Kısa bir süredir tezim vesilesiyle Su riyeli mültecilerle tercüman eşliğinde psikoterapi çalışması yürüten psikoterapistlerin deneyimleri ile haşır neşirim. Ancak evvelinde, uzunca bir zamandır “yabancı olan”, “tuhaf olan”, “öteki olan” ile yakından ilgiliyim. “Kim bu yabancı?” sorusuna nerede olduğunu söyleyerek karşılık veriyorum: “İçimizdeki yabancı”.
İçimizdeki Yabancı, aynı zamanda bu yazıda sizlerle buluşturmak istediğim Arno Gruen’in bir kitabı. Gruen bu kitapta “yabancı”ya olan nefretimizin kökenleri hakkında belki de hiç bakmadığımız bir yeri, kendi içimizi işaret ediyor. Aslında “yabancı” diye addettiğimiz kişiden değil, kendi içimizde ona benzeyen şeylerden nefret ediyoruz. Ya da şöyle de denebilir, kendi içimizde ona benzer yanlar olduğu için ondan nefret ediyoruz. Yabancıyla benzerliğimiz arttıkça onu ötekileştirmemiz ve ona nefretimiz de artıyor. Nasıl, ilginç değil mi?
Psikanaliz bu görüşü destekler. Psikanalizin temellerini inşa eden Freud, biz insanların içimizdeki saldırganlığın kaynağının yine kendi içimizde bulunan korku olduğunu söyler. Kaynak, öfkelendiğimiz ve saldırmak istediğimiz dışardaki şeyde değildir; kendimizdedir. Benzer bir şekilde, savunma mekanizmalarından biri olan “projeksiyonun (yansıtma)” meselesi de aynı. Kendi içimizde olduğunu kabul etmekte ve orada tutmakta zorlandığımız duyguları karşımızdaki kişiye yansıtıp, sanki o öyleymiş gibi yaşantılıyoruz. Oysa yansıttığımız duygu her ne ise bize ait. Bize ait olan ama bizim için nahoş olan duyguyu muhafaza ettireceğimiz bir kap arıyor gibiyiz. Tehlikeli madde taşımak gibi, onu taşıyan kap biz olmak istemiyoruz.
Sullivan’ın teorisine (1953) göre benlik, diğerleri ile olan etkileşimlerimiz sonucunda oluşan bir örgütlenmedir. Bir kişinin diğerleri ile iletişim ve ilişki içinde yaşadığı deneyimler içselleştirilir ve “benliğin” parçalarına dönüştürülür. Sullivan, teorisinde “iyi ben”, “kötü ben” ve “ben değil” olarak adlandırdığı benlik durumlarının bu şekilde oluştuğunu iddia etmektedir. Bu benlik durumları- nı ayıran şey, bebeğin diğerleriyle etkile- şimlerini nasıl deneyimlediği olarak açıklanır. Bebek, kaygılarını sakinleştirmek ve hayatını sürdürmek için nasıl davranacağını öğrenen öz sistemler geliştirir. Bebeğin beslenmeye, dikkat çekmeye ve değer verilmeye devam ettiği öz sistem “iyi ben” olarak adlandırılır. “Kötü ben”, bebeğin kaçınmayı öğrendiği davranışları içerir. Gruen’in kitabından yola çıkarak vurgulanacak kısım olan “ben değil”, bebeğin, dışarıyla etkileşim sonucunda sosyal normlara uymadığını, diğerlerinin uygun karşılamadığını anladığı deneyimlerin bebekte yarattığı aşırı kaygıdan türeyen parçadır. Bu kaygı bebek için dayanılmazdır ve bu nedenle bebek bu benlik durumunda kalamaz. Bu kısmı kendi benliğinden ayırır ve böylece bu kısım, onun sahip olmadığı şeye dönüşür. “Bu, ben değilim!” (Pizer, 2019).
Bilhassa 2011 yılından sonraki süreçte, Türkiye’de Suriyelilere yönelik algının çok çeşitlendiğine şahit olmaktayız. Medyada bu algıya yönelik farklı söylemlere rastlamak mümkün. Hatta bırakalım medyayı, sokaktan geçen birini çevirseniz Suriyeli mültecilere yönelik en az bir fikri ve duygusu var. Nefret edeni, gitsinler diyeni, kızanı, bizi ekmeğimizden etti diyeni, acıyanı, yardım etmek isteyeni… Herkes kendi içindekini Suriyeliler üzerinden görüyor. Bu, bizim kendi içimizdeki “yabancı” ile nasıl başa çıktığımızın yansıması. Suriyeliler de bu ülkenin “yabancı”ları ve onların burada var olması bizim “içimizdeki yabancı”yı tetikliyor. Zira Sullivan’a göre benliğimizdeki o yabancı parçayı aşırı kaygılanarak kendimizden ayrıştırmış ve “ben olmayan / ben değil” yaparak bizdeki varlığını reddetmiştik. Şimdi Türkiye’de var olmaları, evimize gelmiş yabancılar gibi korkutuyor bizi. İnsanın evi, en derinde kendisi, işte bu yüzden de bu yabancılar, yeniden bizim içimizdeki varlığını hatırlatıyor. Freud’un “Das Unheimliche” makalesinde bahsettiği “tekinsiz” kapıyı çalıyor sanki. Tekinsizin ne olduğunu anlamak zor, ama kapsamlı bir anlayış yerine insanın içine işleyen bir hissi var, belki oradan tanıyoruz. Mesela ben bu yazıda mülteci olarak adlandırdım Suriye’den gelen bu insanları ancak ülkemizde mülteci statüsünde değiller. Geçici koruma altındalar. Göçmen desek değil, mülteci desek değil, geçici koruma altında olmaya dair bir sıfat yok, onları tek seferde tanımlayacak bir kelime yok. Adeta “ne idüğü belirsiz (!)” yani tam da “tekinsiz” konumundalar. İçimizde tutmakta zorlandığımız duyguları yansıtmaya ne de müsait bir kap!
Arno Gruen, İçimizdeki Yabancı’da Freud’un ve Sullivan’ın teorilerini daha da ileri götürüyor ve şunu iddia ediyor: Freud nasıl ki saldırganlığın kaynağının Ben’imizde olan bir korkuda yattığını söylüyordu oysa “kendi ben’imiz tamamen veya kısmen yabancılaştığı için korkumuzun sürekli kaynağı haline geliyor”.
Kitabının daha başında Gruen şu noktaya varmak istediğini söylüyor:
“Yabancılara duyulan nefretin, daima, insanın kendisine duyduğu nefretle bir ilişkisi vardır. Eğer insanların neden başkalarına acı çektirip onları aşağıladıklarını anlamak istiyorsak, önce kendi içimizdeki tiksindiğimiz şeylerle uğraşmalıyız; çünkü bir başkasında gördüğümüzü sandığımız düşmanı ilk olarak kendi içimizde aramak gerekir. İçimizdeki bu parçayı, bize onu hatırlatan yabancıyı yok ederek susturmak isteriz. İçimizdeki, bize yabancılaşmış parçamızı, ancak bu şekilde uzak tutabiliriz” (s. 9).
Ben, Gruen’in kitabındakileri aldım ve Suriyeli mültecilere yönelik tutumlara farklı bir gözle bakmak, meseleyi Gruen’in tuttuğu ışık ile okumak için kullandım. Ancak bu öyle bir kitap ki, okuyanı kendi gerçeğiyle temas etmeye ve bu temasın onu götüreceği konuları düşünmeye yönelik bir etkisi oluyor. Sizin derdiniz içinizde “ben değil” diye yaftaladığınız hangi özelliklere aitse, bu kitabı oradan okuyorsunuz. Kendi içimizdeki yabancıyla temasımız, münasebetimiz ne kadar gelişirse, o kadar iyi.
Kaynak: Pizer, B. (2019). Not Me: The Vicissitudes of Aging. Psychoanalytic Dialogues, 29(5), 536-542
İçimizdeki Yabancı, Arno Gruen, Çev. İlknur İgan, Çitlembik Yayınları, 2016, 306 s