Aşağıdaki kısa derleme, felsefi düşünce ve edebiyat tarihinde iz bırakmış kimi isimlerin ölüm üzerine kaleme aldıkları yazılardan oluşuyor. Ölüm konusunda dinsel inançlarla karşılaştırıldığında farklı, hümanist diye tanımlayabileceğimiz bir kavrayışa sahip olan bu parçaların tümü yakında Dipnot Yayınları tarafından yayımlanacak olan Konfüçyüs’ten Richard Dawkins’e Seçme Metinlerle Hümanizm Kitabı adlı çeviri eserden (haz. Margaret Knight ve James Herrick) alınmıştır.
Epikuros (MÖ 342-270)
Ölüm
“Ölümün bizim için bir şey ifade etmediği inancına alışmak… Çünkü bütün iyi ve kötü şeyler duyularla algılanır, ölüm de [tam bir] duyu yoksunluğu demektir. Dolayısıyla ölümün bizim için hiçbir şey ifade etmediği yönündeki o doğru anlayış fani ömrümüzü daha çekilir kılar, ölümlülüğe sonsuz bir süre kattığı için değil, ölümsüzlük arzusunu ortadan kaldırdığı için. Çünkü ölümün korkunç bir şey olmadığını kavramış bir insan için yaşamda korkunç olan hiçbir şey yoktur.” (Menoeceus’a Mektup, 124-125)
“Başka her şeye karşı kendimizi sağlama almak mümkündür, ama ölüm karşısında hepimiz savunmasız bir kentte yaşıyoruz.” (Fragmanlar, 31)
Ölüm üzerine
“Ağaçlar havada, bulutlar denizin dibinde var olamaz, tıpkı balıkların toprakta yaşayamayacağı, kanın bitkide, özsuyun da taşta akmayacağı gibi. Doğadaki her şeye varolması ve büyümesi için belli bir yer ayrılmıştır. Bu nedenle ruh beden olmadan ya da kas ve kandan ayrı olarak tek başına ortaya çıkmaz. (…) Dolayısıyla beden yok olduğunda ona nüfuz etmiş ruhun da öldüğünü kabul etmelisiniz. Ölümlü bir nesneyi ölümsüz bir nesneyle birleştirmek ve bunların uyum ve karşılıklı etkileşim içerisinde işleyebileceklerini düşünmek düpedüz saçmalıktır. Ölümlü bir nesne ile ölümsüz ve sonsuz bir şeyin bir araya gelip bir bileşik oluşturmasından ve etraflarında kopan fırtınaları birlikte göğüslemelerinden daha uyumsuz, daha itici, daha tutarsız ne olabilir?
“Bütün bunlar bizi şu sonuca götürür: Ölüm bizim için hiçbir şeydir, bizi ilgilendirmez çünkü zihnimiz ölümlüdür. Eskiden Kartaca orduları her taraftan savaşa akın ettiğinde -savaşın sarsıcı dehşetiyle sersemleyen tüm yeryüzü, gök kubbenin altında derinden sarsıldığında ve insan soyunun kara ve denizdeki imparatorluğu bir denge içerisinde bir uçtan diğerine titrediğinde– hiçbir tedirginlik hissetmezdik. Dolayısıyla, bizden geriye artık hiçbir şey kalmayacağı zaman -bizi meydana getiren beden-ruh birliği bozulduğunda- bir hiç olacak bizler için artık hiçbir tehlike söz konusu olmayacaktır. Yeryüzü denizle, deniz de gökyüzüyle kaynaşsa bile hiçbir şey duyularımızı harekete geçiremeyecektir. (…)
“Gelecekte bizi sancı ve ıstırap bekliyorsa, öyle bir zaman geldiğinde bunu deneyimlemek için benliğin var olması gerekir. Ama bizi bu yazgıdan kurtaracak olan ölümdür, bu sıkıntılara maruz kalmış olabilecek benliğin varoluşunu yadsıyan ölüm. Bu nedenle, ölümden korkmamızı gerektirecek bir şey olmadığından emin olabilirsiniz. Artık var olmayan biri acı çekemez, kişinin fani ömrü ölümsüz ölüm tarafından gasp edildiğinde doğmamış birinden hiçbir farkı kalmaz. (…)
“Yeniye yol açmak için eski her zaman bir kenara itilir; bir şey bir başkasının yıkıntıları üzerine bina edilir. Herkesi bekleyen karanlık bir cehennem çukuru yoktur. Sonraki kuşakların ortaya çıkabilmesi için maddeye gereksinim vardır; onlar da ömürlerini tamamladıktan sonra sizin ardınızdan geleceklerdir. Geçmiş kuşaklar sizin geçtiğiniz yoldan geçtiler, gelecek kuşaklar da aynısını yapacaklardır. Böylece her şey hiç kesintiye uğramadan bir diğer şeyden doğup duracaktır. Hayat kimseye mülk olarak verilmez, herkes kiracıdır onda. Biz doğmadan önce geçip giden sonsuzluğa dönüp bir bakın ve bunun bizim için ne kadar önemsiz olduğunu görün. Doğanın bize tuttuğu aynadır bu, biz öldükten sonra geçip gidecek olan zamanı görebileceğimiz bir ayna. En derin uykudan bile daha dinlendirici olmayan bir şeyin görüntüsünden daha dehşet verici, daha iç karartıcı ne olabilir ki?” (De Rerum Natura / Evrenin Yapısı Üzerine, III. Kitap)
Hastalık ve ölüm üzerine düşünceler
“Hastalığım uzun bir mola vermişti ama geçenlerde aniden nüksetti gene. (…) Rahatsızlığımı niçin Yunanca ismiyle (astım) anmak gerektiğini bilmiyorum; çünkü ‘nefes darlığı’ ibaresi onu doğru bir biçimde tanımlamak için yeterli. Astım nöbeti çok kısa sürüyor, denizdeki fırtına gibi; çoğun bir saat içerisinde sona eriyor. Gerçekte kim uzun bir süreyi kapsayacak şekilde son nefesini verebilir ki? İnsan bedenine musallat olan bütün marazları ve tehlikeleri yaşadım ben; ama hiçbiri bana bu hastalıktan daha fazla sıkıntı vermedi. Bu da son derece doğal çünkü başka her şey hastalık diye adlandırılabilir, ama bu kendini sürekli yineleyen bir ‘son nefes’ sanki. Bu yüzden hekimler onu ‘ölümün ön alıştırması’ diye anıyorlar. Çünkü o nefes sık sık denediği şeyi yapmayı başaracak bir gün. Bu mektubu astım krizini atlattığım için neşeli bir ruh haliyle yazdığımı mı sanıyorsunuz? İnsanın bu şekilde sağlığını tekrar kazanmasından mutluluk duyması saçma olur; bu, bir davada, suçlanan tarafın duruşmayı ileri bir tarihe erteletmeyi başardığında davayı kazanmışçasına sevinmesine benzer. Ama yine de, soluk alıp vermekte zorlanırken neşeli ve cüretkar düşüncelere sığınmaktan bir an bile geri durmadım.
“‘Ölüm beni niçin bu denli sık sınıyor?’ diye soruyorum kendime. ‘Varsın sınasın; ben ölümü zaten uzun süre sınadım.’ ‘Ne zaman?’ diye soracaksınız. Ben doğmadan önce. Ölüm var olmamaktır; ben de bunun ne anlama geldiğini zaten biliyorum. Benden önce olup biten beden sonra da olup bitecek. Ölümde herhangi bir acı varsa, geçmişte, biz gün ışığına çıkmadan önce de böyle bir acı yaşanmış olmalı. Ama işin doğrusu o zamanlar hiçbir rahatsızlık hissetmiyorduk. Şimdi sorarım size, bir lambanın söndükten sonraki halinin, yanmadan önceki halinden daha kötü olduğuna inanan birinin su katılmamış bir aptal olduğunu söylemez misiniz? Biz insanlar da yanarız ve söneriz; bu ikisinin arasında acı çektiğimiz bir dönem vardır, ama bu dönemin öncesi ve sonrasında ise derin bir huzur.” (Epistulae Morales, LIV)
Ötenazi
“Bilgelik iddiasında bulunacak kadar ileri giden ama yine de kişinin, kendi hayatına kast etmemesi gerektiğini savunan, kendi hayatına kendi elleriyle son vermesini lanetli bir edim olarak gören insanlara rastlayabilirsiniz; bu insanlar beklememiz gerektiğini söylerler, ta ki doğa kendi hükmünü kendisi icra edene dek. Fakat böyle konuşan biri özgürlüğe giden yolun önünü kapattığını görmemektedir. Ebedi yasanın şimdiye dek emrettiği en iyi şey, tek bir yerden içine girdiğimiz hayattan çıkmak için bize birden fazla imkân vermesidir. Bir hastalığın pençesinde ya da zalim bir adamın elinde kıvranmam şart mı, tüm bu eziyet ve işkenceden kaçıp kurtulma imkânım varken? Yaşamdan yakınmamamızın bir nedeni de budur: kimse yaşamın hükmüne karşı gelemez. İnsanlık iyi bir konumdadır çünkü insanın mutsuz olması kendi hatasının bir sonucudur. Bu kadar çok istiyorsanız yaşayın elbet; ama istemiyorsanız, geldiğiniz yere geri dönebilirsiniz.” (A.g.e., LXX)
Ötenazi
“Ama şu temel şeyi unutmayın: Kapı açık. Çocuklardan daha korkak davranmayın, onlar ki oynadıkları oyundan artık bir haz almadıklarında ‘Sayım suyum yok, oynamıyorum’ derler; siz de aynı durumda öyle yapın, ‘Artık oynamıyorum’ deyin ve çekip gidin; ama kalacaksanız da halinizden şikâyet etmeyin.” (Konuşmalar, XXIV, 4)
Marcus Aurelius Antoninus (MS 121-180)
Ölüm
“Büyük İskender ile seyisi ölümde eşitlendiler çünkü onlar ya evrenin yaşam veren ilkelerinin aynısına maruz kaldılar ya da aralarında bir fark olmaksızın atomlar halinde çözülüp dağıldılar.” (Düşünceler, VI, 24)
“Bir süre daha geçecek ve sonrasında varlığınız sona erecek ve siz hiçbir yerde olmayacaksınız, ne şu an gördüğünüz şeyler var olacak ne de şu an hayatta olanlardan herhangi biri. Her şey değişir, dönüşür ve ölür: Doğanın yasasıdır bu. Ve böylece sırası gelince farklı farklı şeyler vücut bulur.” (A.g.e., XI, 1, 21)
Hume’un ölümü
“Saygıdeğer Efendim,
“Size, artık aramızda olmayan mükemmel dostumuz Bay Hume’un son hastalığı sırasındaki davranışları hakkında bir şeyler yazmak için masaya oturduğum şu an, hüzünle karışık bir sevinç duyuyorum. (…)
“Edinburgh’a çok daha zayıflamış olarak dönmüş olmasına rağmen neşesinden hiçbir şey kaybetmemişti; her zamanki işlerine dalarak kendini oyalamaya devam etti: eserlerinin yeni basımları için bazı düzeltmeler yaptı, eğlenceli kitaplar okudu, dostlarıyla sohbet etti ve bazı geceler de iskambil partisi düzenledi (en sevdiği kâğıt oyunu). Neşesi o denli yerinde, sözü sohbeti şakaları o denli olağan bir akış içerisindeydi ki, sağlığının çok kötü olduğunu gösteren tüm belirtilere rağmen, pek çok kişi onun ölmek üzere olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu. Bir gün Doktor Dundas ona, ‘Dostunuz Albay Edmondstone’a sizi çok daha iyi gördüğümü, giderek iyileşmekte olduğunuzu söyleyeceğim’ dediğinde, ‘Doktor,’ diye karşılık verdi Hume, ‘gerçeğe aykırı bir şey söylemeyi tercih etmeyeceğinize inandığım için ona, düşmanlarımın (varsa tabii) dileğine uygun şekilde hızlı, dostlarımınsa arzusuna uygun şekilde kolayca ve neşe içerisinde öleceğimi söyleseniz daha iyi olur. (…)’
“(Son ziyaretimde) ona, kendisini ne kadar zayıflamış görsem de neşesinin hâlâ yerinde olduğunu, yaşama ruhunun onda hâlâ capcanlı göründüğünü, bu duruma bakıp az da olsa umutlanmaktan kendimi alamadığımı söyledim. Bana şöyle cevap verdi: ‘Umudunuz yersiz. (…) Akşam yatağıma yattığımda kendimi sabah kalktığımdan daha güçsüz hissediyorum; sabah kalktığımda ise akşam yattığımdan daha zayıf. Üstelik bazı hayati organlarımın iflas ettiğinin farkındayım, bu yüzden ölümüm yakın.’ ‘Pekâlâ,’ dedim ben de, ‘durum anlattığınız gibiyse, geride, en azından bütün dostlarınızı, özellikle de erkek kardeşinizin ailesini büyük bir gönenç içinde bırakmış olmanın mutluluğunu yaşıyorsunuzdur.’ Bu doygunluğu öylesine derinden hissediyormuş ki, anlattığına göre, birkaç gün önce Lucian’ın Ölülerin Diyalogları’nı okurken, Kharon’un sandalına hemen binmemek için öne sürülen bahanelerin sıralandığı yere gelince bunlardan hiçbirinin kendisine uymadığını görmüş: ne bitirmesi gereken bir evi ne geçindirmesi gereken bir kızı ne de intikam almak istediği bir düşmanı varmış. ‘Bana birazcık daha süre tanımasını sağlayabilmek için Kharon’a nasıl bir gerekçe sunabileceğimi düşündüm hemen, ama aklıma pek de bir şey gelmedi. (…)’ dedi. Dostumuz sonra, Kharon’un aklını çelebileceğini düşündüğü bazı şaka yollu bahaneler sıraladı, ardından da Kharon’un kendi karakterine uygun şekilde bunlara ne gibi ters cevaplar vereceğini tasavvur ederek kendini eğlendirdi. ‘Biraz daha kafa yorunca,’ dedi, ‘ona şöyle diyebileceğimi düşündüm: ‘Saygıdeğer Kharon, eserlerimin yeni basımları için bir süredir düzeltmeler yapıyorum. Bana biraz daha süre ver; ver ki okurların bu değişiklikleri nasıl karşıladığını görebileyim.’ Ama Kharon’un cevabı şöyle olur: ‘Düzelttiğin yerlerin nasıl karşılandığını gördükten sonra başka değişiklikler de yapacaksın. Bu tür bahanelerin bir türlü sonu gelmez; bu yüzden, değerli dostum, lütfen kayığa bin.’ Ben yine de diretirim belki: ‘Biraz sabırlı ol, saygıdeğer Kharon, ben epeydir halkın gözünü açmaya çalışıyorum. Birkaç yıl daha yaşarsam kör inançların egemenliğinin çöküşünü görür, bunun mutluluğunu yaşarım.’ Ama bu sözüm üzerine Kharon artık kendini tutamaz, nezaketi bir yana bırakıp şöyle konuşur: ‘Seni aylak kerata, böyle bir şeyin gerçekleşmesi için kim bilir kaç yüzyıl geçecek. Sana bu kadar uzun bir süre tanıyacağımı mı sanıyorsun? Atla kayığa, hemen şimdi! Seni tembel, aylak herif!’
“Fakat Bay Hume, yaklaşan ölümünden büyük bir neşeyle bahsetse de yüce gönüllülüğünü gözümüze sokmaya hiç çalışmadı. Sohbet kendi doğal seyrinde bu konuya gelinceye dek ölüme dair tek laf etmedi ve hiçbir zaman da sohbetin akışının gerektirdiğinden daha uzun süre ölüm konusu üzerinde durmadı. (…)”
[Adam Smith, sonrasında, Hume’un ölüm haberini nasıl aldığını anlatır.]
“Felsefi görüşleri hakkında insanların farklı hükümler vereceği kesin olan, ancak karakteri ve davranışları hakkında neredeyse hiçbir görüş farklılığı bulunmayan mükemmel ve asla unutulmayacak bir dostumuzu kaybettik böylece. (…) Doğasının aşırı yumuşaklığı ne sağlam zihnini zayıflattı ne de ona kararlarından geri adım attırdı. Her zamanki hoşluğu, incelik ve alçakgönüllülükle harmanlanmış iyi mizacının ve gelişmiş mizah duygusunun (başka insanlarda ince zekâ diye adlandırılan şeyin çoğu zaman nahoş kaynağı olan kötü huyluluğa dair en ufak bir belirtisi bile göstermeksizin) gerçek anlamda dışa yansımış haliydi. (…) Toplumda çok güzel karşılanan, ama çoğu zaman uçarı ve yüzeysel niteliklerin eşlik ettiği bu neşeli mizaç, onda kesinlikle çok ciddi bir uygulama, çok kapsamlı bir öğrenme çabası ve çok büyük bir düşünce derinliğiyle birlikte boy gösteriyordu. (…) Ezcümle, onun her zaman, yaşadığı dönemde de, öldükten sonra da, belki de insanın kırılganlığının izin vereceği ölçüde, tam bir bilge ve erdemli insan fikrine yaklaştığını düşünmüşümdür.” (William Strahan’a Mektup, 1776.)
Hepten ölmek
“Hepten ölmek için kişinin unutması yetmez, unutulması da gerekir; unutulmayan kişi ölmemiştir. Bu, non omnis moria (Lat.: Ben bütün bütün ölmeyeceğim. -ç.n.) kadar eski, hatta çok daha eskidir; fakat çok az insan bunun farkındadır.”
Yaşam ve ölüm
“Gençken hayattaki tek kesin şey bir gün mutlaka ölecek olmamdır diye düşünürdüm. Şimdiyse hayattaki tek kesin şey ölüm diye bir şeyin olmamasıdır diye düşünüyorum.”
Ölümü yenmek
“Bir insanı kendi ölümü kadar hem çok fazla hem de çok az etkileyen başka bir şey yoktur. Bu öyle bir durumdur ki, ölümün gerçekleşecek olması, ölümün kendisinden daha önemlidir; bu da ölen kişi için önemli olamaz, çünkü Ölüm insanlara zarar vereceğim derken kendi boğazını keser. Nasıl ki arı sadece bir kez sokar ve sonrasında hemen ölürse, Ölüm de zaten ölü biri için ölüdür. Ölüm kanatlarını çırparken brutum fulmen (Lat.: Kuru gürültü (boş tehdit, hükümsüz söz anlamında) -ç.n) söz konusudur ama insan yaşamaya devam eder, belki korkmuştur ama bir zarar görmemiştir; acı ve hastalıklar onu hırpalayabilir ama Ölüm gelip kapıyı çaldığında hem insan hem de Ölüm duyuların ötesindedir artık. Ölüm her insanla yeniden doğmaktadır sanki; Ölüm ile insan, biri diğerine bir kol boyu mesafede bulunduğu sürece birbirlerini kollarlar, fakat kucaklaştıkları anda ikisinin de işi bitik demektir.” (Notebooks, 1912)
Ölüm korkusu
“Korku, insan yaşamında pek çok şeyin olduğu gibi dinsel dogmanın da temelidir. Tek bir insandan ya da toplu haldeki insanlardan duyulan korku toplumsal yaşamımızın büyük bir bölümünü güdümler; fakat din dogmasına yol açan şey doğadan duyulan korkudur. Ruh-madde karşıtlığı, görmüş olduğumuz gibi, az çok yanıltıcıdır; ama daha önemli olan bir başka karşıtlık daha vardır -arzularımızın etkilediği şeyler ile pek de etkileyemediği şeyler arasında. Bu ikisi arasındaki çizgi keskin de değildir, değişmez de -bilim ilerledikçe giderek daha fazla şey insanlığın denetimi altına girmektedir. Yine de her iki tarafta da mutlak surette kalan şeyler vardır. Bunlar arasında dünyamıza ilişkin bütün büyük olgular, astronomi biliminin ele aldığı türden olgular yer almaktadır. Biz ancak Yer’in yüzeyinde ya da yüzeyine yakın yerlerde cereyan eden olguları (bir dereceye kadar) kendi arzularımıza cevap verecek şekilde bir kalıba dökebiliriz. Ama Yer’in yüzeyinde bile gücümüz oldukça sınırlıdır. Her şeyden öte, erteleyebilsek bile ölümü engelleyemeyiz.
“Din bu karşıtlığın üstesinden gelmeye yönelik bir girişimdir. Dünya Tanrı’nın denetimi altındaysa ve Tanrı da dua yoluyla harekete geçirilebiliyorsa, bu mutlak kudrette bizler de pay sahibiyiz demektir. Eski zamanlarda duaya cevaben mucizeler gerçekleşirdi; mucizeler Katolik Kilisesinde hâlâ gerçekleşiyor, ama Protestanlar bu gücü yitirdiler. Ne ki mucizeleri ortadan kaldırmak mümkündür çünkü Tanrı, doğa yasaların işleyişinin olası en iyi sonuçları doğuracağını emretmiştir. Dolayısıyla Tanrı’ya inanmak doğal dünyayı insanileştirmeye ve insanları fiziksel güçlerin gerçekte onların müttefiki olduklarına ikna etmeye hizmet etmektedir hâlâ. Benzer şekilde, ölümsüzlük de ölüm korkusunu yok etmektedir. Öldüklerinde sonsuzca süren bir mutluluğu tevarüs edeceklerine inanan insanların, ölümü dehşete kapılmadan karşılamaları beklenebilir; gelgelelim, tıp adamları için neyse ki bu her zaman gerçekleşen bir olay değildir. Ama bu inanç, yine de, insanların korkularını tamamen gideremese bile bir parça yatıştırır.
“Din, kaynağını dehşetten aldığı için, bazı korku türlerini yüceltmiş, insanların bunları utanılacak bir şey olarak görmemelerini sağlamıştır. Bununla da insanlığa büyük bir kötülük yapmıştır çünkü her türlü korku kötüdür. Ben, öldükten sonra bedenimin çürüyüp dağılacağına ve egomdan geriye hiçbir şey kalmayacağına inanıyorum. Genç değilim, hayatı seviyorum. Ama yok olup gitme düşüncesi karşısında korkudan tir tir titremeyi kendime yakıştıramam. Mutluluk, eninde sonunda biteceği için daha az gerçek mutluluk değildir; düşünmek ve sevmek de sonsuz olmadıkları için değerlerini yitirmezler. İdam sehpasına gururla, başı dik çıkan pek çok insan vardır tarihte; aynı gurur elbette bize insanın dünyadaki yeri hakkında doğru düşünmeyi de öğretmelidir. Bilimin önümüze açtığı pencereler, kapalı mekânda geleneksel mitlerin rahatlatıcı sıcaklığına alışmış olan bizleri ilk başta ürpertse bile, sonunda içeriye dolan temiz hava ortama bir canlılık getirir ve o büyük mekanlar kendine özgü bir ihtişama sahip olurlar.” (What I Believe (1925), yeniden basım: Why I am Not a Christian and Other Essays içinde, 1957)