Ender Helvacıoğlu
Egemenlik kavramının içeriği ve egemenliğin kaynağı meselesi tarih boyunca tartışılmış. Modernite öncesi düşünürlerde -uygulamada farklılıklar olsa da- ortak görüş, egemenliğin kaynağının tanrısal (ilahi) olduğu. Modernite ile birlikte egemenlik kavramı seküler bir biçimde tartışılmaya başlanmış. Egemenliğin kaynağını göklerden yere indiren ve ona seküler bir nitelik kazandıran ilk düşünürün Machiavelli olduğu söylenir. Daha sonra Jean Bodin, Hobbes, Rousseau gibi düşünürlerin giderek gelişen egemenlik kuramları bulunur. “Ulusal egemenlik”, “halk egemenliği” kavramları bu düşünürlerce geliştirilir ve tartışılır. Günümüze gelirken ise “sürekli, bölünmez, mutlak” egemenlik anlayışının kırıldığını, “kuvvetler ayrılığı”, “hukukun üstünlüğü”, “hukuk devleti”, -küreselleşmeyle birlikte- “iç-dış egemenlik” gibi kavramların geliştirildiğini görüyoruz. Marx’ın ve Marksistlerin ise egemenlik kavramının “sınıfsallığı” meselesini vurguladıklarını biliyoruz. Ama egemenliğin kaynağı ve nasıl uygulanacağı meselesi sosyalizm pratiklerinin de -henüz çözüme kavuşturulamayan- temel tartışmalarından biri olmuştur.
Kısacası, egemenliğin ne olduğu, egemenliğin kaynağı ve sınırları, egemenliğin nasıl uygulanacağı meseleleri hâlâ tartışılan ve politik mücadelelerin gündemi olan sıcak bir konu. Özellikle Türkiye’de… “Anayasa’nın değişmez maddeleri olmalı mı?”, “Madem egemenlik kayıtsız şartsız milletindir (veya halkındır), millet veya halk isterse şeriat gelebilir mi?”, “Millet (veya halk) egemenliğinin tecelli etmesi için seçimler yeterli mi?”, “Benim oyumla dağdaki çobanın oyu nasıl bir olabilir?” vb. tartışmalar hep bu konuyla ilgilidir. “İki ucu kirli” veya “bıçak sırtı” tartışmalardır bunlar (Öte yandan Türkiye’de iktidar katlarında dahi, egemenliğin kaynağının tanrısal olduğu anlayışına geri dönen etkili akımlar olduğu da biliniyor). Türkiye’de karşı devrimin (veya en azından rejim değişikliğinin) seçimler ve referandumlar yoluyla (yani halka sorarak!) gerçekleştiğini de unutmayalım. İtalya’da faşizm, Almanya’da Nazizm de bu yolla, yani “halk rızasıyla” gelmişti. Acaba halk veya millet egemenliği yerine “aklın egemenliği” gibi bir kavram mı geliştirilmeli? Ama bu akıl kimin aklı olacaktır; akıl, insan/toplum üstü bir idea mıdır; sınıfsal değil midir? (Marx, Hegel’i ve Fransız doktrinercilerini eleştirirken onların “halkın egemenliğine” karşı “aklın egemenliğini” savunduklarına vurgu yapar). Devrimci Kemalistler “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” dediler. Ama Demokrat Parti de “Yeter, söz milletindir” demişti. Bugün postmodernistler de “akıl”a karşı “halk”ı çıkarmıyorlar mı? Dünyada ve Türkiye’de her türden gericilik “halkın seçimi” bahanesiyle uygulamaya geçmiyor mu?
Velhasıl günümüzde egemenliğin kaynağı tartışmasının “cılkının çıktığını” söyleyebiliriz. Demek ki burjuva modernitesinin (demokrasisinin) çerçevesi bu sorunu çözmekte yetersiz kalıyor.
***
Aslında Marksist öğreti (Tarihsel Materyalizm) meseleyi kuramsal olarak çözmüştür: Egemenlik ilişkileri tasfiye edildiği zaman, “egemenliğin kaynağı” sorunu da ortadan kalkar. Sosyalizmin ileri aşamalarında sınıflılığın ve devletliliğin sönmesi, sömüren-sömürülen, ezen-ezilen, yöneten-yönetilen ilişkilerinin ortadan kalkması ile birlikte egemenliğe ihtiyaç duymayan bir toplum oluşacaktır; en azından insan-insan ilişkileri çerçevesinde. Marx ve Engels bu ideal topluma “komünizm/komünist toplum” demişler. Ama bu kadarı “ütopik” bir düzeyde kalıyor ve Marx öncesi (hatta çok öncesi) bazı düşünürlerde de benzer ütopik yaklaşımlar var.
Elbette Marx ve Engels, bilimsel düşünce ve yöntemden bir milim sapmayan gerçekçi biliminsanları; bir ütopyacı veya fütürist değiller. Sosyalizm ve komünizmin nasıl bir toplum olduğuna ilişkin -çok genel ifadeler dışında- ayrıntıya giren herhangi bir fikir ortaya atmamışlar. 1848 devrimlerinden ve 1871 Paris Komünü pratiğinden çıkardıkları derslerle “burjuva devletini ele geçirip devralmanın yetmeyeceğini bu mekanizmayı parçalamak gerektiğini” belirterek “proletarya diktatörlüğü” kavramını geliştirmişler. Birlikte kaleme aldıkları Alman İşçi Partisi’nin programının tartışıldığı “Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi” adlı kitapta ise şöyle bir kuramsal tartışma yapıyorlar: Komünist toplumun ilk aşamalarında henüz eski kapitalist toplumun kalıntıları sürer; örneğin “eşit hak” ilkesi hâlâ burjuva sınırlar içinde kalmaktadır. Ancak daha yüksek aşamalarda, kolektif zenginlik kaynakları bollaştığında “herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre” komünist ilkesi geçerli olacaktır. (K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev. M. Kabagil, Sol Yayınları, ikinci baskı, Kasım 1969, s.29-31)
Marx ve Engels, bu çok genel iktisadi ilke ve “proletarya diktatörlüğü” genel kavramı dışında sosyalizmde egemenlik ve egemenliğin nasıl kullanılacağı konusuna pek girmezler. Onların esas ilgi alanları kapitalizm analizi ve sosyalist devrim modelleri üzerinedir. Bu konu 20. yüzyılın geniş sosyalizm pratiklerinde (Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti) ister istemez gündeme gelir ve yoğun tartışmalar yaşanır.
Lenin de “Devlet ve Devrim” adlı kitabında devletin sönmesine ilişkin yaptığı kuramsal tartışma dışında sosyalist toplumun özellikleri konusuna fazlaca girmemiştir; çünkü 1924 yılında ölmüş, dolayısıyla bir sosyalist inşa pratiği yaşayamamıştır. Lenin sonrası Sovyet pratiğinde ve esas olarak Çin sosyalist pratiğinde ise egemenliğin kaynağı ve nasıl uygulanacağı konusu tüm yakıcılığıyla gündemdedir.
Sovyetlerdeki resmi görüş, egemenliğin kaynağının başta işçi sınıfı olmak üzere emekçiler olduğu, işçi sınıfının kendisiyle birlikte tüm sınıfları ve egemenlik ilişkilerini ortadan kaldıracağı, bu süreçte işçi sınıfının egemenliğini işçi sınıfı partisi aracılığıyla gerçekleştireceği biçimindedir. Kuramsal olarak güzel, ama zurnanın zırt dediği yer işte bu “parti aracılığıyla” ifadesidir. Parti (parti yönetimi) giderek “egemenliğin aracı” olmaktan çıkar, bizzat “egemen” olur; sonra da olanlar olur. Bu, nasıl engellenecektir? Mao Zedung, gerek Sovyetlerdeki yozlaşmayı gerekse Çin’de yaşanan sorunları dikkate alarak, sosyalizm aşamasının kapitalizm-sosyalizm çelişmesinin hâlâ sürdüğü uzun bir süreç olduğu, sınıf mücadelesinin devam ettiği, tehlikenin bizzat parti içindeki kapitalist yolculardan geleceği, dolayısıyla egemenliğin (gerektiğinde bizzat komünist partiye karşı) tekrar ve tekrar emekçi sınıflar tarafından fethedilmesi gerektiği biçimindeki kuramını geliştirir; “Kültür Devrimi” bu kuramın uygulamasıdır. Deng ve sonrası Çinli yöneticiler bu kuramı ve kültür devrimi pratiğini eleştirdiler ve reddettiler. Sonucun ne olacağını yaşayıp göreceğiz.
Neyse, uzatmayalım; çünkü bu konular bir köşe yazısı boyutlarını fersah fersah aşar ve başka mecralarda çok sayıda yazı yazıp tartışmalar yaptık zaten.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, egemenliğin kaynağı ve pratikte nasıl kullanılacağı meselesi, insanlığın henüz çözemediği ve geleceğe ötelediği bir sorundur. Fakat farklı durumlarda ve biçimlerde güncel olarak da sık sık karşımıza çıkmaktadır.
Konunun bu hengamede afaki gibi gelebilecek, ama hiç de öyle olmayan ve yakıcı olarak gündeme girme olasılığı bulunan bir boyutu daha var: İnsan-doğa ilişkisinde egemenlik kavramı.
***
İnsanoğlu, özellikle uygarlık ile birlikte “doğaya egemenlik” yanılgısından mustarip. Modernite ve bilimsel devrimlerle gelen doğa yasalarının keşfi de doğaya karşı zafer ve doğaya egemenlik olarak anlaşılmış. Peki, insanın doğa karşısındaki egemenliğinin kaynağı ne? İnsan bu “egemenlik hakkını” nereden alıyor? Elbette doğanın ve tüm evrenin insanlara “Tanrı’nın bir lütfu” olduğunu vazeden modernite öncesi düşünce biçimlerini bir kenara koyuyoruz artık; seküler bir çerçevede tartıştığımızı varsayıyoruz. Bu sorunun seküler yanıtı “bilim ve teknolojimiz” (daha genel çerçevede “aklımız”) olabilir ancak. Geliştirdiğimiz bilim ve teknoloji sayesinde doğaya karşı zaferler kazanmakta ve ona egemen olmaktayız. İşte uygarlık yanılgısının modernite dönemindeki devamı da budur ve en az modernite öncesindeki yaklaşımlar kadar idealist ve kutsallaştırmacı bir nitelik taşır.
Oysa yavaş yavaş anlamaktayız ki durum tam tersidir. Doğa yasalarının keşfi ve bilimsel devrimler, insanın doğaya egemenliğinin değil uyumunun araçlarını sunar bize. Yakın zamandan bir örnek verelim: Tüm dünyaya yayılan, yaşamımızı ve sistemimizi sarsan Kovid-19 salgını. Virüse karşı savaş verdik ve bilimimiz sayesinde geliştirdiğimiz aşılarla bu savaşı kazandık… mı? Hayır. Biz virüse uyum sağladık; aşı da bu uyumun aracıdır. Aslında doğa ile uyum yaklaşımını aşı kadar net açıklayan bir araç az bulunur. Vücudumuza ölü virüs vererek virüse karşı bağışıklık kazanıyoruz. Bu noktada aşı karşıtlarının idealist, kutsal ve evrim dışı bir insan bedeni anlayışında olduklarına da değinmeden geçmeyelim. (Bu konularda derinleşmek için herkese Şefik Alkan’ın “50 Soruda Bağışıklık” kitabını okumalarını öneriyorum, özellikle “Mikroplarla Birlikte Yaşamak” bölümünü; müthiş bir kitaptır) Doğaya egemen olunamaz; onun bir parçası olarak, onun işleyiş mekanizmalarını kavrayarak ona uyum sağlanabilir ancak, tür olarak devamımızı sağlayabilmek için.
Eğer ille de sınıflar üstü ve insan üstü bir egemenlik kaynağı arıyorsak, bu “doğa yasaları”dır. Canlı-cansız her türlü varlık gibi insanın da sınırını “doğa yasaları” belirler. Kültürel evrimimizin sınırı da doğa yasalarıdır. Dolayısıyla kaynağını nereden alırsa alsın egemenliğin sınırı da doğa yasalarıdır. Bu anlamda egemenlik mutlak olamaz. Hiçbir insan egemenliği doğa yasalarından bağımsız olamaz. Hiçbir insanî egemen, yerçekimi yasasını veya evrimi tanımıyorum diyemez. Derse, “doğal” olmaktan çıkar.
Kısacası egemenliğin kaynağı ilk olarak “doğal” olmalıdır. En temel sınır budur; doğa yasalarının koyduğu sınır… Tanrı’nın bile egemenliğini oluşturmak için aracılara ihtiyacı var (peygamberler ve dinler). Doğanın ise herhangi bir aracıya ihtiyacı yok; o zaten doğal olarak egemen.
Egemenlik kayıtsız şartsız doğa yasalarınındır; bunu kavrayalım, sonrasını insanlar olarak kendi aramızda tartışalım. İnsanoğlunun geliştirdiği en doğal, dolayısıyla insan-insan ilişkilerindeki egemenliğin kaynağı meselesinde çıkış noktamızı oluşturan ve en ufuk açıcı kavramın “emek” olduğunu da unutmadan…
Yeni bir modernite atılımı yapacaksa, yeni bir uygarlık tarzı geliştirecekse insanlık, yaşanmış modernite ve sosyalizm pratiklerinin açık bıraktığı bu iki konuda, yani insanın ve toplumun kendi pratiği içinde dönüşümü meselesi ile insan-doğa uyumu meselesi konusunda yeni çözümlemeler üretmeli.
Egemenliğin kaynağını daha radikal biçimde kurutmanın yollarını bulmalı.