Leman Atalay
Kuzey Afrika’da hem Akdeniz’e hem de Atlas Okyanusu’na kıyısı olan Fas, stratejik konumu ve zengin tarihiyle dikkat çeken bir ülkedir. Atlas Dağları’nın görkemli silsilesiyle Büyük Sahra Çölü’nün uçsuz bucaksız topraklarını bir araya getiren Fas, aynı zamanda Berberi, Arap ve İslam kültürlerinin harmanlandığı bir medeniyet merkezidir. Tarih boyunca farklı uygarlıkların kesişim noktası olan bu ülke, günümüzde de coğrafi konumunun sağladığı stratejik önemini korumaktadır.
Afrika’nın kuzeyinde yer alan ve adını Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) çerçevesinde sıkça duyduğumuz, sınırlarının değiştirilmek istendiği ülkelerden biri olan Fas’a dair merakım giderek arttı. Bu emperyalist projenin hedef aldığı coğrafyalardan biri olması, Fas’ı daha yakından tanıma isteğimi güçlendirdi. BOP’un temel hedefleri arasında, Kuzey Afrika’dan başlayarak 22 ülkenin -ki buna Türkiye de dâhil- sınırlarının yeniden çizilmesi bulunuyor. ABD’nin bu projede Fas’ı önemli bir merkez olarak konumlandırması, hem ülkenin stratejik önemine hem de bu coğrafyada planlanan değişimlere dair ilgimi artırdı. Bu bağlamda, bir Afrika ülkesini daha yakından tanımak benim için hem bir keşif hem de bu tür politik hamlelerin arka planını anlamaya yönelik bir gezi oldu.
Bir haftalık bu kültürel gezi turu, benim için yalnızca bir kültür gezisi olmanın ötesinde anlamlar taşıdı. Afrika, her zaman kadim bir kıta olarak ilgimi çekmiş, ancak tarih boyunca medeniyetlerinin emperyalist güçler tarafından yağmalandığına ve istila edildiğine tanıklık etmiştir. Bu süreçte Afrika halkları, yalnızca doğal zenginliklerinden değil, onurlarından ve özgürlüklerinden de mahrum bırakılmıştır. Köle pazarlarında satılan, insanlık dışı koşullarda yaşamaya zorlanan bu kadim toprakların insanları, uzun yıllar boyunca ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüştür.
İlk durağımız, Fas’ın kalbi olarak anılan, tarih ve kültürün derin izlerini taşıyan Marakeş şehriydi. Bu şehir, yalnızca gözle görülen değil, hissedilen bir enerjiyi barındırıyor. Dar sokaklarından yükselen yaşam sesleri Medina’nın eski taş duvarları arasında yankılanırken, her köşe başında karşılaştığınız manzaralar sizi bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Baharat pazarlarının yoğun kokusu, el işçiliğiyle yapılmış ürünlerin sergilendiği tezgâhlar ve sokak satıcılarının telaşı, Marakeş’e özgü bir ritim yaratıyor.
Marakeş, yalnızca mimarisi ve atmosferiyle değil, insan dokusuyla da çok katmanlı bir şehir. Medina’nın dar sokaklarında ilerlerken, yoksulluğun izlerini de görüyorsunuz.
Burada hayat, el emeği ve alın teriyle şekillenmiş. Sokaklarda seyyar satıcılık yapanlardan, atölyelerinde ince işçilikle halı dokuyanlara kadar herkes, üretimle hayata tutunuyor. Bu, bir yandan yaşamın ne kadar kırılgan olduğunu hissettirirken, diğer yandan emek ve direnişin ne kadar güçlü bir şey olduğunu fark ettiriyor.
Ekonomik yapı, turizme büyük ölçüde bağımlı görünüyor. Ancak bu, halkın geniş kesimlerinin refahını artırmaktan çok, gelir adaletsizliğini derinleştiriyor. Bir yanda lüks oteller ve zengin turistler, diğer yanda günlük yaşamını sürdürmek için mücadele eden yerel halk… Bu çelişki, Fas’ın sosyo-ekonomik yapısının bir yansıması. Geleneksel pazar yerlerindeki ticaret canlı ve renkli olsa da, bunun büyük ölçüde turizmle beslendiğini görmek mümkün.
Marakeş’te en yoğun nüfusu Araplar ve Berberiler oluşturuyor. Fas’ın genelinde olduğu gibi, şehirde de bu iki topluluk, kültürel ve sosyal yaşamın temel taşlarını oluşturuyor. Berberiler, Fas’ın yerli halkı olarak bilinir ve tarih boyunca bu bölgede yaşamışlardır. Özellikle geleneksel kırsal bölgelerde ve dağlık alanlarda güçlü bir varlıkları vardır, ancak Marakeş gibi şehirlerde de hem kültürel hem ekonomik açıdan önemli bir role sahiptirler.
Arap nüfusu ise, İslam’ın yayılmasıyla birlikte bu topraklara gelmiş ve zamanla Berberi kültürüyle harmanlanarak günümüz Fas toplumunun temelini oluşturmuştur. Bu iki topluluğun birlikteliği, Marakeş’in kimliğini de şekillendiriyor. Şehirde dolaşırken, Arap kültürünün etkisiyle İslami gelenekler ve mimariyi, Berberi kültürünün ise el sanatları, müzik ve yaşam biçimindeki derin izlerini hissedebilirsiniz. Ayrıca, şehirde az sayıda da olsa Sahra Altı Afrika’dan göç etmiş insanlarla da karşılaşmak mümkün; bu da Marakeş’in kozmopolit yapısına katkıda bulunuyor.
İkinci durağımız, Fas’ın başkenti Rabat’tı. Bu şehir, Fas’ın diğer bölgelerinden farklı olarak daha düzenli ve sakin bir yapıya sahip. Geniş bulvarları, modern mimarisi ve devlet binalarıyla Rabat, Fas’ın siyasi merkezi olma özelliğini yansıtıyor. Ancak şehrin dokusu, yalnızca modern devlet düzenini değil, aynı zamanda tarihsel ve kültürel bir mirası da barındırıyor. Eski Medina’nın dar sokaklarında tarihin izlerini sürerken, modern Rabat’ta Batı etkisini de hissetmek mümkün.
Fas, monarşiyle yönetilen bir ülke ve bu yönetim biçimi Rabat’ta en belirgin şekilde hissediliyor. Kral hem sembolik hem de icrai yetkilerle devletin merkezinde yer alıyor. Ancak monarşi, halkın geniş kesimleri için bir istikrar unsuru olarak görülse de, yönetimde ciddi eşitsizlikler ve adaletsizlikler olduğu göz ardı edilemez. Devlet mekanizması, monarşiye sadık elitler ve halk arasında derin bir uçuruma işaret ediyor. Özellikle kırsal kesimlerde ve yoksul mahallelerde bu eşitsizlik çok daha belirgin. Rabat’ta dolaşırken, şehrin genel anlamda güvenli bir yer olduğu hissediliyor. Polis ve askerlerin varlığı her köşe başında dikkat çekiyor ve bu durum hem yerli halk hem de ziyaretçiler için bir güven hissi yaratıyor. Ancak, bu güvenlik düzenine rağmen, Fas’ın sağlık sistemi ciddi aksaklıklarla boğuşuyor. Devlet hastanelerinde yetersiz ekipman, kalabalık kuyruklar ve düşük hizmet kalitesi, sağlık hizmetlerine erişimi oldukça zorlaştırıyor. Özellikle düşük gelirli kesimler için bu durum büyük bir sorun teşkil ediyor. Özel sağlık hizmetleri bir alternatif sunsa da, bu hizmetlerden yararlanabilmek ancak maddi durumu iyi olanların ulaşabileceği bir lüks olarak kalıyor.
Fas’taki eğitim sistemi, devletin denetiminde olmakla birlikte ciddi eşitsizliklerle karşı karşıya. Zorunlu eğitim, 6 ila 15 yaş arasındaki çocuklar için ücretsiz, ancak eğitim kalitesi bölgeler arasında büyük farklar gösteriyor. Eğitim dili olarak Fas’ta Arapça ve Fransızca kullanılıyor.
Fas, zengin tarihî geçmişi ve kültürel çeşitliliğiyle yemek kültüründe de derin bir mirasa sahiptir. Fas mutfağı, Arap, Berberi, Fransız ve İspanyol etkilerinin harmanlandığı, aynı zamanda bölgesel farklılıkların da belirgin olduğu bir yapıya sahiptir.
Özellikle tandır yemekleri ve kuskus, Fas mutfağının temel taşlarındandır. Tandır, etin ve sebzelerin yavaşça pişirildiği bir yemek türüdür ve sıklıkla kuzu etiyle yapılır. Kuskus ise buğday irmiğinden yapılan ve genellikle etli veya sebzeli çeşitleriyle sunulan bir yemektir.
Atlas Dağları’nın eteklerinde bir Berberi evinde yediğim tagine, bana çok tanıdık geldi. Sebzeler ve etin yavaşça piştiği bu yemek, aslında bizim güveçte pişirilen sebzeli yemeklerimize oldukça benziyor. Ancak Fas’ın taginesi, kullanılan baharatlar ve pişirme yöntemiyle kendine özgü bir tat yaratıyor.
Üçüncü durağımız İspanyolcada “Beyaz Ev” anlamına gelen Kazablanka, Fas’ın diğer şehirlerinden farklı olarak modern görüntüsüyle dikkat çekiyor. Atlas Okyanusu kıyısında, ülkenin batısında yer alan ve bir liman kenti olan bu şehir, yaklaşık 5 milyonluk nüfusuyla Fas’ın en büyük kentidir. Ancak bu modernlik, tarihin içinde derin bir sömürgecilik yarası taşır. Fas’ın genelinde hâlâ görülebilen Fransız etkisi, halkının kimliğini ve kültürünü yok sayarak, onları tahakküm altına alma politikasının sonucudur. 1907 yılında başlayan Fransız işgali, kenti 1956’daki bağımsızlık mücadelesine kadar sömürge sisteminin bir üssü hâline getirmiştir.
15. yüzyılda köy, Batı’nın yağma düzenine hizmet eden korsanların üssü olarak anılsa da, asıl trajedi, 1468 yılında Portekizli istilacıların köyü yerle bir etmesiyle başlamıştır. 1515’te Portekizliler, bu kez sömürge düzenini dayatmak amacıyla Casa Branca adında yeni bir yerleşim kurmuşlardır. Ancak halkın yaşadığı bu topraklar, hiçbir zaman sömürgecilerin toprağı olmamış, her seferinde yeniden dirilmiştir.
1755’teki büyük depremle yıkılan kent, 18. yüzyılın sonunda Sultan Sidi Muhammed bin Abdullah’ın emriyle yeniden inşa edilmiştir. Ancak yeniden inşa edilen sadece bir şehir değil, halkın kendi kaderini tayin etme iradesidir. Kazablanka’nın sokaklarında, Fas halkının sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı verdiği mücadelelerin izleri hâlâ görülmektedir.
Son olarak Hollywood’un unutulmaz klasiği Casablanca, burada çekilmemiş olmasına rağmen, filmin yarattığı etkiyle şehrin adı dünya çapında ün kazanmıştır. O meşhur replik, “Haydi, bir daha çal Sam!” Kazablanka’yı sinema tarihinin simgelerinden biri haline getirir.
Fas’ın yalnızca bir kültürel gezi yeri değil, aynı zamanda tarihi ve politik çözümlemeler için de önemli bir referans noktası olduğunu bir kez daha görmüş olduk.