“Grubun kuruluş fikri 2002 yılında, Divanyolu’ndaki bir kahvede doğdu. Bu kahve, Kimyager Derviş Paşa’nın mezarının ve Sultan II. Mahmud ve Sultan Abdülhamid’in türbesinin bulunduğu mezarlığın bahçesinin Cağaloğlu tarafındaki kahvedir. Bu kahvede Prof. Gediz Akdeniz ile dünya üniversitelerindeki bilim tarihi öğretimini; Amerika’daki üniversitelerin açtığı bilim tarihi programlarında bilim felsefesi ve bilim sosyolojisiyle ilgili derslerin de yer aldığını konuşuyorduk. O sırada Gediz Bey, bu konuların adını taşıyan bir çalışma grubu niçin kurmayalım dedi. Fizikçilerin çalışma grupları var, bunlar toplantılar düzenleyip, konuya merak duyan veya araştıran kişileri bir araya getiriyorlar, birbirleriyle tanışmalarını sağlıyorlar dedi. Bu düşünce, sonraki günlerde Şafak Ural’a açıldı. Nihayet, Gediz Akdeniz, Feza Günergun, Ümit Serdaroğlu, Korkut Tuna ve Şafak Ural’dan oluşan çekirdek grup 2002 yılı sonunda toplandı ve bu grup Haziran 2003’te Assos’ta çalışma grubunun ilk toplantısını yapmayı kararlaştırdı.”
Feza Günergun “Bilim Tarihi, Felsefesi ve Sosyolojisi Çalışma Grubu”nun kuruluş öyküsünü böyle anlatıyor. Bu satırları, grubun kuruluşunun ardından geçen yaklaşık bir buçuk yılın sonunda, 18-20 Haziran 2004 tarihleri arasında Assos’ta gerçekleştirilen “Bilim Tarihi, Felsefesi ve Sosyolojisi Çalışma Grubu” 2. Ulusal Sempozyum’un toplantılarının yapıldığı salonun girişinde açılan defterin ilk sayfalarında okudum. Sempozyum sonunda İstanbul’a dönmek üzere otobüse bindiğimde ilk aklıma gelen yine bu satırlar olmuştu, madem bu kadar kolay ve güzel olabiliyor ne diye bu kadar zorlanıyoruz diye düşünmeden edemedim.
“Bu kadar kolay olabiliyor” derken kimseye haksızlık etmek istemem, elbette bizim bu kolaylığı yaşamamızın ardında çok az sayıda insanın muazzam emekleri var. Ancak istenirse oluyormuş demekten de kendimi alamıyorum.
Ülkemizde genel olarak bilim alanındaki çalışmaların ne düzeyde ilerlediği herhalde Bilim ve Gelecek okuyan herkesin zaman zaman tartıştığı bir sorundur. Doğruluk payı olmakla beraber, bu tartışmalardan çıkan en kolay saptama yeterince kaynak ayrılmaması nedeniyle çalışmaların belirli bir seviyenin üstüne çıkamıyor oluşudur. Kesinlikle konuya yeterince duyarlılık göstermeyen yöneticileri aklamak gibi bir amacım yok, onların en hafif ifadeyle bir boşluk bıraktıkları açık. Ancak Assos dönüşünde bunun arkasına sığınıp “elden gelen bir şey yok” diyenlere, özel üniversitelere kaçanlara ya da şirketlere proje üretme yarışına girenlere karşı “onları da anlamak gerek” yaklaşımımın tamamen törpülendiğini söyleyebilirim.
“Bilim Tarihi, Felsefesi ve Sosyolojisi Çalışma Grubu” 2. Ulusal Sempoyumu 18-20 Haziran Tarihleri arasında Çanakkale Assos’ta gerçekleştirildi. İki gün boyunca yaklaşık 30 kadar sunuşun yapıldığı sempozyumda 4 tane de poster bildiri sunuldu (Bildirilerin ve katılımcıların tam listesi Bilim ve Gelecek’in 4. sayısında yayımlanmıştı). Tüm bu bildirileri ve en az bildiriler kadar geniş bir yelpazede sürdürülen tartışmaları bir dergi sayfası içerisinde, özetlemeye bile imkânımız olmayacağı herhalde anlayışla karşılanacaktır. Ancak yine de kimi bildirilere ilişkin bilgilendirici olmasını umarak birkaç satır yazma ihtiyacı hissediyorum.
Aynı zamanda sempozyumun açılış sunuşu olan, Erdal İnönü ve Harun Doğan’ın ortak çalışması, “Türk Bilimcilerinin adlarıyla anılan bazı buluşlar” başlıklı çalışma henüz tamamlanmamış olmakla beraber önemli bir inceleme olarak dikkat çekiyordu. Bununla ilgili Erdal İnönü’nün de sunuşunda belirttiği bir noktanın altını çizmekte yarar var: Bir buluşun isminizle anılması, buluşunuzun çok önemli bir boşluğu kapattığı anlamına gelmiyor, kimi zaman böylesi çalışmalar yapmanıza rağmen isminizle anılmamasına karın “daha az önemli” çalışmalarla isminizin bilim literatürüne geçmesi mümkün. Adı geçen çalışmayı bunun örnekleri açısından değerlendirmek anlamlı olur.
Beno Kuryel’in sunumunda, üstelik somut bir alternatif geliştirmemeyi tercih ederek, “akademik alanda hakim olan mevcut paradigmanın tartışılması” teziyle, iki gün boyunca belki de en çok tartışılan tezlerden birisini ortaya atmış olması benim açımdan oldukça ilginçti. Bu refleksin mevcut paradigmanın korunması olarak okumak istemiyor oluşum ise belki fazla saf bulunsa da böylesi bir toplantı çerçevesinde diğeri içimden gelmiyor.
Osman Demircan’ın “Astrolojide Kavram Kargaşası ve Yanlışlar” başlıklı sunuşu eksik bilimsel bilginin, insanların umutlarını ve arayışlarını bilinçli olarak yanlış kanallara akıtmasında nasıl kullanılabileceğini ve bu kullanımın etkisinin yaygınlığını göstermesi açısından oldukça anlamlı bir çalışma olarak kaydedilebilir.
Feza Günergun’un Şeref Etker ile ortak çalışması “Truva’da ünlü bir hekim: Dr. Rudolph Virchow” bir bilim insanının çevresiyle ve doğayla kurması gereken ilişki açısından örnek alınması gereken bir bakışın tanıtılması açısından orijinal bir çalışma örneğiydi.
Dost dergi Matematik Dünyası’na da karikatürleriyle katkı yapan Tayfun Akgül “Bilim ve Mizah” başlıklı çalışmasıyla hiç tartışmasız sempozyumun en neşeli sunumunu gerçekleştirirken, mizah dilini kullanarak bilim ve bilim insanı kimliği açısından tartışılması gereken eleştirel değerlendirmelerle sempozyuma önemli bir katkı yapmış oldu.
Her ne kadar “ulusal” sıfatıyla anılsa da sempozyumun uluslararası konukları da vardı. Eftymios Nicolaidis ve Fotini Assimacopoulou sempozyuma Ege’nin öteki yakasından katılan misafirlerimizdi ve ayrı ayrı sunumlarıyla sempozyuma katıldılar.
Sempozyumun en verimli taraflarından birisinin farklı disiplinlerde çalışma yürüten bilim insanlarının konulara yaklaşımlarında değişik bakış açılarını sergilemeleriydi, bunun önemli bir zenginlik olduğunu düşünüyorum. Multidisipliner çalışmaların ne kadar faydalı olduğu gerçeği bu sempozyuma katılan herkesin üzerinde ortaklaşacağı bir başlık olsa gerek.
Son olarak, bu sempozyumun düzenlenmesinde emeği geçen herkese teşekkür etmek gerekiyor.