcının iki türlü anlatımı olabilir. Kişinin şahit olarak edindiği bilgi birikimini anlatması ve kişinin kendisine anlatılmasıyla öğrendiklerini mülakatçıya aktarması. Erzincan İliç altın madeni katliamı ilkine örnektir. Sabırlı ve Çöpler köylerindeki 40-50 yaşlarındaki kadın ve erkeklerin, Anagold şirketinin bölgeye ilk gelişinden toprak kaymasına kadarki yıllar süren süreçle ilgili bilgi birikimleri vardır. Tanık oldukları şeyler farklı olduğundan bilgiler de farklıdır. Köylülerin her biriyle yapılacak görüşme ayrı bir değere sahiptir. Toplamı oluşturacak arşiv tam bir tarihtir.
Köylülerin büyüklerinden öğrendiği yöreye ait destanlar, öykü ve masallar, şiirler ve türküler, atasözleri, maniler, fıkralar ikinciye örnektir. Farkında değiliz ama radyolarda en sık adı geçen kişilerden biri Muzaffer Sarısözen’dir. Öğretmen ve müzik insanı olan Sarısözen elinde kalem kâğıt, Anadolu’yu köy köy yıllarca dolaşmıştır. Bu türkü ve öykü derleme gezileri 1937-53 yılları arasında 16 yıl sürmüş, müzik dünyasına onbinlerce eser kazandırmıştır. Nota bilgisi olmayan halk sanatçılarının dillerindeki türküleri güftesi, yöresi ve kaynak kişisiyle kâğıda dökmüştür. Bugün zevkle dinlediğimiz türkülerin tanıtımında onun adı geçmektedir. Anadolu’nun binlerce köyünde daha onbinlerce eser “bir Sarısözen daha gelse de bize sahip çıksa” diye beklemektedir. 2008 yılında müzisyen ve yönetmen Nezih Ünen bir grup sanatçı arkadaşıyla birlikte Sarısözen gibi Anadolu’ya kültür keşif seferine çıktı. Onların elinde teknolojik olanaklar vardı. Günlerce çekim yaptılar. Saatler süren ham verilerden birbuçuk saatlik “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları” adlı bir müzik belgeseli hazırladılar. Bu çalışmanın tadına doyamadık.
Sözlü tarihin son şahitleri evlerimizde oturuyor
Toplumların tarihsel sürecinde bazı olay ve olgular köşe taşı özelliği taşır. Cumhuriyet tarihinde 1950’li yıllarda başlayan kırdan kente göç olgusu toplumumuzdaki köşe taşlarından biridir. Ortalama her 25-30 yılı bir kuşak (nesil) kabul edersek Osmanlı Devleti’nin son kuşağı (1900‐1923) gün yüzü görmemiş, savaşsız bir günü bile olmamıştır. Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Paylaşım Savaşı, doğu cephesi Rus Savaşı, Ortadoğu cepheleri ve Kurtuluş Savaşında, Anadolu’nun 12 yaşın üstünde 60 yaşın altındaki erkekleri telef olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kuşağı (1923-1950) ise bir gün bile savaş yüzü görmemiştir. Anadolu’nun bütün kırsalı üreme ve üretme gayreti içinde olmuştur.
Cumhuriyetin 1927 yılı ilk nüfus sayımında 13,5 milyon kişiydik. 1955 yılında nüfusumuz 24 milyona ulaşmıştır. Neredeyse yüzde yüzlük bir artış vardır. Bunun ekonomideki anlamı, kardeşler arasında bölünmüş ekili arazilerde tarımsal üretimin geçimi sağlayamamasıdır. Tarımsal teknolojinin artması da atıl kırsal nüfusa neden olmaktadır. İlk yıllardaki kırdan kente mevsimlik işçi göçleri bir süre sonra geçim için yetersiz kaldı. Ardından önce kente bekar göçleri, sonra gecekondulaşma ile birlikte aile göçleri yaşandı. Yurtdışı işçi göçleri göç kavramına ayrı bir boyut kazandırdı. 1950 yılında toplam nüfusun % 25’i kentlerde yaşarken bu oran 50 yıl sonra % 66’ya yükseldi. 1950-1995 yılları arasında Türkiye’de kırdan kente 15 milyon kişi göç etti.
Kente taşınan köylü birkaç parça eşyası ile birlikte kültürünü de beraberinde getirdi. Kent kırsalında yeni kurulan gecekondu mahallelerinde, kentlileşmeye direnen eskinin köylüleri yeninin işçileri Anadolu tipi gettolaştılar. Bugün kışları büyük kentlerde çocuklarıyla birlikte, yazları inatla köylerindeki babaevlerinde yaşayan 70 yaş üstü nüfus; kente ilk göçen, kentleşen ama kentlileşemeyen insanlarımızdır. Kente ilk göçen atalarımız, belleklerinde köydeki çocukluk günlerinin, kentteki sancılı yıllarının anılarıyla, Kurtuluş Savaşı gazileri gibi her geçen gün sayıları azalarak yok oluyorlar.
Köy kent arasına sıkışmış bu kuşak, Cumhuriyet tarihinde önemli bir yer tutan göç olgusunun son şahitleridir. Sözlü tarih, yaşayan insan temelli oluştuğundan ortalama üç kuşaklık 75-90 yıllık dönemleri içerir. 1950 de köyünden göç ettiği zaman 15 yaşında olan bir çocuk 2024 yılında 89 yaşındadır ve artık ülkesine emanet edeceği son serveti anılarıdır. “Sözlü tarih belgeye dayalı tarihe her bakımdan katkı verir. Ancak sözlü tarihin asıl önemi, belgelere, arşive, resmi ya da akademik tarihe hiç yansımamış yaşantıların, deneyimlerin, belgelerin, araç gereçlerin, hemen her türlü nesnenin devşirilmesini sağlamasıdır. Resmî, bürokratik tarihler daima dikkatli, seçici ve çoğu kere de ‘olandan’ ziyade ‘olması gerekeni’ kaydeden bir tarihtir. Sözlü tarih ise olanı büyük ölçüde gerçeğe daha yakın kaydeder.” (Sözlü tarih çalışmaları uygulama yönergesi)
Sözlü tarihin son şahitleri olan atalarımız evlerimizde oturuyor. Tarihi kaydedecek araçlar olan cep telefonları cebimizde duruyor. Kayıt işlemini yapacak kişiler aramızda yaşıyor. Yani yemeğin yapılması için bütün malzeme hazır. Şimdi bir bilene danışarak yemeğin tarifini ve yemeği kimin yapacağını konuşalım.
Türkiye’de sözlü tarih çalışmaları
Son 30 yılda hazırlanan belgesellere dikkat ederseniz bilirkişilerden çok, olay şahitlerinin anlatımlarına yer verildiğini görürsünüz. Türkiye’de ilk sözlü tarih çalışmaları olay bazlı yapılmıştır. Ermeni Tehciri, Varlık Vergisi uygulamaları, 6-7 Eylül Olayları, 15-16 Haziran Olayları, 1 Mayıs Katliamı, Kanlı Pazar 6. Filo Olayı, Sivas, Çorum, Malatya, Maraş katliamları, 12 Eylül Darbesi, Susurluk Kazası, Marmara Depremi gibi olaylarla ilgili çalışmalarda kayıtlı tarih dışında tanık söylemlerine başvurularak bilinçli-bilinçsiz ilk sözlü tarih örnekleri verilmiştir.
Türkiyede sözlü tarih adıyla bilinçli ilk çalışmalar Toplumsal Tarih Vakfının literatür çevirileriyle olmuştur. Paul Thompson’un “Geçmişin Sesi”, Stephen Caunce’ın “Sözlü Tarih ve Yerel Tarihçi”, Georg Iggers’ın “Bilimsel Nesnellikten Postmodernizme Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı”, David. E. Kyvıg – Myron A. Marty’ın “Yanıbaşımızdaki Tarih” ve John Tosh’un “Tarihin Peşine” eserleri ilk yayınlananlardır. 2005 yılı sonrası, internet ortamında sözlü tarih çalışmaları hızla çoğaldı.
Tarih Vakfından sonra Bilim ve Sanat Vakfı (BİSAV),Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV), Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı gibi kurumlar internet ortamında sözlü tarih arşivi oluşturdular. Halen Youtube gibi görüntülü sosyal medya ortamlarında birçok sözlü tarih örneği mülakat yayınlanmaktadır. Öncü olması beklenen üniversitelerin sözlü tarihe ilgisi oldukça yenidir.
Halktan kişilerle oluşturulan sözlü tarihin değeri, çalışmanın halka mal olmasıyla ortaya çıkar. En önemli görev yerel yönetimlere yani belediyelere düşmektedir. Her belediyede kültür müdürlükleri vardır. Kültür müdürlükleri bünyesinde sözlü tarih kursları düzenlenmeli, konuya yönelik mülakat formları hazırlanmalıdır. Her hemşeri derneğinden en az bir kişi sözlü tarih uzmanı olarak yetiştirilmeli, kendi yörelerindeki tarihe tanıklık edenlerle mülakat için görevlendirilmelidirler.
Hemşeri dernekleri
Sözlü tarih çalışmalarında hemşeri dernekleri diğer adıyla köy derneklerinin çok önemli yeri vardır. Hemşehri dernekleri 1950’lerde başlayan ve halen devam eden köyden kente göçün, kentleşmenin ve kentlileşememenin nihai ürünüdür. Kentte birbirine destek vererek bölge bölge yerleşen köylüler, fiziksel ve ruhsal yaşamlarını kolaylaştırmak için dayanışma içinde oldular. Bu dayanışma 1990 sonrası hemşehri dernekleriyle beden buldu. Büyük kentlerde dernekleşme bir furya halinde yaygınlaştı.
Hemşehri derneklerinin ilginç bir tarihçesi vardır. Özellikle 1990’larda kentlerde, sıla insanlarının birlik ve dayanışma ihtiyacından doğmuş ve oldukça başarılı çalışmalar yapmışlardır. Mahalle içlerindeki kahvehane tarzı dükkanların, merkezlerde ise pasaj içi kirası düşük büroların kiralanması ile başlayan dernekçilikte ilk yönetimler, yörenin gurbetçi yaşlı saygın kişilerinden, yeni nesil okumuşlardan ve getirisi iyi iş sahiplerinden oluşuyordu. Herkeste köyleri için güzel şeyler yapma coşkusu vardı.
Kente göçmüş köylülerin ve ata köylü kentlilerin birbiriyle tanışması, piknik, dernek gecesi, düğün, nişan, cenaze gibi yerel kültürel etkinliklerde bir araya gelinmesi ve paylaşılması, aidatlar ve ek gelirlerle hemşerilerin ihtiyaçlarının sağlanması, iş bulma, burs verme, köyde yayla şenlikleri düzenleme, özellikle yerel yönetimler iletişimiyle cenaze nakli, konser salonu sağlama gibi çalışmalar ilk önemli etkinlikleri oldu. Köy üretim koooperetifçiğinde olduğu gibi bir süre sonra dernek yönetimlerinde cehaletle beslenen kısır çıkar hesapları, husumetlerin hortlaması, siyasi hesaplara alet etme gayretleri vb. beraberinde üyelerin dernekten soğumasını, faaliyetlerin ve gelirlerin azalmasını getirdi. Bir kısım nispeten zenginleri olan dernekler köy derneğinin lokal tapusunu satın alarak, bir kısmı da kahvehaneye dönüşüp kirasını çıkartarak hayatta kaldılar. Etkinlikler yıllık dernek yemeği, yayla şenliği düzeyine indirgenerek sabitlendi.
Ekonomik ve sosyal kriz içine giren hemşehri derneklerinin çöküş döneminden çıkışı, yapısal değişim ve fonksiyonel çeşitlenmeyle mümkün olabilir. Yörelere ait en az beş köy kendi derneklerini fesh ederek tek dernek şeklinde birleşmelidir. Dernek yönetiminde birer köy temsilcisi bulunurken asıl kararlar köylerle organik ilintisi olmayan profesyonel yöneticilere bırakılmalıdır. Böylece ekonomisi ve nüfusu beşe katlanan birleşik derneğin yerel yönetimlerden hizmet isteminde eli güçlenecek, ekonomisi güçlü, katılımı yoğun etkinliklerde bulunabilecektir. Ama öyle olmadı. Siyasiler, işlevsizleşmiş köy derneklerini il ve ilçe federasyonları içinde paketleyerek manüple edilecek kıvama getirdiler.
Bugün özellikle İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Kocaeli gibi büyük kentlerde örgütlenmiş hemşehri dernekleri hâlâ önemli bir kitleye sahiptir. 2016 yılı istatistiklerine göre kentlerdeki hemşehri derneği sayısı 15.227’dir. Bunların 6091’i İstanbul’da, 2249’u Ankara’da, 646’sı İzmir’de, 644’ü Bursa’da faaliyetini sürdürmektedir. Büyük kentlerdeki ilçe belediyeleri çeşitli şekillerde hemşehri dernek çalışmalarına katkıda bulunmaktadır. Yeni yerel seçimlerden sonra kentlerde hemşeri dernekleri ile belediyelerin birlikte çalışacağı yeni bir alan doğmuştur: Yörelerin yerel ve sözlü tarih arşivlerini oluşturmak. Bu çalışma aşamalı olarak yürütülmelidir. İlki eğitim aşamasıdır, Türkiye’de sözlü tarih alanında belli bir bilgi birikimi oluşan vakıf ve üniversitelerden hizmet satın alımı yapılmalıdır. Vakıf ve üniversitelerin görevi sertifika programları ile sözlü tarih gönüllülerini eğitmek yetiştirmektir. İkincisi saha çalışmasıdır. Programı başaranların ellerindeki ses ve görüntü kayıt cihazları (cep telefonları) ile sahada sözlü tarih mülakatları (röportajları) yapmalarıdır. Üçüncüsü büro arşiv çalışmasıdır. Mülakatlar konu ve özelliklerine göre gözden geçirilerek tasniflenir. Dördüncüsü yayın aşamasıdır. İnternet ortamında hazırlanan dijital kütüphanelerde mülakatlar yayınlanarak araştırmacıların hizmetine sunulur. Ayrıca mülakatlar deşifre edilerek yazılı hale getirilir, kitap halinde yayınlanır.
Cumhuriyet tarihinde üç kuşağa mal olmuş içgöç olgusunda sözlü tarih için herşey yitirilmiş değildir. Önümüzdeki beş yıl içinde yüzlerce belki binlerce kişinin katılımıyla dört dörtlük sözlü tarih arşivi hazırlamak mümkündür. Resmi kurumların el atmasıyla tarihin çarpıtılması tehlikesi oluştuğundan, asıl demokratik kitle örgütlerine büyük görev düşmektedir.
Çağımız hem gerçek bilginin hem de çöp bilginin üretildiği ve pazarlandığı bir çağdır. Sosyal medya ortamında her gün ortalığa saçılan, imzası ve sorumlusu olmayan milyonlarca bilginin, milyonlarca alıcısı çıkmaktadır. Böyle bir ortamda ancak, bilinçli yapılmış sözlü tarih çalışmaları geleceğe gerçekleri ulaştırabilir.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
1) Muhammed Dağ: Tez: Annales Tarih Ekolü ve Türkiye’de Yerel Tarih Yazımı
2) Süleyman İnan: Sözlü Tarih: Bir Yöntemin Kalıcılığına Doğru
3) Gülsüm Tütüncü: Tarih Araştırmalarında Sözlü Tarih Yöntemi ve Çevrimiçi Sözlü Tarih Arşivlerinden Örnekler.
4) MEB Sözlü Tarih Çalışmaları Uygulama Yönergesi