Ana Sayfa Dergi Sayıları 245. Sayı Yaşamımızın erken dönemleri neden önemli ve bu aslında ne demek?

Yaşamımızın erken dönemleri neden önemli ve bu aslında ne demek?

145
0

Irmak Gültekin Uysal

“Yaşamımızın ilk deneyimleri ‘hatırlanamaz ve unutulmazdır’.”
D. Watt, sinirbilim uzmanı

“Hatırlanamaz ve unutulmaz” ifadesi, başta çoğu kişiye anlamsız gibi görünmesi mümkün bir ifade olsa da gerçekte içerisinde pek çok biyolojik, teorik ve klinik bilgiyi barındıran oldukça kondanse bir ifadedir. Bir klinik psikolog neredeyse her seansta karşısındakiyle hatırlanamaz ve unutulmaz olanın peşine düşer ve bu malzemeyi hatırlanabilir, söze dökülebilir bir formda işlemeye çalışır. Ancak hatırlanamaz ve unutulmaz olanın peşine düşenler yalnızca klinik psikologlar değildir; tıp ve biyolojiyle kesişen başka birçok alanda da bu konunun izdüşümleri mevcuttur.

Anne karnı, bebeklik ve çocukluk gibi insan hayatının erken dönem yaşantılarının bedensel ve ruhsal önemi psikoloji, psikanaliz ve sinirbilim gibi disiplinlerde vurgulanmaktadır. Çünkü, ana rahmindeki ilk anılarımız bile hücresel ve bedensel düzeyde kendisine yer bulur ve organizmamızın nasıl gelişeceğini etkiler.

Örneğin, anne karnında yetersiz beslenme stresine maruz kalan ceninin önündeki yaşam konusunda bedensel varsayımlar biriktirdiği öne sürülmüştür. Zengin bir beslenme imkanına sahip olamayacağı varsayımıyla, elindekileri depolamaya kendisini programlayarak kaynaklarını en iyi şekilde kullanmaya odaklanabilir. Bu da, doğduktan sonra da yağ depolamaya yatkınlığını etkileyen bir faktör olabilir (Gluckman ve Hanson 2004; Entringer vd, 2012).

Bedensel ve ruhsal olan birbirinden ayrılamaz; ikisi sürekli etkileşim halinde bir bütündür. Zaten ruhsallığımız, psikanalitik teorilerde en başta Freud tarafından da belirtildiği gibi bedensel duyumlarımız ile oluşmuş ve gelişmiştir. Fizyoloji alanında yıllarca çalışmış olan Freud, ilkin bedenin olduğunu ve bedensel olan deneyimlerin içselleştirilmesiyle zihinsel olanın (ruhsallık, mental işlevler, iç dünya, ismine ne derseniz) şekillendiğini belirtmiştir. Daha sonra birlikte çalıştığı hastalarının bedensel semptomlarının da aslında zihinsel süreçleriyle ne kadar yakından ilgili olduğunu bularak çok önemli bir alanın kapısını açmıştır. Zihin ve beden sürekli etkileşir; biz hatırlasak da hatırlamasak da. Bedenin tuttuğu kayıtlar, hatırlamadığımız ama zihnimizle etkileşime giren pek çok anıya ev sahipliği yapar. Tabii bunun diğer tarafı da yani zihinsel olanın bedeni etkilemesi de yaşam ilerledikçe varlığını gösterecektir. Bu kısa açıklamanın ardından, yukarıdaki çalışmalarda öne sürülen verileri bu ceninin önündeki yaşamında nasıl bir ruhsallığı olacağı yönünden düşünmek de yerinde olacaktır. Bu denli eski ve bedensel bir bilgi, eğer dış dünyanın koşulları bu şekilde olmaya devam ederse, bu kişinin ruhsal olarak da kendisini güvende hissedebilmesi için eğilimi olabileceği bazı davranışları yorumlamamızı sağlayabilir. Burada bir nedensellikten ve kesinlikten söz etmek asla mümkün değildir; çünkü yazının başlangıcından beri vurguladığımız üzere insan bir etkileşimler bütünüdür; hatta denebilir ki insanın duyguları ve davranışları hem gen-çevre hem de gen-gen etkileşim etkilerinin ilişkisidir. Ancak, kişinin erken dönem yaşantılarının nasıl olduğunu özenlice incelemek -ki buna psikanalitik psikoterapilerde oldukça alan açılır- onun bugünkü duygu ve davranış örüntülerinin, hayatındaki “tekrar”ların doğasını anlayabilmek için elzem bir girdidir. Dolayısıyla, psikoloji ve psikanaliz ile sinirbilim ve tıp alanındaki çalışmalar bu konuda öne sürülenleri desteklemektedir: Erken dönem yaşantılarımız kendimizle ve ötekilerle ilişkilerimizi muhakkak etkiler.

Ancak, dikkate alınması gereken çok önemli bir nokta daha vardır ki bu da bu ilk yaşantıların etkilerinin geri dönüşsüz olmadığıdır. Yani elimizdeki bu bilgiler, erken dönem yaşantıların şimdiki ve gelecekteki halimizi belirleyip katı bir kesinlikte bıraktığı şeklinde yorumlanmamalıdır. Bu şekilde yorumlandığında başka önemli bir konuyu dikkate almamış, dolayısıyla eksik yorumlamış oluruz. Ayrıca, her şey belirlenmiş ve bitmiş olsaydı, bugün artık birikmiş sayısız çalışma ve klinik tecrübeyle işlerliği ve etkisi kanıtlanmış psikoterapiler nasıl etkili olacaktı? Neyse ki, umudumuzu koruyan ve kendi kendimizin sorumluluğunu alabilmeye bizleri cesaretlendiren bir kavram olarak “beyin plastisitesi” var.

Peki, plastisite nedir ve nasıl çalışır? Kısaca özetleyelim.

İnsan beyninin “plastikiyet” özelliği, yeni deneyimlerle beyinde yeni yolaklar geliştirebilme ve sorunlu olanları da tamir edebilme gücü taşır.

Biyolojik bir fenomen olarak üç çeşit plastikiyetten bahsedilir: gelişimsel plastikiyet, modülasyonel plastikiyet ve onarıcı plastikiyet (Malabou, 2016, s.47). İlk ikisi birbirleriyle yakından ilişkili türlerdir. Her ne kadar beynimizin nöronal bağlantıları önceden belirlenmiş genetik faktörlerle bağlantılı olsa da, doğduğumuzda beynimiz son halini almamıştır. Hatta, ilk kez duyanlar için şaşırtıcı olacaktır ki, doğumdan sonraki ilk 6 ayda hızlıca “nöronal ölüm”ler gerçekleşir. Bu hücre ölümleri, o bireyin beyninin kendi kendisini biçimlendirmesinde etkilidir. Artık adeta bir sanat yapar gibi beyin, çevresel etkenlerin de genlerle etkileşimiyle kendisini yontar. İşte doğumun hemen ardından dış dünyayla kurduğumuz ilişki, bu sebeple de çok önemlidir. Eğer yeterince iyi bir bakıma, sevgiye, ilgiye, beslenmeye, şefkatli dokunuşlara sahip bir çevreyle etkileşim içindeysek, genetik olarak bazı ruhsal rahatsızlıklara yatkınlığımız ne kadar kuvvetli olursa olsun, semptomları hiç göstermeyebiliriz. Yeni kurulacak nöronal bağlantılarımız, bu yeterince iyi çevreyle desteklenerek bize sağlam bir altyapı oluşturur. İlgilenenler için, bu yazının spesifik konusu değil ama anlattıklarımızla ilgili olduğu için, “yeterince iyi” kavramı ünlü çocuk doktoru ve psikanalist Donald Winnicott’un önemli kavramlarındandır.

Üçüncü plastikiyet özelliği yani onarıcı plastikiyetse, nöronal yenileme veya birtakım lezyonlar sebebiyle meydana gelen sorunları tamir veya telafi edebilme özelliğidir. Bu özelliğin meyvelerini, nöropsikoloji alanında ve spesifik olarak afazi rehabilitasyonunda çalışan psikologlar ve nörologlar her gün görürler. Örneğin, bir kafa travması, kan pıhtısı veya tümör gibi sebeplerle afazi gelişen kişilerde, düzenli afazi rehabilitasyonu ile yazı, okuma ve konuşmanın düzelebildiği (ne kadar düzeldiği hastanın durumuna bağlı olarak değişebilir) görülmektedir. Çünkü, zarar görmüş bağlantıların olduğu dokuların yerine plastisite sayesinde beyin, telafi edici nitelikte yeni yolaklar geliştirmekte ve böylece hasta, kaybettiği becerisini yeniden telafi edebileceği yeni nöronal bağlantılara sahip olabilmektedir. Ülkemizde Prof. Dr. Öget Öktem Tanör, aynı zamanda Türkiye’nin ilk nöropsikoloğudur, uzun yıllardır bu alanda afazi hastalarıyla çalışmakta ve alanla ilgilenen pek çok öğrenciye de gözlem imkânı sunmaktadır.

Beynimizle Ne Yapmalıyız isimli kitabın yazarı Catherine Malabou, “İnsanlar kendi beyinlerini yaparlar ama yaptıklarını bilmezler. Beynimizin plastikiyetinden tamamıyla bihaberiz.” diyor. Bu da bizi hem kümülatif çalışmaların ışığında hem de her gün yürüttüğümüz psikoterapi seanslarının tecrübelerinde şuna götürüyor ki, insanın kendi erken dönem hikâyesini derinlemesine anlama çabası eğer hem bu hikâyeyi hem de içsel arzularını sahiplenebilmesi ile birleşirse iyileşme dediğimiz şey gelecektir. Hatta, kişinin iyileşme ile en başta kastettiği şey, sürecin çok küçük bir çıktısı olarak kalabilir, çünkü bu süreç belki başta hayal etmediği başka çıktılara da gebedir.

Tam da bu noktada vurgulanmalıdır ki kuracağımız yeni ilişkiler, tecrübe edeceğimiz yeni deneyimler ve bunların bizim bedensel özelliklerimizle etkileşimlerinin etkisi, biz canlılığımızı yitirene kadar devam eden bir süreçtir. Hayatın bize getirdikleri değiştikçe, bedenimizle etkileşir ve biz de değişiriz. Fakat hayatın bize getirdikleri de bizim kendi aktif konumumuz ile değişir. Kendi etkinliğimizi kabul etmek ve sahiplenmek, gerçekten değişim getirebilir. İşte, bir klinik psikolog ve psikoterapist olarak kendi alanımla ilgili de bir cevabı tüm bunlar özelinde belirteyim ki iyi ve nitelikli bir psikoterapi, bu sebeple işe yarar. Psikoterapiyi iyi bilen, etik ilkelere bağlı ve uzman bir psikoterapist ile bir psikoterapiye başlamak demek, uzmanın psikoterapideki teorik yaklaşımı her ne olursa olsun yeni bir ilişki demektir. Bir ilişki ise plastikiyet özelliği sayesinde her zaman yeni bağlantılar kurma ve zarar görmüş olanları telafi edebilme potansiyeli demektir.

Bu konular ilginizi çektiyse, bu yazının da esin kaynağı olan iki kitap önerisi ile bitirelim: Bir tanesi, Sue Gerhardt’ın Sevgi Neden Önemlidir? isimli kitabı. Anne karnından itibaren insanın ruhsal ve fiziksel gelişiminde bu konuların yerini akıcı ve anlaşılır bir dille inceliyor. Diğeri ise Catherine Malabou’nun Beynimizle Ne Yapmalıyız? adlı kitabı. Bu kitap da nöroplastisiteyle tanışmak için iyi bir kaynak olabilir.

-Sue Gerhardt, Sevgi Neden Önemlidir?, Çev. Bahar Tırnakçı, Yapı Kredi Yayınları, 2019.

-Catherine Malabou, Beynimizle Ne Yapmalıyız?, Çev. Selim Karlıtekin, Küre Kayınları, 2016.