Hasan Aydın
İslam dünyası, tarihsel süreçte iki büyük sarsıntı geçirmiştir.
İlki, 7-8. yüzyıllarda, İslam’ın fetih hareketleri sonucu kuzeye yayılmasıyla birlikte, Eski Yunan, Hint ve İran entelektüel-bilimsel ve felsefi kültürleriyle karşılaşmasıdır. Bu süreç, İslam dünyasında çeşitli düşünce ekollerinin doğmasına ve en önemlisi, bilim ve felsefe kültürünün oluşmasına yol açmıştır. Hz. Muhammed’in kurduğu Medine İslam devletinden imparatorluklaşmaya yönelen İslam toplumunun pratik gereksinimleri bu süreçte önemli bir işlev yüklenmiştir. Fakat dışarıdan gelen bu etki, süreç içerisinde fıkıhçı (İslam hukukçusu) ve kelamcıların (İslam din felsefecileri) içsel muhalefetiyle yıkılmış, Gazzali ile birlikte eskilerin bilim ve felsefesine sırt çeviren yeni bir anlayış belirmiştir. Bilime ve felsefeye sırt çeviren bu anlayışta, her şeyi İslamileştirmeye yönelen, seküler olana ayak direyen, dinsel metinlerden referans almayan düşüncelere küfür damgası basan tutumun köklü bir rolü olmuştur. Böylece, 7-12. yüzyıllar arasında antik gelenekler kökeninde yeşeren göreli üretken tavır yerini, bilgi ve değer üretmeyen bir anlayışa bırakmıştır. İslam dünyasının yaşadığı ilk sarsıntının bu açıdan, bir kültürel tartışma ortamı oluşturduğunu ama bu tartışmadan, her şeyi İslamileştirmeye yönelen mantık yüzünden felsefi ve bilimsel bir aydınlanmanın çıkmadığını belirtmek gerekir.
İkinci sarsıntı, İslam dünyasının modern batı kültürüyle, özellikle Batı bilim ve felsefesiyle karşılaşmasıyla gerçekleşmiştir.
Bu karşılama, ilkinden oldukça farklıdır; zira ilkinde fetheden Müslümanlar iken, ikincisinde İslam dünyası sömürünün odağındadır. İlkinde gittikçe yükselirken, ikincisinde gittikçe düşmekte ve aşağılık kompleksine kapılmaktadır.
Rönesans, reform ve aydınlanmayla bilimsel ve ekonomik devrimler gerçekleştiren Batı, Doğu’nun dışladığı bilimsel ve felsefi mirası 12. yüzyıllardan itibaren içselleştirmiş, onların da eleştirisinden yola çıkarak, tanrı odaklı bir dünyadan insan odaklı bir dünya görüşüne uzanmıştır. Bu dünya görüşü gereği bilgi ve değeri nesnel-seküler bir zemine oturtmuştur.
Batı’nın seküler temelde yükselen üstünlüğü karşısında sömürgeleşen İslam ulusları, iki farklı tepki vermiştir:
Birisi içe kapanma ve hınç odaklı bir tepkidir; diğeri ise İslam modernizmi diye bilinmektedir.
Kanımca İslam ülkelerinde bu iki tepki hâlâ devam etmektedir. İçe kapanma ve hınç odaklı tepkinin akıbeti belli olduğu için -bu yaklaşım gericileşmeyi ve teröre başvurmayı benimsemiştir, modern bilgi ve değerleri dışlamış ve tümüyle içe kapanmıştır- onu tartışmayacağım. Ama diğeri, yani İslam modernizmi olarak bilinen tavır, bizim toplumuzu da ilgilendirdiği ve toplumumuzda siyasal bir karşılık bulduğu için üzerinde durulmaya değer.
İslam modernizmi, özü itibarıyla modern bilgi ve değerlerle İslam arasında bir bağ kurmaktan ibarettir. Bu geleneğin izleriyle bizim kültürümüzde daha Tanzimat’tan itibaren karşılaşılır. Atatürk bu ideolojiye mesafeli yaklaşır ve laik odaklı bir toplum inşa etmeye yönelir.
İslam modernizmi içerisinde Batı ile bağ kurulurken yapılan Batı kökenli bilgi ve değerlerin İslam’da da yer aldığını gösterme ve Batı karşısında geleneğin eleştirisinden yola çıkan yeni bir İslam savunma eğilimi olarak belirmektedir. Bu yapılırken de daha çok dinsel metinlere şiddet uygulanmakta, zorlama tevillerle (çevirtilerle) onlarda Batı’da üretilen modern bilgi ve değerlerin yer aldığı gösterilmeye çalışılmaktadır.
Benim deyişimle İslam kapitalize edilmeye, kapitalist topluma uyarlanmaya çalışılmaktadır.
Bu tutumla aslında yapılan, İslami gelenek reddedilerek, modern bilgi ve değerlerin sonuçları dinsel bir temelde İslamileştirilmeye çalışılmaktadır. Oysa bu yaklaşım, ortaçağın bir tekrarı anlamına gelmektedir ve her şeyden önemlisi modern bilgi ve değerlerin üretim sürecini görmezden gelmeye yol açmaktadır. Bu paradigmanın taklitçi olduğu, bilgi ve değer üretmediği, sadece modern bilgi ve değerlerin dinsel temelde aktarımına yol açtığı görülmektedir.
Bu tutumun bir sonucu olarak, İslam modernizmini savunan birey ve toplumlarda, ünlü İranlı filozof Daryush Shayegan’nın sıklıkla yinelediği gibi, aslında bireysel ve kültürel şizofreni denilen bir halin yaşandığını belirtmek gerekmektedir.
Bu şizofreni modern görünümlü, ama kafası dogmalarla dolu bir insan, ya da modern kurumlar ve yapılarla içinde geleneksel değerlerin kök salmaya çalıştığı postmodern bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun ilginç görünümlerinden birisi, modern bir değer olan insan haklarının kadının ikincilliği lehinde kullanılmaya çalışılması, bilim ve sanat özgürlüğü adına, sanata ve modern bilime karşı argümanların yoğunlaşması, ya da onların İslamileştirilmesi, din ve vicdan özgürlüğü ve eğitim özgürlüğü adına dogmatik bir eğitim anlayışının savunulması vb. de görmek mümkündür. Hatta laikliğin ve demokrasinin, teokratik bir dünya görüşünün savunulmasında araç olarak kullanıldığına bile tanık olabilmekteyiz.
İslam toplumlarında ve ülkemizde etnik, dinsel, mezhepsel, cemaatsel, cinsel vb. kimliklerin modern özgürlük ve demokrasi kavramsallaştırmaları adı altında yeniden hortlatılması; bilimsel kuramların karşısına teolojik ve teleolojik yaklaşımların bilimsellik görünümünde piyasaya sürülmesi, bireysel-toplumsal-kültürel şizofrenin açık göstergeleridir.
Bu kültürel şizofreniden kurtulmanın yolu nedir?
Daryush Shayegan’e göre bunun yolu, modern bilgi ve değerler konusunda sonuçlardan çok yöntemi benimsemekten geçmektedir.
Yöntemi benimsemenin yolu ise, bilgi ve inancı, dinle bilimi ayırmaktan, bilimsel yöntemi içselleştirmekten, özgür akılla işletilen felsefi gelenekler oluşturmaktan geçmektedir.
Her şeyi İslamileştirmeye çalışan ideoloji, ne geleneği ne de moderni yaşamaya izin vermeyen postmodern şizofrenik hallere yol açmaktadır.
Bunu aşamazsak şizofrenik hal varlığını sürdürecek, şizofrenik toplumlar olarak sömürgenin odağında kalmaya devam edeceğiz. Daha da kötüsü bilgi ve değer üretemeyecek, daima Batı’dan aktarmacı bir konumda kalacağız.
Bu şizofrenik halin modern Türkiye’de de gittikçe yoğunlaştığı, eğitim, bilim ve felsefe gibi insani etkinliklerin İslamileştirilmeye çalışıldığı, kimileri görmezden gelse de, bu sürecin derinden işlediği bir gerçektir.
Bu kısır İslamileştirme tartışmalarından uzaklaşarak, artık kültürel ve bireysel şizofreniden kurtulmak, laik temelde bilgi ve değer üretmek zamanımız gelmedi mi?
Batı’nın daha 12. yüzyıllardan itibaren kavramaya başladığı, tanrı odaklı bir dünyanın olmadığı, insanın dünyasında her şeyin insan odaklı olduğunu anlamamızın zamanı gelip geçmedi mi?
Şizofreniden kurtulmak için, kutsalı da insanın kendisinin yarattığını görmek, kendi yarattığı algının mahkûmu olmaktan onu kurtarmak gerekmiyor mu?
Ne dersiniz?