Ender Helvacıoğlu
Bu yazıda olası toplumsal hareketler üzerine biraz zihin jimnastiği yapalım.
Türkiye’de toplumsal patlamalar yaşanması mümkün mü? Gerek devlet-iktidar ile halk, gerekse farklı toplumsal kesimler arasındaki çelişkiler o denli keskinleşti ve iktidarıyla muhalefetiyle siyasetçiler o denli umursamaz, çapsız ve çaresizler ki, bir kıvılcımın toplumsal patlamalara yol açması mümkün görünüyor.
“Halk hareketi” değil de “toplumsal patlama” terimini özellikle kullanıyorum. Çünkü her toplumsal patlama halk hareketi değildir.
AKP iktidarı süresince yaşanan Cumhuriyet Mitingleri (2007) ve Haziran Direnişi (2013) halk hareketleriydi (cumhuriyet tarihimizin en kapsamlı halk hareketleri). Özellikle Haziran Direnişi o kadar barışçıl ve naif bir hareketti ki, benzerini Avrupa ülkelerinde bile görmek zordur. Türkiye toplumunun en modern, eğitimli ve sola açık kesimleri (Türkiye’nin aydınlık yüzü) ayağa kalkmıştı ve eylemlerdeki halk şiddeti dozu -şaşırtıcı biçimde- minimum düzeydeydi.
Bugün yaşanacak bir toplumsal hareketin benzer biçimde ve içerikte olma olasılığı sıfıra yakındır. Çünkü 2013 Türkiye’sinden çok farklı bir ülkede bulunuyoruz ve hareketlenmesi beklenen halk kesimlerinin nitelikleri de çok farklı. Cumhuriyet Mitinglerinin ve Haziran Direnişinin tabanı esas olarak -gelecek beklentisi de dahil- kaybedecek şeyleri olan ve bunları korumayı amaçlayan bir kitleydi. Bu kesim yine var ve olası bir hareketlenmede yine meydana çıkacaklardır. Ama bugün ek olarak kaybedecek fazla bir şeyi olmayan ve gelecekten fazla bir beklentisi bulunmayan geniş bir kitle de harekete dahil olacaktır. Bunlar 2013’te AKP’nin tabanını oluşturuyorlardı, iktidardan beklentileri ve çeşitli düzeylerde çıkar ilişkileri vardı ve Haziran Direnişine karşıydılar. Bugün ise iktidardan beklentilerini hızla yitiriyorlar ve toplumun en yoksul, en dip kesimlerini oluşturuyorlar (özellikle gençler). Bu kesimlerin Haziran kitlesi gibi modern ve barışçıl olmasını beklemek fazla iyimserlik olur.
Haziran Direnişi politik önderlikten yoksundu ama tarihsel birikim anlamında modernite değerlerine sahipti, bu birikim politik olmasa da bir tür önderlik rolü oynadı ve harekete içgüdüsel bir olgunluk sağladı. Günümüzün olası hareketlenmeleri de politik önderlikten -şimdilik- yoksundur ve mevcut modernite birikiminin rolünün belirleyici olup olmayacağı çok tartışmalıdır. Tüm yaşamları AKP iktidarı altında geçmiş geniş kitlelerden söz ediyoruz.
Bütün bu nedenlerle hareketlenmenin toplumsal patlamalar biçiminde yaşanma olasılığı güçlüdür. Bu kaotik ortamda -ne yazık ki- hareketlenmelerin birbirine yönelme veya gerici ve otoriter odakların tabanını oluşturma olasılığı da vardır.
Peki toplumsal patlamaların bir halk hareketine dönüştürülme olasılığı yok mudur? Elbette vardır ama olgun ve ustalıklı bir önderlik gerektirir. Zihin jimnastiğimizi bu alanda yoğunlaştıralım.
***
Öncelikle şu “toplumsal çürüme” teorisini sorgulamak gerekir. Toplumun çürümesinin kaynağı nedir? Veya daha ileri gidip şöyle soralım: Çürüyen toplum mudur?
Toplumsal mücadelenin çürümemişlerle çürümüşler arasındaki bir mücadeleye indirgenmesi ve böyle kurgulanması büyük bir tuzaktır. Bir araya getirilmesi gereken halk kesimlerini böler, birbirine karşı kışkırtır ve asıl çürümüşlük kaynağının perdelenmesine yol açar.
Günümüz Türkiye toplumunun önündeki tehlikeyi tanımlarken “çürüme” sözcüğü yerine “dağılma” sözcüğünü yeğliyorum. Çünkü ilki sorumluluğu topluma (yani nesnelliğe) yükleyip hedefi bulanıklaştırırken ve çözümü olanaksızlaştırırken, ikincisi gerçek sorumluları yani toplumun dağılmasını engelleme yükümlülüğü altında bulunan iktidarı işaret ediyor. Bir çürümeden söz edilecekse, çürüyen en başta mevcut devlet ve iktidardır. Çünkü onlar çürütenlerdir, çürümenin kaynağıdırlar.
Olumsuzlukların sorumluluğunu topluma ve halka yüklemek bir küçük burjuva yaklaşımıdır ve sonuç itibarıyla en güçlü egemenin değirmenine su taşır. Entelektüel olanları bunu “insanlar/halk kötüdür” diye formüle ederken, sıradan olanları “idam cezası geri gelsin”, “asacaksın üç-beş tanesini meydanda, bakalım o zaman…” türü söylemlerle ifade ederler. Anlaşılabileceği gibi, ortak noktaları halk üzerinde ve halk dışında mutlak bir otoritenin gerekliliğidir.
Toplumsal patlamayı halk hareketine dönüştürebilmenin ilk koşulu çürüyenlerin çürütenlere karşı mücadelesini örgütlemektir. Çürüyenler ancak çürütenlere karşı mücadele içinde çürümekten kurtulabilirler.
Demek ki ilk mesele, çürümekten yakınan halk kesimleriyle çürümekle suçlanan halk kesimlerini bir araya getirmenin yolunu bulmaktır. Olgun ve ustalıklı önderlik derken kastettiğimiz bu. Ortak talepleri öne çıkarılabilirse (ki bu, yoksullaşmaya, işsizliğe vb. karşı mücadeledir) haklarının bilincinde olan (modernite birikimi olan) nispeten örgütlü kesimler ön alabilirler ve yeni muhalif kesimleri peşlerinden sürükleyebilirler. Yoğunlaşan işçi direnişleri, doğal zenginliklerinin talan edilmesine karşı köylü direnişleri, üretici tepkileri, üniversite öğrencilerinin eylemleri, kadın eylemliliği olumlu örneklerdir. Bu başarılamazsa hem yakınanlar hem de suçlananlar çeşitli egemen sınıf odaklarının tabanına dönüşebilirler, daha kötüsü birbirlerine karşı yönlendirilebilirler.
Yeni muhalif kesimler sola açık mıdır? “Solculuğu” ideolojik veya ahlaki anlamda tanımlarsak, çok uzaktırlar; dinsel gericiliğin ve etnik milliyetçiliğin etkisi altındadırlar. Dahası derin yoksulluk, işsizlik ve çıkışsızlık, hayatta kalmanın dışında bir değer bırakmamıştır. Fakat geniş kitleler düzleminde politika yapılırken, solculuğu ideolojik veya ahlaki anlamda tanımlamak kadar hatalı bir tutum olamaz. Ne Fransız Devrimini aydınlanmayı kavramış halk kitleleri yapmıştır ne de Ekim Devrimini sosyalizmi kavramış emekçiler (Bu tür üst düzey kavrayışlar uzun bir süreci gerektirir ve yoğun pratikler sonucunda oluşabilirler). Kitleler yakıcı sınıfsal talepler çerçevesinde bir araya gelirler. Tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir; ideolojik mücadeleler tarihi değil. Haziran kitlesinin çeşitliliğinin ve ortaklığının bize bunu kavratmış olması gerekir. Paragrafın başındaki soruyu bu bakış açısıyla ele aldığımızda farklı bir yanıt veririz. Yeni muhalif kesimler belki de herkesten daha fazla sola açıktırlar; elbette gerek şart, sınıf mücadelesi yöntemlerini kavramış olgun bir önderliktir.
***
Biraz daha somutlaştıralım.
Türkiye’de iktidar kendisi için bir ihtiyaç imal etmeye çalışıyor. Güneyimizdeki her an genişleyebilecek savaş durumu ona bir olanak sağlıyor. Ama büyük güçlerin at oynattığı bu geniş satranç tahtasında etkili bir aktör olmasına olanak yok. “Çürüme teorisi” ona bir olanak sağlayabilir; hele böyle bir muhalefetin bulunduğu koşullarda.
CHP muhalefeti ise sınıf mücadelesi düzleminde mevzilenmiyor; kendi meşrebinde ideolojik düzlemde kalıyor. Sanıyor ki, karşı tarafın ideolojisiyle (İslamcılık ve etnik milliyetçilik) uzlaşırsa, kendi deyimiyle “normalleşirse” o kesimleri kendi yanına çekecek. Oysa ideolojiler uzlaşamaz, ama benzer sınıfsal kesimlerin politik birlikteliği ve mücadele ortaklığı sağlanabilir.
Sosyalist muhalefet ise toplumsal ihtiyaç öznesi olmayı ısrarla reddediyor. Aşırı bir biçimde salt ideolojik düzlemde kalıyor. Bulaşmayın bana diyor, ben kendi pür-i pak yolumdan memnunum… Çürümenin üstüne gitmiyor, değiştirmeye çalışmıyor; çürümeden kaçıyor. Çürümenin bir toplumsal olgu olma gerçeğini ıskalıyor; dolayısıyla toplumsallığı ıskalıyor.
Bu siyaset sahnesi politik sınıfsal bir müdahaleyle yerle bir edilmeden ne çürüme engellenebilir ne de dağılma.
Çünkü asıl çürüyen mevcut siyaset sahnesidir. Toplumu çürüten de odur, dağılmayı derinleştiren de.
Bu siyaset sahnesi önünde sonunda dağılacaktır. Umarım politik önderliğe sahip bir halk hareketi tarafından dağıtılır. Ve yeniden oluşturulur.