İnsanlar tam olarak doğrulanamayan ve de yanlışlanamayan (hem anlamlı olmadıkları hem de bilimsel olmadıkları iddia edilen) dinsel iddialara neden inanırlar? Bazıları bu iddiaları kanıt aramadan, eleştirmeden doğru ve mutlak hakikat sayar. Bazıları ise inanabilmek için bazı tatminkâr kanıtlar ve gerekçeler arar. Bu kanıt ve gerekçelerin üç başlık altında toplanabilir: Sağduyu kanıtı, pragmatik gerekçeler ve ereksellik kanıtı.
İnanç nedir? İnancın ne olduğunu anlayabilmek için öncelikle inanç ve bilgi kavramları arasındaki farkı vurgulamak yararlı olabilir. Şöyle ki, doğruluğuna ilişkin yeterli kanıt olmayan şeyler ancak inanç konusu olabilir; yeterli kanıt olsaydı onlar da bilgi konusu olurdu. Örneğin, dünyanın küresel olduğunu biliriz fakat ölümden sonra yaşam olduğuna ancak inanabiliriz.
Bilgi deyince genelde okullarda ders kitaplarından öğrendiklerimiz akla gelir. Bununla kastedilen bilimsel bilgidir. Genelde insanlar bu tür bilgilerin kesin olduğunu düşünürler; ancak durum böyle değildir. Bilimsel bilgiler ancak çürütülene (ya da yanlışlanana) kadar doğru olarak kabul edilebilirler. Bir başka ifadeyle bilimsel kuramlarımız karşıt kanıtların yokluğunda var olmaya devam eden, kesin olmayan kuramlardır. Bilimsel ilerleme kesin kuramlara yeni kesinlikler eklemek suretiyle değil, kesin olmayan kuramların yerine daha iyilerinin getirilmesiyle gerçekleşir.
Yanlışlanabilme kriteri, bilim felsefesine Karl Popper tarafından dahil edilmiştir ve günümüzde pek çok düşünür tarafından kabul görmektedir. Popper’a göre bilimsellik için kıstas, doğrulanabilirlik değil yanlışlanabilirliktir. Popper’a göre dinsel iddialar yanlışlanamadıkları için “bilimsel” değildir.
Mantıksal pozitivizm adı verilen bir felsefe akımına göre ise dinsel iddialar ne doğrulanabilir ne de yanlışlanabilir; bu yüzden dinsel iddialar “anlamlı” değildir.
“Mantıksal pozitivizmin en çarpıcı iddiası, daha önceleri derin ve önemli felsefe, teoloji hatta bilim olarak düşünülen şeylerin büyük bir kısmının gerçekte saçma olduğudur. Bir başka deyişle, çoğu kez zamanımızı belirli bir anlamı olmadığı için gerçekte doğru ya da yanlış olamayacak şeyler hakkında düşünerek geçiririz. Bir önerme ancak doğruluğunun ortaya konulabilir ya da yanlışlığının kanıtlanabilir olması durumunda değerlidir.
“Mantıksal pozitivizme göre doğruluğu ortaya konulamamış ya da yanlışlığı kanıtlanamamış önermelerin üzerinde düşünmeye değmez. Çoğu dini önerme ne doğrulanmış ne de yanlışlığı kanıtlanmıştır. O halde dinsel inanç da ateizm de anlamsızdır. Ateizm, mantıksal pozitivizme göre dinsel inanç kadar anlamsızdır; çünkü ateizm dinsel inançların yanlış olduğunu söyler, fakat onlar yanlış değil anlamsızdır.”(1)
Peki, insanlar bu tam olarak doğrulanamayan ve de yanlışlanamayan (hem anlamlı olmadıkları hem de bilimsel olmadıkları iddia edilen) dinsel iddialara neden inanırlar? Bazıları olaya dogmatik yaklaşır, yani bu iddiaları kanıt aramadan, eleştirmeden doğru ve mutlak hakikat sayar. Ancak bazıları ise inanabilmek için bazı tatminkâr kanıtlar ve gerekçeler arar. Bu kanıt ve gerekçelerin üç başlık altında toplanabileceğini düşünüyorum: Sağduyu kanıtı, pragmatik gerekçeler ve ereksellik kanıtı.
Sağduyu kanıtı
Bu kanıta göre, dünyanın her yerinde her zaman her kültürün şu ya da bu şekilde bir dini, çeşitli tanrıları ya da tanrısı olmuştur. Dolayısıyla, insanlığın sağduyusunun doğaüstü bir dünya görüşünü desteklediği iddia edilir.
Ancak, insanlığın sağduyusunun her zaman güvenilir bir rehber olmadığını vurgulamak gerekir. Buna en güzel kanıt astronomiden verilebilir. 17. yüzyıla gelinceye kadar Ptolemy sistemi adeta bilimsel ve dinsel bir dogma halinde kabul görmekteydi. Bu sistemde dünya evrenin merkezinde yer alıyor ve hareket etmiyordu. Sağduyuya uygun gibi gözüken bu sistemden Güneş merkezli sisteme geçiş öncelikle Kopernik ve sonra da Galileo sayesinde gerçekleşmiştir. Güneş merkezli sistem ile Dünya evrenin merkezi olmaktan çıkmış ve Dünya’nın hem kendi ekseni etrafında hem de Güneş çevresinde dönen sıradan bir gezegen olduğu anlaşılmıştır.
Psikoterapist ve yazar Irvin Yalom sağduyu kanıtı hakkında, Feuerbach’ın ünlü söylemini varoluşçuluk bağlamında yeniden yorumlayarak, şunları söylüyor:
“Dini inanç ve ibadetin her çağda, her yerde görüldüğü tartışılmaz bir gerçektir. Hiç bir dini geleneği bulunmayan bir kültür keşfedilmiş midir ki bugüne kadar? Zaten dini inancın her zaman her yerde var olması, her zaman her yerde var olan bir ilahi güce kanıt olarak ileri sürülmüştür.
“Oysa ben de başka pek çokları gibi bunun tam tersini düşünüyorum: Yani, tarih boyunca her kültürde her insan, nihai kaygılarla boğuşmak zorunda kalmış ve insanlık durumunun kaçınılmaz bir öğesi olan endişeden kurtulmanın yollarını aramıştır. Ölüm, anlamsızlık, özgürlük ve mutlak yalnızlık düşüncelerine eşlik eden endişeyi her insan yaşar ve işte din de insanlığın varoluş endişesini dağıtma yönündeki başlıca çabası olarak ortaya çıkmıştır.
“Neticede dini inancın her zaman her yerde görülür oluşu, varoluş endişesinin her zaman her yerde görülür olmasındandır. Bu nedenle tanrılar tarafından yaratılmış olmadığımız, biraz huzur bulabilmek uğruna bizim tanrıları yaratmış olduğumuz çok açıktır. Üstelik de filozofların sürekli tekrarladıkları gibi, kendi suretimizde yaratmışızdır tanrıları. 2500 yıl öncesinin Sokrates öncesi düşünürlerinden Ksenophanes demişti ki: aslan düşünebilseydi, tanrıların da yelesi olur, tanrılar da kükrerdi.”(2)
Ayrıca, bir kısırdöngü hatasının da bu başlık altında değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Şöyle ki, Tanrı’ya inanan bir kişi Tanrı’nın var olması gerektiğini, çünkü kutsal kitaplarda böyle yazdığını söyler. Bu kişiye kutsal kitaplarda yazılanların doğru olduğundan nasıl emin olduğu sorulunca da, bu kitapların Tanrı’nın kitabı olduğu cevabını verirse, yaptığı kanıtlama, “kısır döngüsel kanıtlama” olarak adlandırılır. Bu tür bir kanıtlama geçerli değildir, çünkü kanıtlanmaya çalışılan şey daha baştan kabul edilmiştir.
Pragmatik gerekçeler
Pragmatizm, kabaca bir tanımla, düşüncelerin sadece işe yaradıklarında gerçek olduğunu öne süren felsefi bir yaklaşımdır. Pragmatizme göre, bize yararlı olan her önermeyi doğru diye nitelemek gerekir. Pragmatistler için doğruluk, yararlılıktır. Bu yararcı doğruluk kavramı, ünlü filozof William James tarafından geliştirilmiş olup bugün de birçok yandaşı bulunmaktadır.
William James’in dinsel inançlar için kullandığı pragmatik gerekçelerin temelinde “iradeci tez” vardır. İradecilik, arzu ve duygulara, akla karşı bir üstünlük tanır; ilk önce iyi dediğimiz bir şeyi isteriz, sonra akıl o şeyi meşrulaştırmaya ve mantığa bürümeye çalışır. James, “inanma isteği” başlıklı denemesinde, arzularımızın, duygularımızın ve çıkarlarımızın inandığımız şeyi etkilemesine izin verebileceğimizi düşünür. Böylece, bilimsel olarak desteklenemeyen inançları savunmaya hakkımız olacaktır. Ona göre bu tür düşünceler bilim ötesine geçmekle birlikte akıl dışı sayılamaz. O halde, pragmatik ilkeler açısından Tanrı varsayımı tatmin edici bir biçimde işe yarıyorsa, doğru demektir. Benzer türden pragmatik bir değerlendirmeyi Dostoyevski ünlü “Karamazof Kardeşler” romanında çok veciz bir şekilde ifade eder:
“Tanrı yoksa her şey mubah olur.”
Tabii ki pek çok düşünür bu yararlılık ve doğruluk arasındaki özdeşleştirmeye katılmamıştır. Yararlılığa, neden kısa yoldan doğruluk demek gerektiğini anlamak mümkün değildir. Dinsel inançların yaşam zorluklarına karşı bir dayanma gücü verdiği, insanlar üzerinde yatıştırıcı bir etkisi olduğu veya kişileri dizginlediği muhakkaktır; fakat bu özellikleriyle dinsel inançların kendi doğruluklarını da kanıtladıklarını söylemek apayrı bir şeydir.
Ereksellik kanıtı (teleolojik kanıt)
Teleolojik sözcüğü, Yunancada erek (amaç) anlamına gelen “telos” sözcüğünden türetilmiştir. Bu kanıt “erekbilimsel kanıt” veya “tasarım kanıtı” olarak da bilinir. Bu kanıtın, Tanrı’nın var olduğuna ilişkin öne sürülen kanıtlar içinde en güçlüsü olduğu kabul edilir. Bu kanıtın ana tezi, evrenin bilinçli bir erekselliğin varlığını gösterdiğidir.
Bu kanıt dikkatimizi canlılardaki organlara çeker: Organların belli bir işlevi yerine getirmek üzere düzenlenişlerindeki ancak mucizevi diyebileceğimiz uyuma bakarak, bunun arkasında bir erek olması gerektiğini iddia eder. Bu olağanüstü uyum ve düzen salt bir rastlantı sonucu olamaz; bunun gerisinde bilinçli, bilgili ve bir amacı olan doğaüstü bir varlık (yani Tanrı) olmalıdır sonucunu çıkarır. Bu kanıtın savunucuları, 18. yüzyıl teologlarından William Paley’in ünlü saat analojisini sıklıkla dile getirirler: Nasıl ki bir saate bakar bakmaz onun bir saatçi tarafından imal edilmiş olduğunu söylüyorsak, bir göze baktığımızda da onun bir ilahi saatçi tarafından yaratılmış olması gerektiğini söylemeliyiz.
Ereksellik kanıtına en büyük darbeyi 19. yüzyıl ortasında Darwin vurmuştur. Darwin’in evrim kuramı doğanın nasıl ve neden bir ereksellik sergiliyor gibi göründüğüne ilişkin son derece tatminkâr ve bilimsel bir açıklama getirir. Bu açıklamada artık Tanrı gibi doğaüstü bir varlığa ihtiyaç yoktur. Evrim kuramının temel kavramı “doğal seçilim”dir. Şimdi bu kavramı kısaca açıklamaya çalışalım:
“Evrim nasıl meydana geliyor? Darwin’in bu soruya verdiği yanıt ‘doğal seçilim yoluyla’ idi. Darwin bir türün bireyleri arasında daima farklılıklar olduğunu görmüştü. Bazıları daha iri, daha kalın kürklü ya da daha uzun bacaklıydı. Yaşam savaşında hangi bireylerin hayatta kalacağı bir ölçüde şansa bağlıydı ama bireyin özellikleri de bazen işe karışıyor olmalıydı. Daha uzun bacaklı bir hayvan daha hızlı koşar, dolayısıyla düşmanlarından kaçabilir. Daha kalın kürklü bir hayvan soğuk kış günlerini atlatabilir.
“Yalnızca hayatta kalanların yavrulama şansı vardır. Kalıtım işte bu noktada önem kazanır. Biraz daha uzun bacak veya daha kalın kürk gibi özellikler yavrulardan bazılarına geçerse, sonraki kuşakta daha çok hayvan bu yararlı özellikleri taşıyacaktır. Yüzlerce kuşak sonra, bu küçük değişimler büyük ve gözle görülür bir farklılığa yol açabilir. Darwin bu sürecin çevreye uyumu getirdiğini ve yeterli süre geçtiğinde yeni türlerin doğmasına yol açabileceğini savundu.”(3)
Richard Dawkins doğal seçilimi kör bir saatçiye benzetir:
“Doğadaki tek saatçi, fiziğin amaçsız kuvvetleridir. Darwin’in keşfettiği ve tüm yaşam biçimlerinin var oluşunu ve bir amacı varmış gibi görünmesini açıklayan şey doğal seçilimdir.
“Doğal seçilim süreci bilinçsiz ve kör bir süreç olup hiçbir amacı yoktur. Doğal seçilimin aklı ve düş gücü yoktur. Doğal seçilim geleceği planlamaz. Doğal seçilimin doğanın saatçisi olduğu söylenecekse, bu saatçinin kör olduğu eklenmelidir.”(4)
Paley’in analojisinde kullandığı göze gelirsek, Dawkins gözün evrimi ile ilgili olarak da şunları vurgular:
“Birçok insan, göz gibi son derece karmaşık ve güzel tasarlanmış (gözüken) bir organın basit bir başlangıçtan kerte kerte ilerleyen bir dizi değişimle ortaya çıktığına inanmakta güçlük çekiyor. Gözler fosilleşmiyor, dolayısıyla bizdeki göz türünün sıfırdan başlayıp bugünkü karmaşıklığına ve mükemmelliğine ne kadar sürede evrildiğini bilmiyoruz. Fakat bunun gerçekleşmesi için milyonlarca yıl vardı.
“İyi, keskin ve ayrıntılarda titiz bir görme yeteneği, bir hayvan için ölüm kalım meselesi olabilir. Doğru odaklanmış bir mercek, hızlı uçan bir kuş için avını yakalamakla bir kayalığa çarpmak arasındaki ayrımı belirler. Güneş çıktığında hızla kısılan bir diyafram, avcıyı zamanında görüp kaçabilmeyle bir an için gözlerin kamaşması arasındaki ayrımı belirler.
“Gözün daha etkili olmasına yönelik her türlü iyileşme, ne kadar ayrıntıda olursa olsun, hayvanın hayatta kalmasına ve üreme başarısına dolayısıyla da iyileşmeyi yapan genlerin çoğalmasına katkıda bulunacaktır. Sonuç olarak, Darwinci seçilim iyileşmenin evrimini açıklayabilir. Darwinci kuram, başarılı hayatta kalma aygıtlarının evrimini, bu aygıtların başarısının doğrudan bir sonucu olarak açıklar.”(5)
Darwin, kuramını ortaya koyduğunda iki sorunun cevabını bilmiyordu: Bu sorular, özelliklerin nasıl iletildiği ve yeni özelliklerin nasıl ortaya çıktığı soruları idi. Bu iki soru daha sonra, sırasıyla, Mendel kalıtım yasaları ve mutasyon ile cevaplandı. Günümüzde evrim kuramı veya Darwinizm denince akla gelen kuram, Darwin’in doğal seçilim fikriyle Mendel kalıtım yasalarını ve mutasyon olgusunu moleküler biyoloji ışığında sentezleyen modern evrim kuramıdır. Bu sentez “Yeni Darwinizm” veya “Neo Darwinizm” olarak adlandırılır.
İnsanlık 17. yüzyılda Kopernik devrimiyle ilk şoku yaşamış ve evrenin merkezinde olmadığını anlamıştı. İkinci şok ise 19. yüzyıl ortasında Darwin’le geldi ve insanlık şimdiki haliyle yaratılmadığını, bir evrim sürecinin ürünü olduğunu öğrendi. Artık günümüzde ister insan, ister hayvan, ister bitki olsun, tüm canlıların ortak bir kökenden geldiğini ve tümünün ortak bir paydaya sahip olduğunu biliyoruz. Bu ortak payda bir moleküldür: DNA molekülü.
Antropik ilke (insan merkezli ilke)
Yakın zamanlarda bazı biliminsanları ereksellik kanıtının farklı bir versiyonunu savunmaya başlamışlardır. Bu yeni versiyon “antropik ilke” olarak adlandırılır. Antropik ilkeye göre Tanrı, evrendeki fiziksel sabitleri, yaşam (daha doğrusu insan) ortaya çıkabilsin diye kontrolü altında tutmuş ve ayarlamıştır. Bu teze göre, evreni yöneten fiziksel sabitlerin, parametrelerin değerleri, hâlihazırdaki değerlerinden çok az bir sapma bile gösterse, galaksiler, yıldızlar, gezegenler oluşamaz ve sonuçta yaşam mümkün olmazdı. Bazı iddialara göre, yaşam barındıran bir evrenin ortaya çıkabilmesi için, tam ayar gerektiren otuzdan fazla fiziksel parametre vardır. Dolayısıyla bu tezi savunanlara göre, bu durum, evrenimizin kozmik bir zekâ yani Tanrı tarafından tasarlanmış olduğunu göstermektedir.
Antropik ilke yandaşlarının yaptıkları ilginç bir benzetme vardır: Biz insanların durumu, usta nişancılardan oluşan bir infaz mangasının karşısında, silahların ateşlenmesinden sonra hayatta kalabilmiş bir mahkûmun durumuna benzetilebilir. Mahkûmun hayatta kalışı, kuşkusuz, tüm manganın ıskalaması yüzündendir; fakat neden tüm manga ıskalamıştır?
Gene son zamanlarda ortaya çıkmış bulunan ve “akıllı tasarım” olarak adlandırılan bir başka hipotez daha vardır. Bu hipotezin savunucuları, kozmolojik bağlamda antropik ilkeye atıfta bulunmakla kalmayıp, tüm biyolojik evrim sürecinin arkasında yönlendirici bir güç olarak Tanrı’nın bulunması gerektiğini iddia etmektedirler. Pek çok biliminsanı ise akıllı tasarım iddiasını yalnızca metafizik bir yaklaşım olarak değerlendirmekte ve bu iddianın bilimsel bir kuram olarak tanıtılması çabalarına, bilimsel kriterlere uymadığı gerekçesiyle şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Bu biliminsanlarına göre akıllı tasarım iddiası, yaratılışçılığın sofistike bir versiyonudur.
Bazı biliminsanları da antropik ilkenin Tanrı çağrışımlarına karşı çıkmakla birlikte, bu “ince ayar” konusunu açıklama gerektiren bir sorun olarak görmektedirler. Bu spekülatif açıklamalardan bazıları şunlardır:
Çoklu evrenler: Bu hipotez, evrenimizi ortaya çıkaran büyük patlamanın (big bang), benzer pek çok patlamadan yalnızca bir tanesi olduğunu iddia eder. Evrenimiz bize ince ayarlanmış gibi gözükebilir; ama aslında çoğu ince ayarlanmamış, dolayısıyla insanlara ev sahipliği yapamayacak olan çok sayıda evrenden yalnızca biridir.
Büyük birleşik kuram: Bazı fizikçilere göre bu ince ayarlanmış gibi gözüken fizik sabitleri her şeyi kapsayan tek bir denklemden çıkarılabilir. Bu denkleme göre olası evren ancak bizimki gibi olmalıdır. Yani bir evren varsa sabitleri zorunludur ve bu zorunlu sabitler bizimki gibi bir evreni ortaya çıkarır.
Döngüsel model: Bu model için ünlü fizikçi Paul Davies’den bir alıntı yapmak istiyorum:
“Evren azami bir boyuta dek genişler sonra da büyük bir büzülüşe dek daralır, ama kendini tamamen yok etmek yerine bir şekilde geri sıçrar ve yeni bir genişleme ve büzülme döngüsüne girer. Bu süreç sonsuza dek sürebilir. Bu durumda evrenin gerçek bir başlangıcı ya da sonu yoktur, ama her bireysel döngünün belli bir başı ya da sonu olacaktır.
“Bu kuram özellikle doğum ve ölüm, yaratılış ve yok oluş döngülerinin önemli bir yere sahip olduğu Hindu ve Budist mitolojilerinden etkilenmiş kişilere çekici gelen bir kuramdır. Sonsuz bir tekrarın beyhudeliğinden kaçınmak için, döngüler birbirlerinden bir şekilde farklı olmalıdır. Kuramın popüler bir versiyonunda her döngü, Anka kuşu gibi kendi öncülünün ateşler içindeki ölümünden doğar. Bu ilk durumdan yeni sistemler, yapılar geliştirir ve bir sonraki büyük büzülüşte her şey sil baştan olmadan önce kendi zengin yeniliğini keşfeder.”(6)
Bazı biliminsanları ve düşünürlere göre, antropik uyum için bu tür açıklamalar aramaya gerek yoktur. Yaşam ortaya çıksın diye evren özel bir şekilde düzenlenmiş değildir; ince bir şekilde ayar edildikleri yanılsamasına kapılmış olduğumuz çeşitli fiziksel sabitler sonucu yaşam kendiliğinden ve tesadüfen ortaya çıkmıştır. Bir başka ifadeyle, biz burada olalım diye evren böyle değildir; evren böyle olduğu için biz buradayız.
Kötülük problemi
Tanrı’nın varlığı tartışılırken “kötülük problemi” diye bilinen ve tüm tanrı kanıtlarına meydan okuyan bir argümandan bahsetmeden geçilemez. Pek çok felsefeci ve teolog bu problemi çözebilmek için büyük çaba sarf etmiş fakat başarılı olamamışlardır. Bu çabalar “teodise” (Tanrı savunması) olarak bilinir. Bu problemin özü şudur:
“Açlık, hastalık, savaş, yoksulluk, adaletsizlik, istismar, cinayetler ve doğal afetler çok sayıda insanın ölümü, yaralanması, acı ve ıstıraplarla karşılaşmasıyla sonuçlanmaktadır. Soru açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır: Bütün bunların meydana gelmesine izin veren ne tür bir Tanrı olabilir?
“İnsanların gerçekten acı çektikleri tartışılmaz bir olgudur, görmezlikten gelinmesi veya inkâr edilmesi mümkün olmayan bir veridir. Eğer Tanrı her şeyi bilen bir varlık ise bunu bilmesi gerekir. Eğer her şeye gücü yeten ise, arzu ettiği takdirde bunu önleyebilmesi gerekir. Eğer iyiliksever ve ahlaki bakımdan mükemmel ise, bunu önlemeyi istemesi gerekir.”(7)
“Ya Tanrı kötülüğü ortadan kaldırmak ister, ama bunu yapamaz, o halde her şeye muktedir değildir; ya da bunu yapabilir, ama istemez, o halde mükemmelen iyi değildir. Böylesi bir Tanrı hâlâ bir Tanrı mıdır?”(8)
İnanç konularına ilişkin farklı tavırlar
Yukarıda inanç konularına ilişkin farklı kanıt ve gerekçeleri özetlemeye çalıştık. Bunların irdelenmesi ve içsel bir muhasebe sonucunda insanlar bu konulara farklı tavırlar almışlardır. Bunları beş başlık altında toplayabiliriz: Teizm, Ateizm, Deizm, Panteizm ve Agnostisizm.
Bir yelpaze benzetmesi yaparsak, teizm ve ateizm bu yelpazenin iki ucunda yer alır. Bu ikisi üzerinde durmayacağım. Üzerinde durmak istediklerim, yelpaze üzerinde diğer konumları teşkil eden “izm”ler.
Deizm (yaradancılık): Bu öğretide Tanrı sadece evreni yaratan, evrene yasaları veren, fakat yarattıklarıyla bir daha hiç ilgilenmeyen bir güçtür. O’nun dünyayla hiçbir doğrudan ilişkisi yoktur. Tanrı ile insan arasında hiçbir doğrudan ilişki yoktur. Dolayısıyla deizmde vahiy ve duanın yeri yoktur. Bir başka deyişle, deizm Tanrı’nın varlığını kabul etmekle birlikte dinleri yadsımaktadır. Deizmde “kişisellik” kavramı yoktur, yani Tanrı “kişi” olarak düşünülemez, kişilik özelliği taşımaz, nitelikleri bilinemez.
Panteizm (tümtanrıcılık): Sözcük olarak “her şey Tanrı’dır” anlamına gelir. Tanrı’nın her şeyin özsel bir niteliği olduğu görüşüdür, Tanrı’nın evrenle özdeş olduğu öğretisidir. Bu öğretide tek gerçek varlık Tanrı’dır, evren onun bir türevidir; dolayısıyla Tanrı ve evren bir ve aynı şeydir. Tanrı evrenin dışında değildir, fakat bu evrende de değildir. O, bu evrendir.
Agnostisizm (bilinemezcilik): Yelpazemizin tam ortasında agnostik görüş yer alır ve hem teizme hem de ateizme eşit uzaklıktadır. Bu nedenle bu görüşe özel bir önem veriyorum. Agnostisizm, Tanrı’nın var olup olmadığı sorusunu karşılıksız bırakan, bu sorunun yanıtsız ya da yanıtlanamaz olduğunu savunan bir görüştür. A. C. Sponville şiirsel anlatımıyla agnostisizm hakkında şunları söylüyor:
“Tanrı’ya inanırız ya da inanmayız. Agnostik, seçimi kabul etmeyendir; agnostisizm seçmemeyi seçmektir. Agnostik taraf olmaz, kesip atmaz. Ne inançlı ne de inançsızdır, sorunu askıda bırakır.
“Eğer agnostik olmak sadece Tanrı’nın var olup olmadığını bilmemek olsaydı, hepimizin agnostik olması gerekirdi. Çünkü içimizden kimse bu sorunun yanıtına sahip değildir. Eğer sana ‘Tanrı’nın var olmadığını biliyorum’ diyen biri varsa, o bir ateist değil, bir budaladır; ya da şöyle diyelim: inançsızlığını bilgi sanan bir budala. Yine aynı şekilde biri sana ‘Tanrı’nın var olduğunu biliyorum’ derse o da inançlı bir budaladır. Şu nokta üzerinde ısrarla durmak gerekir: Hakikatin ne olduğunu bilmiyoruz. İnanç ve inançsızlık kanıtsızdır ve onları tanımlayan da budur. Bildiğimiz zaman artık inanmaya ya da inanmamaya yer yoktur.”(9)
Bertrand Russell’dan da bir alıntı yapmak istiyorum:
“William James inanma arzusu konusunda öğütler vermiştir. Ben şahsen kuşku duyma arzusunu öğütlemek isterdim. İnançlarımızın hiçbiri tam olarak doğru sayılmaz; hepsinde en azından bir belirsizlik, bir hata gölgesi mevcuttur.
“Gerçek bilgiye en yakın şeylerin yalnız bilim alanında bulunabilmesine rağmen bilimcilerin tutumu kuşku doludur ve zamanla değişebilir. Din ve politikada ise tam tersi söz konusudur; bilimsel bilgi denebilecek hiçbir şey olmadığı halde, herkes dogmatik bir inanca sahip olmaya kendini zorunlu hisseder ve bu inancın açlık, hapis, savaş pahasına desteklenmesi ve farklı düşüncelerle tartışmalı rekabetten korunması gerektiğine inanır. Eğer bu konularda insanlara geçici olarak agnostik düşünce yapısı benimsetilebilmiş olsaydı, çağdaş dünyadaki kötülüklerin onda dokuzuna çare bulunabilirdi.”(10)
Şimdi de tüm bu bilimdışılık, anlamsızlık ve bilinemezlik argümanlarına rağmen, ileri sürülen tüm kanıtları çürütebilen aklımıza rağmen neden inanıyoruz sorusunu kendimce cevaplamak istiyorum:
İnanıyoruz çünkü inanmak istiyoruz; inanmak istiyoruz çünkü korkuyoruz.
İnanıyoruz çünkü ölümlü olduğunun bilincindeki tek canlı olarak ölümlü olmayı kabullenemiyor, bir şekilde ölümsüzlük arıyoruz.
İnanıyoruz çünkü dünyada anlam arıyoruz; bütün bu varoluşun bir anlamı olsun istiyoruz. İnanmadığımız zaman soğuk, kayıtsız ve anlamsız bir evrenle baş başa kalacağımızın ve bununla yüzleşmenin herkesin harcı olmadığının farkındayız.
Nietzsche’nin ifadesiyle “insanca, pek insanca” olduğunu düşündüğüm bu inanma isteğimizi ve kaçınılmaz çaresizliğimizi Yalom çok güzel ifade etmiş:
“İçimde bir ilahi kıvılcım olmasını nasıl isterdim bilemezsiniz, kutsallığın bir parçası olmayı, sonsuza dek varlığımı sürdürebilmeyi, kaybetmiş olduğum kimselere kavuşmayı ben de çok istiyorum. Ölesiye istiyorum bunların hepsini, ama biliyorum ki istemekle gerçeklik değiştirilemez ve yoktan var edilemez. İnanıyorum ki olağanüstü iddialara olağanüstü dayanaklar gerekir.”(11)
Yalom, olağanüstü iddialara olağanüstü dayanaklar gerekir diyor. Bir şiirinde Turgut Uyar da sanki bu beklentiyi dile getiriyor gibi. Yazımı onun “arz-ı hal”inden aldığım şu güzel dizelerle bitiriyorum:
“İşte insanlar bu minval üzre Allahım! / kıt kanaat sere serpe yollar boyunca / sen, bizim için hala o ezeli sırsın / sen de bizi bilmiş olsan, başkalaşırsın.”
KAYNAKLAR
1) Adam Morton, “Pratikte Felsefe”, çeviri: Mukaddes Ilgün, Kesit Yayınları, 3. baskı, 2006, s.477.
2) Irvin Yalom, “Din ve Psikiyatri”, çeviri: Özden Arıkan, Merkez Kitaplar, 3. baskı, 2006, s.33-34.
3) Linda Gamlin, “Evrim”, çeviri: Aksu Bora, Tübitak yayınları, 8. baskı, 2001, s.36.
4) Richard Dawkins, “Kör Saatçi”, çeviri: Feryal Halatçı, Tübitak yayınları, 4. baskı, 2002, s.7.
5) Richard Dawkins, adı geçen eser (a.g.e.), s.95,51,385.
6) Paul Davies, “Son Üç Dakika”, çeviri: Sinem Gül, Varlık Yayınları, 1999, s.145-146.
7) Chris Horner, Emrys Westacott, “Felsefe Aracılığıyla Düşünme”, çeviri: Ahmet Arslan, Phoenix Yayınevi, 2001, s.261.
8) Andre Comte-Sponville, “Felsefeyi Takdimimdir”, çeviri: S. Seza Yılancıoğlu, Altın Kitaplar Yayınevi, 2006, s.95.
9) Andre Comte-Sponville, a.g.e., s.89-90.
10) Bertrand Russell, “Sorgulayan Denemeler”, çeviri: Nermin Arık, Tübitak yayınları, 19. baskı, 2005, s.169-170.
11) Irvin Yalom, a.g.e., s.23.