Ender Helvacıoğlu
Eğer halk örgütlü değilse ve siyasal önderlikten yoksunsa, teşhir -ister istemez- başka odakların gerekçelerine dönüşür.
Türkiye halkı resmen soyulmaktadır, devlet dağılmanın eşiğindedir, mafya çeteleri gerek toplumsal alanda gerekse devlet içinde at oynatmaktadır, hukuk diye bir şey kalmamıştır, Türkiye çürümektedir, bütün zenginlikleri ve doğası yağmalanmaktadır, tarım bitirilmektedir, sınırlarımız delik deşiktir, siyasal iktidar bunlara çözüm bulmak bir yana bizzat çürümenin sorumlusudur, vb., vb… Bütün bunlar doğrudur ve herkes tarafından bilinmektedir. Sıradan halk bunları televizyonlarda konuşanlardan, yazıp çizenlerden çok daha iyi biliyor, çünkü bizzat yaşıyor. Mağduru olarak veya bir parçası olarak…
Kısacası teşhir aşaması çoktan geçilmiştir. Artık güçlü bir müdahale, bir “kurtarıcı”, bir “İskender kılıcı” bekleniyor. Halk içinde “nerede bu devlet?” eğilimi güçleniyor.
Ama belki de asıl tehlike budur!
Halk o kadar bunalmış ve tazyik altındadır ki, yozlaşma ve çürüme o denli derinleşmiştir ki, insanlar o kadar çaresizdir ki, önümüzdeki dönemde irili ufaklı patlamalar yaşanması şaşırtıcı olmaz. Siyasal cinayetlerin, çeşitli kesimler arası silahlı çatışmaların, devlet içindeki çeşitli odaklar arası çatışmaların yaşanması da şaşırtıcı olmaz. Bir halk örgütlenmesinin ve politik önderliğinin bulunmadığı koşullarda teşhirin yanı sıra bu tür patlamalar ve çatışmalar da birtakım odakların gerekçelerine dönüşebilir.
12 Eylül’e giden süreçte, Türkiye halkı içinde nasıl adım adım “bu anarşi bitsin de kim gelirse gelsin” eğiliminin güçlendirildiğini biliyoruz. Derin provokasyonlar, binlerce kişinin öldüğü devrimci-faşist çatışması, sol içi bölünmeler ve ölümlü çatışmalar, aydın cinayetleri, kitlesel katliamlar 12 Eylül’e gelen sürecin taşlarını döşemiştir. Türkiye’nin sosyalistleri bu süreçten dersler çıkardı mı, emin değilim; ama çok önemli bir deneyimdir.
Yanlış anlaşılmasın, bunları “aman provokasyona gelmeyelim”, “mücadele etmeyelim”, “teşhir etmeyelim”, “sokağa çıkmayalım” düşüncesiyle yazmıyorum. Kaldı ki zaten bunlar birer olgu, ülkemizin toplumsal koşulları. İradi olarak ne yaratılabilir ne de engellenebilirler. İktidar isteyen her güç odağı bu koşulların bilincinde olarak kendi müdahale yol haritasını oluşturacaktır. Büyük burjuvazinin ve Batılı emperyalistlerin derdi ise mevcut azgın sömürü düzeninin hangi aktörlerle devam ettirilebileceğidir. Kısacası mesele bu koşullardan kim, nasıl yararlanacak meselesidir.
Mevcut iktidar veya iktidarın bir kanadı yararlanabilir. Devlet içinde örgütlü güçlü odaklardır. 2015 sonrası süreçte bunu becermişlerdi.
Devletçi, milliyetçi, ulusalcı, Atatürkçü kisvesi giymiş bazı odaklar da yararlanabilir. Hızla güçlenip bir iktidar seçeneği haline gelmeleri ihtimal dahilindedir.
CHP böylesine sert bir süreci yönetebilir mi, sandıkla yetinmeyen bir iktidar yürüyüşü başlatabilir mi, düzenin dümenine geçebileceğini kanıtlayabilir mi, göreceğiz.
“Nerede bu halk?”, -halkın örgütsüz ve öncüsüz olduğu koşullarda- tehlikeli bir slogandır. “Nerede bu devlet?” sloganı ise ondan da tehlikelidir.
Peki sosyalistler? Bizler? Bu halimizle hiçbir şansımız yok. Çünkü politika sahnesinde değiliz ve sahneye girmek için önceki bütün fırsatları da kaçırdık, kaçırıyoruz. Yeni bir atılım yaratılabilir mi? Ciddi sosyalist örgütlerin şunu düşünmesi gerekir: Ülkenin bu koşullarında güçlü bir müdahale odağı nasıl yaratılabilir? Bizim “nerede?”miz de budur. Türkiye’nin emekçi halkı onun bunun nesnesi mi olacaktır, yoksa bir özne haline gelebilir mi? Bu soruyu ciddiyetle soran ve somut bir yol haritası öneren sosyalist odak var mı? Yoksa çıtalar çok mu aşağılarda?
Türkiye’yi çatışmalı bir süreç bekliyor demek fazla iyimser bir tespit. Türkiye çatışmalı bir sürecin içerisinde. O süreci yaşıyoruz ve daha da keskinleşecek.