Ender Helvacıoğlu
Yaşamın pek çok boyutu var; insan bu boyutların her birinde yaşar. Politik yaşamı vardır, meslek yaşamı, aile yaşamı, günlük yaşamı, düşünsel yaşamı, varsa sanatsal veya bilimsel yaşamı…
İnsanın bu yaşam alanlarının herhangi birinde her zaman doğru tutum alması olası değildir. Çalkantılar, bunalımlar, gidiş-gelişler, belirsizlikler, pişmanlıklar yaşar; irili-ufaklı bir sürü hata yapar; dersler çıkarır veya çıkaramaz… Yaşam böyle bir şeydir. Aslında deneyim dediğimiz şey, başarıların birikiminden çok, yapılan hatalardan çıkarılan derslerdir. Belli bir yaşa ulaşmış herkes, kendisiyle barışık olma olgunluğuna erişmişse eğer, bu yaşam alanlarının herhangi birindeki geçmişine dürüstçe yaklaştığında bunu görecektir. Örneğin birer sosyalist olarak hangimiz politik geçmişlerimizde hep doğru tutum aldığımızı iddia edebiliriz? Öyle olsaydı durum böyle mi olurdu? Ya özel hayatımızda, düşünsel yaşamımızda? İnsan bu muhasebeleri, “hadi bana eyvallah” demeden önce, mümkün olduğunca yapabilmeli. Yoksa başkaları yapar ve büyük olasılıkla yanlış yapar.
Hele insanın bu yaşam alanlarının tümünde birden hep doğru tutum alabilmesi, eğer bir Aziz veya Azize değilse, bu da yetmez Tanrı değilse, olasılık dışıdır. Hatta çok çelişik durumlar da yaşanabilir. Çok sevdiğiniz bir sanatçı uyuşturucu bağımlısıdır örneğin… Büyük bir zevkle okuduğunuz, dizelerini ezbere bildiğiniz bir şair, eşine düzenli olarak şiddet uygulamaktadır örneğin… Bilimsel devrimin simgesi olan bilimcimiz, zora geldiğinde bilimsel bulgularından vazgeçivermiştir örneğin… Büyük aydınlanma filozofumuz, siyahilere karşı ırkçılık yapmaktadır örneğin… Büyük düşünürümüz özel hayatında bir sürü haltlar yemiştir örneğin… Size büyük heyecanlar yaşatmış bir sporcu, bir tacizci çıkabilir örneğin… Örnek aldığınız, yolunu izlediğiniz politikacı, bir bakmışsınız narsist çıkmıştır örneğin… Emin olun, herkesin ama herkesin, yaşamın bütün bu boyutları göz önüne alındığında, mutlaka defolu tarafları bulunacaktır. Bırakın böyle ünlü kişileri, kendinize bakın dürüstçe; nedir vaziyet?
Peki, totalde nasıl değerlendireceğiz bu insanları? Bu soru zaten temel sorumuz; şimdilik bir kenarda kalsın.
***
İnsan yaşamının çeşitli boyutları olduğu gibi, bir de dönemleri var. Bir insanın 20’li yaşlarda yaptıklarıyla 40’lı-50’li yaşlarda yaptıkları aynı ölçütle değerlendirilebilir mi? Okumalarımızı çoğu zaman dincilerin Kuran’ı okuduğu gibi yapıyoruz. Zamandan azade mutlak doğrular içeren metinlermiş gibi… Genç Marx’ın yazdıklarıyla olgun Marx’ın yazdıklarını aynı ölçütle değerlendirebilir miyiz örneğin? Bu, Marx’a haksızlık olmaz mı? 1848 devrimlerini veya 1871 Paris Komününü yaşamış Marx’la yaşamamış Marx aynı olabilir mi?
Bırakın Marx’ı, kendinize bakın. 18-20 yaşlarda yaptıklarınızla/düşündüklerinizle olgun yaşlarda yaptıklarınız/düşündükleriniz ne kadar farklıdır değil mi? Farklı değilse, profesyonel bir desteğe ihtiyacınız var demektir zaten.
Demek ki bir insanı değerlendirirken onun yaşam dönemlerini, yaşamı içinde edindiği birikimleri dikkate almak gerekir. Koca adamı gençlik döneminde yaptıklarıyla değerlendirmek büyük haksızlık. Bunu da bir kenara not edelim.
***
İşin bir de tarihsel boyutu var; özellikle tarihsel kişilikleri ele aldığımızda. Kişiyi, yaşadığı dönemin koşullarından bağımsız olarak değerlendirebilir miyiz? Tarihselciliği (daha doğrusu tarihsel materyalizmi) göz ardı etmek bir aydın metafiziğidir.
Her düşünce, her eylem ve her kişi içinde yaşadığı maddi koşullarla sınırlıdır. Kimse, en ütopiklerimiz bile, çağını aşamaz; o çağın elverdiği koşullarla sınırlıdır. Olumluluğu/olumsuzluğu, ilericiliği/gericiliği yaşadığı çağın koşulları içinde değerlendirilmelidir. Geçmiş, bugünün ulaştığı birikimin bakış açısıyla değerlendirilemez. Spartaküs’ü sosyalist devrim hedefleyememekle, Marx’ı emperyalizmi görememekle, Newton’u göreliliği ve kuantumu keşfedememekle vb. eleştirmek saçma olur.
Kısacası, değerlendirmelerimizi yaparken tarihsellik ilkesini göz ardı etmek, bizi saçmalamaya götürür.
***
Peki, bir kişiyi değerlendirirken ölçütlerimiz neler olacaktır? Yukarıda yazdıklarımızdan da anlaşılabileceği gibi öznellik tuzaklarına çok açık, zor bir sorudur bu. Nispeten nesnel bir ölçüt, kişiyi esas olarak iddia sahibi olduğu alanda yapıp ettikleri ile değerlendirmek; diğer alanlarda ise yaşamını belirleyecek ölçüde büyük hatalar yapıp yapmadığına bakmaktır.
Güncel bir örnek olduğu için Erkin Koray’ı ele alalım. “Erkin Koray kimdir?” diye sorulduğunda hangi yanıt daha nesnel ve hakkaniyetlidir: “Anadolu rock akımının önde gelen temsilcilerinden popüler bir sanatçıdır” yanıtı mı, “MHP’li bir faşisttir” yanıtı mı? Evet, Erkin Koray bir zamanlar MHP’nin gecelerine katılmış, MHP’ye oy verme çağrısı yapmış bir kişidir. Ama onun yaşamının öne çıkan yönü MHP’liliği midir? Söylediği şarkılarda, yaptığı bestelerde, etnik Türk milliyetçiliğinin, faşizmin, ırkçılığın temalarını mı işlemiştir? Bize göre MHP sempatizanlığı Erkin Koray’ın bir defosudur. Ama onun yaşamını, kişiliğini belirleyen bir defo değil. Erkin Koray siyasi tutumuyla öne çıkmış bir kişilik de değildir; bu alanda hiçbir iddiası yoktur. Onun iddiası sanat ve müzik alanıdır. Ve o alanda da hepimizin yaşamına bir biçimde dokunmuş, herkesin haz duyarak dinlediği şarkılar bestelemiş, söylemiş popüler bir sanatçıdır. Politik tercihlerini beğenmeyebiliriz, kişiliğini dengesiz bulabiliriz, bu yönleri nedeniyle ondan pek hazzetmeyebiliriz, bunlar anlaşılabilir, ama “Erkin Koray faşistti” demek ne hakkaniyetli ne de nesnel bir tutum olur.
Örneğin Francis Bacon kimdir? Bilimsel devrimin felsefi temellerini ortaya koymuş, bilimsel yöntemin ilk kez sistematik ilkelerini oluşturmuş büyük bir düşünür mü; yoksa görevini sürekli kötüye kullanmış, dostlarını kayırmış, rüşvetçi bir adalet bakanı mı? İkisi de doğru. Peki, tarih hükmünü hangi noktada vermiş; biz bugün hangi yönüyle anıyoruz Bacon’ı? Üstelik Bacon’ın defosu da hayli belirleyici, yaşamının önemli bir yönü. Erkin Koray bari ne MHP yöneticiliği yaptı ne MHP’nin bakanı oldu ne de faşist katliamlara katıldı.
“Tanrı’nın iyi bir ruhu simsiyah bir bedene yerleştirebileceğini sanmıyorum” diyen Montesquieu… “Zenci mümkün olduğu kadar çok yiyen, buna karşılık çok az çalışan bir hayvandır” diyen Benjamin Franklin… Zencileri doğuştan “eksik akıllı” bulan Kant… Beyaz dışında hiçbir ırktan önemli bir eylem, düşünce, sanat, bilim insanı çıkmadığını söyleyen David Hume… Yassı burunları, düşük zekâlarıyla zencileri öteki insanlardan apayrı bir tür olarak gören Voltaire… Üstelik sosyalist parti kongresinde “ben önce bir Beyazım, sonra sosyalistim” diye konuşan Jack London… Bunların hepsini “kafatasçı, ırkçı, faşist” olarak mı tanıyoruz?
Galilei’yi “korkak bir oportünist”, Newton’u “şarlatan bir simyacı”, Lavoisier’i “kralcı bir devrim düşmanı” (Kafasını giyotine kaptırmıştır) olarak mı tanıyoruz? Kişilerin, esas katkı yaptıkları alanların dışındaki alanları ön plana çıkararak değerlendirirsek, emin olun kimse kalmaz. Buna sosyalist liderler, politikacılar, sanatçılar, edebiyatçılar, bilimciler de dahil. Hele bir de özel hayatlara girersek, hiç çıkamayız işin içinden…
Demek ki daha sakin, daha nesnel, daha tarihsel değerlendirmelere ihtiyaç var.
***
Tarih hükmünü verirken hem çok acımasızdır hem de çok hoşgörülü, vefalı ve vicdanlı. Burada tam tarif edemediğimiz -belki toplumun ortalaması tarafından belirlenen- bir eşik var. O eşik geçildi mi çöplüklerden çöplük beğen. Ama geçmediysen o eşiği, tarih çok affedicidir, seni müzesinin nadide bir köşesine koyar. “Akrebin gözleri”ni dinlerken coşuyorsak, “Fesuphanallah”ı dinlerken gülümsüyorsak, “Öyle bir geçer zaman ki”yi dinlerken anılara dalıyorsak, Erkin Koray o eşiği geçmemiştir; hatasıyla sevabıyla “iyi bilirdik” onu.
***
Bir noktaya daha değinmeden geçemeyeceğim: Bazı arkadaşların komünistliği, ancak, kendilerinden başka herkes ya kapitalist ya da kapitalizm uzlaşmacısı olduğu zaman kanıtlanabiliyor. Komünistliği, sadece kendilerinin ulaşabileceği ulvi bir pür-i paklık, ahlaki bir kimlik olarak anlıyorlar. İdeolojiler dünyasında, idealar dünyasında, mutlak doğrular dünyasında, olgular dünyasında değil “olması gerekenler” dünyasında yaşıyorlar. Oysa öyle bir dünyada ne bir grev olabilir ne de Haziran Direnişi gibi bir eylemlilik; çünkü bütün bunlar bin bir defoyla dolu. Ne kadar birleşmezlerse, benzemezlerse, kendilerini ne kadar ayırırlarsa o kadar komünist olduklarını sanıyorlar. Neredeyse, sosyalist bir ülkede yaşasalar, “sosyalizm kapitalizmle uzlaşmaktır, biz komünistiz” diyecekler.
***
Belki de en iyi ölçüt insanın kendisine bakmasıdır. Yaşamın pek çok alanında hiç mi defolu bir yanınız yok? Eğer yoksa, bu en büyük defo demektir. Hiç hata yapmamış bir insan, ne acı!