O yıllar tam da 68 kuşağının zamanıydı. Evrim ve teoloji üstüne konuşmak bizim gibi doğa bilimleri okuyanlar için bir zevkti. Konuşmalar hep eleştirel yapılıyor, bir taraftan Darwin ve evrim konuşulurken diğer taraftan teoloji gündeme geliyordu. Aykut’un olgunluk döneminde bir evrim biyologu olarak bilinmesinin kökeninde bu keşif gezilerindeki konuşmalar yatar.
O sene merkezi sistemin ilk defa uygulandığı sınavla üniversiteye öğrenci alınacaktı. Tercihlerimde Zooloji son sıralardaydı. Sonuçlar ilan edildi. Zoolojiyi kazanmıştım. Ne yalan söyleyeyim istediğim Kimya bölümüydü. O zamanlar fakültelerin önünde küçük tezgâhlar üzerinde birçok fakültenin rozetleri satılıyordu. Fen Fakültesi’nin o kuyruklu yıldızlı rozetini vakit geçirmeden aldım. Artık üniversiteliydik. İlk açılış günü geldi çattı. Ordu Caddesi’ndeki ana kapıdan girdim. Sağ taraftaki merdivenler Edebiyat Fakültesi’ne aitti. Soldakiler ise Fen Fakültesi’nin merdivenleriydi. Yılların aşındırdığı mermer merdivenleri yeni arkadaşlarla tanışmanın vereceği heyecanla çıktıktan sonra, üstünde pirinç harflerle Fen Fakültesi yazılı kapıdan içeri girdim. Binanın büyüklüğü beni heyecanlandırmıştı. Kapının hemen sağındaki kapının üstünde Çukur Amfi yazısı dikkatimi çekti. Amfinin ne olduğunu biliyordum da Çukuru ne oluyordu diye düşünürken kapı açıldı ve birisi dışarı çıktı. Kafamı içeri uzatıp ne var diye baktım ama bir şey göremedim. Zifiri karanlıktı. Sonra gözlerim alışınca gerçekten ismine yakışır bir yer olduğunu ortaya çıktı. Burası gerçekten bir çukurdu. Yandaki iki merdivenle aşağıya iniliyordu. Ortada sıraları ve ucunda da karatahta bulunuyordu. İlk defa bu tip bir sınıfla karşılaşmıştım. Lisede, ortaokulda ya da ilkokulda okurken tüm sınıflar düzdü. Amfi üniversitelere özgü bir sınıf tipiydi. Burada kısaca belirteyim. Bana göre üniversitelerin çöküşü “amfi tipi sınıfların” yerini düzayak sınıfların almasıyla başlamıştır.
İlk tanışma
İstanbul Üniversitesi büyük bir törenle 1964-1965 ders yılına başladı. Ders kayıtlarını yaptırdıktan sonra, sıra hangi dersin, hangi laboratuarın nerede yapıldığını aramaya geldi. Tüm dersler çukur amfideydi ama ecza ve dişçilik öğrencileri ile beraber göreceğimiz en önemli ders olan Genel Zooloji “1Z” koduyla konferans salonunda yapılacaktı. Çukur Amfide ise birkaç seçimlik dersimiz vardı.
İlk sene ortama ve daha çok laboratuvarlara ve asistanlara alışmakla geçti. Kısa sürede arkadaş grupları oluşmaya başlamıştı. Kız öğrencilerin de arasında olduğu birkaç arkadaştan oluşan küçük bir grup şeklinde, Fen Fakültesi ile Edebiyat Fakültesi arasındaki “Hergele Meydanı” olarak bilinen devasa mermer meydandaki kaloriferlerin bulunduğu köşelerde ders aralarında vakit geçirir olmuştuk. Ara sıra da o zamanın en meşhur kantini olan “Fen Fakültesi Kantini” uğrak yerlerimizin arasındaydı. Aykut’la tanışmam o küçük grupta oldu. Hitlervari yan tarafa yatık siyah saçları ile dikkatimi çekmişti. O da hepimiz gibi biraz çekingendi. Öyle ya bambaşka bir ortamda birbirlerini tanımayan gençler fakültenin çatısı altında bir araya gelmişler ve bir meslek edinmek için buradaydılar.
Özellikle botanik, kimya, fizik, zooloji gibi bir yıl süren mecburi derslerin laboratuvarları oldukça yoğundu. Uygulamalar saate bağlı değildi. İstenen konular uygulamalı olarak tamamlanmadan ve asistan laboratuvar defterini imzalamadan dışarı çıkamıyordunuz; çıkmak isterseniz de o zaman defteriniz imzalanmıyordu. Bu nedenle sene çabucak bitiverdi. Yaz sınavları gelip çatmıştı. O zamanlar kütüphanede çalışmak modaydı. Tabi bizim gideceğimiz tek yer de Beyazıt’taki Büyük Kütüphaneydi. Derslerden arta kalan zamanda grup olarak kütüphaneye gider olmuştuk. Vizeler, sınavlar derken sıra sonuçların ilanına gelmişti. Kısa bir süre sonra sınav sonuçları asıldı. Derslerden geçmiştim ama grupta bir kişi tüm derslerden pekiyi alarak hepimize fark atmıştı. Evet, bunu başaran o çekingen arkadaşımız Aykut Kence’den başkası değildi.
İkinci sınıf başlarken Aykut’un bu başarısı bizde biraz hırs yapmıştı. Yaz geçip de üniversite açıldığında gruptaki arkadaşlar özlemin de etkisiyle birbirleriyle daha da kaynaşmış olarak derslere ve laboratuarlara devam etmeye başladı. Bu sene IIZ kodlu “Omurgasız Hayvanlar Sistematik ve Morfolojisi” isimli tek sömestrlik ama oldukça yüklü bir ders bizi bekliyordu. Dersi verecek hoca yeni doçent olmuş Dr. Neriman Özban Hanım’dı. IIZ oldukça kapsamlı ve ağır uygulaması olan bir dersti. Uygulamayı Coleoptera uzmanı Dr. Mete Erçelik yaptıracaktı. Öyle ki önünüze bırakılan içi formaldehit ya da alkol dolu bir kavanozda korunan ve hiçbir yerinde yazısı olmayan bir canlının Linne’nin klasik sınıflamasına göre sistematiğinin yapılmasının istendiği bir uygulama. Canlının taksonomide yer aldığı kategorilerinden bir tanesini eksik söylediğinizde o günkü uygulamadan (-) alıyordunuz. Ayrıca laboratuvar defterine de canlıyı doğru çizip, onu karakterize eden kısımlarını tanımlamanız gerekiyordu.
Ekskürsüyonlar (bilimsel keşif gezileri)
Zooloji, botanik, jeoloji gibi doğa bilimleri bölümlerinde okuyan öğrencilerin olmazsa olmazı doğaya çıkıp gözlem yapmalarıdır. Bu önemlidir, çünkü daha işin başında iyi gözlem yapabilme ve karşılaştırma yetisi kazanacaklardır. Bu da gelecekte çalışma hayatına atıldıklarında kendileri için önemli bir kazanç olacaktır.
Bölümde laboratuvarların haricinde hafta sonları mutlaka civar yakın yerlere, örneğin, Adalar, Yalova, Çamlıcalar, Yakacık, Sarıyer, K. Çekmece gibi yerlere günü birlik arazi keşif gezilerine gitmek zorunluydu.
Ayrıca birkaç günlük ve daha uzun ekskürsüyonlara da ileri sömestrlerde çalışmalarda göze batan öğrenciler götürülüyordu.
Antalya, Batı Toroslar ekskürsüyonu
IIZ dersinin uygulamaları sırasında Hoca’nın seçtiği başarılı bir grup öğrenci, bölüm tarafından alınan bir proje kapsamında 15 gün süreyle Batı Toroslara ekskürsüyona götürülecekti. Aykut, Önder, Aydonat, ben, Nermin ve Meral adlı altı öğrenci bu grup içinde yer aldı. Daha ikinci sınıf bitmeden seçilmiştik. Bu bizler için önemliydi. İlk defa doğada gözlemin nasıl yapılacağını örnekleme yaparak öğrenecektik.
Üniversite sömestr tatiline gireceği 1 Şubat günü Toroslara hareket edilecekti. Hazırlıklar tamamlandı ve gün geldiğinde trenle Denizli’ye oradan da Antalya’ya ulaşıldı. Tren yolculuğu herkesi kaynaştırmıştı. Proje ekibinin başında Prof. Dr. Atıf Şengün ve Doç. Dr. Neriman Özban bulunuyordu. O dönemlerde akademik çalışmalarda kullanılan örneklerin fotoğraflarını çeken Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde ders veren önemli bir fotoğrafçı Cafer Türkmen de bizle birlikteydi. Ayrıca bölüm asistanları olarak Osman Murathanoğlu, Cengiz Kurtonur ve Mete Erçelik bizlere yardımcı olacaktı.
Antalya’da birkaç gün kaldıktan sonra Alanya’ya geçtik. Burada on güne yakın bir süre kalacaktık. İncekum Orman Kampı’ndaki evlere yerleştik. Buradan çevreye günlük ekskürsüyonlara çıktığımız gibi yakın civarda da araştırmalarda bulunuyorduk. Kampın içindeki Drosophilaları avlamak Aykut’un işiydi. O daha ikinci sınıftayken bu küçük ama genetik araştırmalarda oldukça büyük üne sahip Drosphila melonagaster (meyve sineği) ile ilgilenmeye başlamıştı. Aramızdan ayrılıncaya kadar da bu sinekler, onun genetik çalışmalarının bir vazgeçilmesi olarak diğer araştırmalarının arasında yer alacaktı. Sirke sineği olarak da bilinen bu küçük canlıları yakalamak çok kolaydı. Bu işlemi şöyle yapıyordunuz: Mevsimine göre çürümüş meyveleri geceden tüplerin ya da küçük şişelerin içine biraz koyduktan sonra kağıttan yapılmış küçük bir külahla şişenin ağzını kapatıp, ağacın yakın dallarına bağladıktan sonra size sabaha kadar beklemek kalıyordu. Sabahleyin tüpleri, içi Drosophila ile dolu olarak topluyordunuz. Bu işlem hemen hemen tüm çalışma süresince devam etti. Aykut akşamdan hazırladığı sinek kapanlarını sabahleyin toplar, onlar hakkında ilk gözlemlerini defterine yazardı. Bu sineklerin en önemli özellikleri bileşik gözlerinin renkli olmasıydı. Çoğunluğu kırmızıydı ama çaprazlama yöntemi ile beyaz, sarı ve mavi renkli gözleri olan Drosophilalar elde etmek mümkün olabiliyordu. Ben bu sineklerin bu kadar önemli olduğunu Aykut’tan öğrendim.
Lüleburgaz ekskürsüyonu
Sineklerle çalışma gezi bittikten sonra yaz ayında (Ağustos-1967) yine devam etti. Bu sefer Bölüm Başkanı Prof. Dr. Atıf Şengün Aykut’la benim Lüleburgaz’a gidip Drosophila toplamamızı istedi. Saray ve Vize’de toplayabildiğimiz kadar sinek toplayacaktık. Trenle Lüleburgaz’a geldik. Burada birkaç gün kaldıktan sonra önce Saray daha sonra Vize’ye geçtik. Her kaldığımız yerde özellikle kasabanın parkında dut ağaçlarının yapraklarının altında gizlenmiş Drosophilaları üzerine tüp kapatarak avlıyorduk. Bir gün hava öylesine sıcaktı ki parkta biraları açıp, yetişemediğimiz yapraklara ulaşmak için bir masanın üzerine çıkıp bir taraftan biralarımızı içiyor, diğer taraftan da daha üstteki yapraklara ulaşmak için masanın üzerinde zıplayıp duruyorduk. Bu hareketlerimiz etrafta oturanların dikkatini çekmiş olacak ki bir anda etrafımızda bir çember oluştu. Dikkatle bizi izliyorlardı. Neyse Aykut masadan aşağıya inip sakin bir şekilde ne yaptığımızı anlattı. Çalışma hakkında kısa bilgiler verdi. Daha sonraki günlerdeki bu hareketlerimize alışmış olmalılar ki bize aldırış etmediler. Bu gezide Saray’da kaldığımız han benzeri bir otelde geceleri uğradığımız tahtakurusu hücumları ve ısırıkları sonrası inanılmaz kaşınmalar bizi biraz uykusuz bırakmıştı ama, geriye onlarca tüpten oluşan Drosphila koleksiyonu ile dönecektik.
Bir ders anısı: Entomoloji (böcek bilimi)
Burada Entomoloji dersini veren öğrencisi olduğumuz Doç. Dr. Suat Nigar’ı saygıyla anmak isterim. İkinci sınıfta mecburi derslerimizin yanı sıra seçimlik derslerimiz de vardı. Ders seçerken de grup olarak hareket ediyorduk. Önce dersin hocası nasıl, kolay geçilir mi, ders notu var mı gibi günümüzde de sorulan soruları bir üst sınıftaki öğrencilere sorup ders seçimini öyle yapıyorduk. Aslında seçecek fazla ders de yoktu. İki entomoloji dersi vardı. Biri genel entomoloji diğeri de sistematik entomoloji. Dersin hocası notu kıt mı kıt, Suat Nigar’dı. Diğer öğrencilerin almayın geçemezsiniz dediği dersi Aykut, ben, Önder ve diğer arkadaşlarla toplam 5-6 öğrenci aldık. Bir süre sonra zorlanmaya başladık. Çünkü hoca dersi İngilizce bir kitaptan anında tercüme ederek anlatıyordu. Bu da bizim not tutmamızı zorlaştırıyordu. Yapacak bir şey yoktu, katlanacaktık. Dersi anlayıp geçmek için iyi bir nota ihtiyacımız vardı. Aykut’un aklına bir fikir geldi. Hocanın kitabının adresini alıp kitabı yurt dışından getirtip tercüme edecektik. Aykut iyi derecede İngilizce biliyordu. O tercüme edecek, ben de annemin aldığı “Hermes Baby” marka daktiloyla notları yazacaktım. Bu arada daktilo yazmayı da öğrenmiş olacaktım. Neyse kitap geldi. Aykut Şehremini’de oturuyordu, ben de Haseki’de. Birbirimize çok yakındık. Okuldan çıktıktan sonra, bazen de boş zamanlarımızda o bize geliyor ve çalışıyorduk. Aykut bir taraftan tercüme ediyor, ben de yazıyordum. Kitap zaten ince bir şeydi. Kısa sürede bitti. O notları bir klasör haline getirdik. Hazır bir ders notu olmuştu. Sonra çoğaltıp arkadaşlara verdik, onlar da kolaylıkla çalışıp dersten geçtiler.
Yalova-Gökçedere-Sudüşen Şelalesi ekskürsüyonu
Son sınıfa gelinmişti. Dersler de azalmıştı. Bahar aylarında yapılan tek şey sıkça ekskürsüyon denilen keşif gezilerine çıkmak oluyordu. Bunlardan bir tanesi de Yalova-Gökçedere-Sudüşen Şelalesi’ne yapılan ekskürsüyon oldu. Bu sefer geziyi yöneten Coloeptera uzmanı Mete Erçelik ve Sayhan Topçuoğlu vardı. İlk gün Gökçedere’de kaldıktan sonra Sudüşen Şelalesi’ne gidilecekti. Gökçedere akşamı çok eğlenceli geçti. Biz dört arkadaş aynı odada kalıyorduk. Aykut özellikle teolojik konularda felsefi konuşma yapmayı çok seviyordu. O yıllar tam da 68 kuşağının zamanıydı. Evrim ve teoloji üstüne konuşmak bizim gibi doğa bilimleri okuyanlar için bir zevkti. Konuşmalar hep eleştirel yapılıyor, bir taraftan Darwin ve evrim konuşulurken diğer taraftan teoloji gündeme geliyordu. Aykut’un olgunluk döneminde bir evrim biyologu olarak bilinmesinin kökeninde bu keşif gezilerindeki konuşmalar yatar. O daha üniversite sıralarındayken, anlaşılıyor ki bu yolda ilerlemeyi ve bu konuda araştırmalar yaparak bilim dünyasında yaşamak istiyordu. Nitekim yaptığı araştırmalar, yazdığı makaleler, verdiği dersler, katıldığı yurt dışı bilim şölenlerinde, yazdığı ve çevirdiği kitaplar ve de bu konuda yetiştirdiği öğrencileri ile bunu kanıtladı.
Mezuniyet ve sonrası
Zooloji’den mezun olduktan sonra okul arkadaşı Meral ile evlenip Amerika’ya gitti. Genetik çalışmalarına orada devam etti. Ondan uzun bir süre haber alamadım. Daha sonra yurda dönüp ODTÜ Biyoloji bölümüne girdiğini öğrendim. Birçok derginin editörlüğünü yaptığı sırada incelemem için birkaç kez makale gönderdiğini hatırlıyorum. Daha sonraları birçok sempozyum ve panelde birlikte olduk. Malatya’da 2007’de İnönü Üniversitesi’nde Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun rektörlük döneminde düzenlenen “Biyoloji Eğitiminde Evrim” konulu geniş katılımlı sempozyumda birlikte olmuştuk. Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan evrim sempozyumlarında eşi Doç. Dr. Meral Kence ile birlikte eski günleri hatırladık, anıları tazeledik.
Aykut, bilimsel yaşamında mesleği gereği prensiplerden ve dünya görüşünden hiç taviz vermeden uzun yıllar bilime hizmet etti. Hiç şüphem yok ki Aykut’un devrettiği bu meşaleyi yetiştirdiği akademisyenler ve öğrencileri gururla taşıyacaklardır. Evrimsel düşünmenin karşıtı çalışmalar ve konuşmaların her geçen gün süratle artığı ülkemizde, Aykut bu bilim dışı görüşlere her platformda karşı durarak geri adım atmadı ve aynı zamanda bunu yetiştirdiği öğrencilerine de aşıladı.
Aykut, eleştirel düşüncenin yeşermeye başladığı 1960’lı yıllarda üniversitelerin üniversite olduğu, bilime ve bilimi yapana saygının yüksek olduğu bir zamanda yetişti. Ama ne yazık ki üniversitelerin yozlaştığı ve çöktüğü, bilimin ve bunları yapanların nerdeyse aşağılandığı bir dönemde de aramızdan ayrıldı. Şanslıydı. Çünkü yeni yetişenler bu yozlaşmanın içinde kaybolup gidiyorlar.