2003 yılı kazı ve arkeolojik araştırma sonuçlarının değerlendirildiği Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu’nda 251 bildiri sunuldu. 1979 yılındaki ilk sempozyumda 38 bildirinin sunulduğu düşünülürse, Türkiye arkeolojisinin en azından araştırma sayıları bakımından 6 kat büyüdüğü söylenebilir. Ancak kazı ve araştırma alanlarını haritaya yerleştirdiğimizde, Türkiye coğrafyasının büyüklüğüyle aynı oranda olmadığını görebiliriz. Türkiye’nin arkeolojik envanterinde hâlâ büyük boşluklar var.
Berkay Dinçer
İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Yükseklisans öğrencisi
Türkiye’de düzenlenen bilimsel etkinlikler içinde çok önemli bir yere sahip ve artık gelenekselleşmiş olan Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu’nun 26.’sı 24-28 Mayıs 2004 tarihlerinde, Konya’da, Selçuk Üniversitesi’nin ev sahipliğinde gerçekleştirildi. 1979 yılında 38 bildirinin sunulduğu ve o yıldan sonra kesintisiz olarak her yıl yapılan sempozyumun bu yılki programında 251 bildiri vardı. Bu rakamdan yola çıkarak, Türkiye arkeolojisinin son 25 yılda en azından araştırma sayıları bakımından 6 kat büyüdüğünü söyleyebiliriz. 2003 yılında Türkiye topraklarında 97 yüzey araştırması ve 235 kazı gerçekleştirildi. Ancak kazı ve araştırma alanlarını bir haritaya yerleştirdiğimizde, Türkiye’nin arkeolojik araştırma sayısının, coğrafyasının büyüklüğüyle aynı oranda çok olmadığını görebiliriz.
Günümüz dünyasında, ilgi yoğun bir biçimde uygarlığın doğduğu topraklara, dolayısıyla Türkiye’nin geçmişine de yöneliyor. Türkiye’de de insanlar, Anadolu’nun kültür tarihine merak duymaya başladı. Ama günümüzde topraklarımızın, en azından tarihöhcesi arkeolojisiyle ilgili olarak hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bölgeleri, hakkında “az çok” bilgi sahibi olduğumuz bölgelerinden çok daha fazla. Evrim sürecinde Afrika’dan yola çıkıp tüm dünyaya yayılan atalarımızın ilk uğradığı yerlerden biri olan Türkiye’de, Paleolitik Çağ’dan Osmanlı’ya kadar kültür tarihinin tüm süreçleri hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olduğumuz tek bir bölge bile yok. Coğrafyamızla ilgili olarak bugün sahip olduğumuz arkeolojik bilgiler, kültürlerin kronolojik ve mekânsal ilişkilerini tamamıyla açıklamaktan ne yazık ki uzak.
Türkiye’nin Doğa Tarihi
Bursa’da bulunan ve Ankara Üniversitesi’nden bir ekip tarafından kazısı geçekleştirilen Paşalar adlı fosil yatağı, Miosen Dönem’in ilk yarısına, yani 15 milyon öncesine tarihlenmekte. Paşalar’da yapılan kazılarda, bu dönemde tropik/yarı-tropik, günümüzde Hindistan’ınkine benzeyen çevresel koşullarda yaşamış; Avrupa, Asya, Afrika ve Kuzey Amerika’daki fosillerle benzerlik gösteren 58 türe ait hayvan fosili bulundu. Bunların içinde belki de en önemlileri, o dönemde yaşamış olan hominoid türlerinin fosilleri. Miosen Dönem’de Bitlis Okyanusu’nun kapanmasıyla birlikte, hominoidlerin de Afrika’dan Anadolu’ya göç etmesi olanaklı olmuştu.
Çankırı’da bulunan Çorakyerler fosil yatağı ise, Miosen Dönem sonlarına, 7.5 milyon yıl öncesine tarihleniyor ve burada da hominoid fosilleri var. Bu fosil yatağının üzerine inşa edilen çok katlı bir bina, doğa tarihimizin nasıl tahrip edildiğinin de bir göstergesi. Tüm dünyada hominoid fosilleri barındıran buluntu yerleri sayıca çok azken, Türkiye’de bunları içeren toplam 4 buluntu yerinin olması; bu toprakların doğa tarihinin de büyük önem taşıdığını gösteriyor. Ancak Türkiye’de bu konuya gösterilen ilgi yeterli değil. Türkiye’nin henüz bir ulusal doğa tarihi müzesi yok, bu önemli buluntular arkeoloji müzelerinde, kendilerine ayrılan ufak vitrinlerde sergilenebiliyor. Günümüzde insanın doğa üzerindeki olumsuz etkileri arttıkça, geçmişte nelerin olduğunu anlayabilmek de, çözümler üretmek açısından büyük öneme sahip.
Paleolitik Çağ
Türkiye’de uzun yıllardır disiplinli bir şekilde sürdürülen ve Paleolitik Çağ’a ait tabakaların gün ışığına çıkarıldığı en önemli kazı, şüphesiz Karain Mağarası (Antalya) Kazısı. 2003 yılında Karain Mağrası’nın E ve B gözlerinde çalışıldı. Geçen yıl Karain Mağarası’ndaki en önemli keşif, Alt Paleolitik Çağ’dan Orta Paleolitik Çağ’a geçiş dönemine ait tabakalarda kalker aletlerin kullanıldığının anlaşılmasıydı. Kalker, Paleolitik Çağ’da yaygınca kullanılmış bir hammadde değil. Dolayısıyla bu tür bir işleyimin fark edilmesi de oldukça güç. Bu işleyimdeki aletler, çoğunlukla Clacton ve Tayac yöntemlerine göre yapılmış yongalardan oluşuyor.
Üçağızlı Mağarası’nda (Hatay) gerçekleştirilen kazılarda ise, Orta Paleolitik Çağ’dan Üst Paleolitik Çağ’a geçiş dönemine ait tabakalar açığa çıkarıldı. Yaklaşık 28-44 binyıl öncesine tarihlenen bu dönemde bölgede yaşamış insanların morfolojisi hakkında, ne yazık ki fazla şey bilinmiyor. Üçağızlı Mağarası’nda yaşamış insanlara ait diş buluntularından anlaşıldığı kadarıyla, bu insanlar bizim türümüz olan Homo sapiens sapiens’ler. Üçağızlı Kazıları, özellikle bu döneme ait bir insan fosili bulunması amacıyla gerçekleştiriliyor.
Türkiye’nin Paleolitik Çağ açısından büyük bir potansiyeli olmasına karşın, ne yazık ki, bu dönemi yeterince iyi araştırılmıyor. Paleolitik Çağ buluntuları, çoğunlukla insanların kullandığı taş aletler ve çeşitli hayvan kemiklerinden fazlası değil. Dolayısıyla bunları anlamak ve popülerleştirmek, görkemli tapınakların, mimari unsurların ve göze hoş gelen çanak çömleklerin olduğu Neolitik Çağ ve sonrasındaki dönemlere göre çok daha zor. Türkiye’de arkeologlar arasında bile, insanın insan olduğu, geçmişin bu en uzun dönemiyle fazla ilgilenilmiyor. Türkiye arkeolojisinde Paleolitik Çağ’a yönelik araştırmaların yoğunlaşması büyük bir ihtiyaç.
Neolitik Çağ ve sonrası
Son yıllarda medyada en çok haberi çıkan buluntu yerlerinden biri de, Göbekli Tepe (Şanlıurfa). Göbekli Tepe’de Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’a ait birçok yuvarlak yapı bulundu. Bazı yapıların çapı 25-30 metreyi buluyor. Geçen yıl gerçekleştirilen jeomanyetik araştırma, henüz kazılmayan alanlarda da bu tür yapıların bulunduğunu gösterdi. Bu yapıların duvarlarında sütunlar bulunuyor, merkezlerindeyse 2 adet bağımsız sütun var. Bu sütunların üzerinde bazen çeşitli motifler ya da hayvan betimleri yer alıyor. Göbekli Tepe’deki bu buluntular, dünyanın bilinen en eski tapınaklarına ait. Göbekli Tepe’nin, Fırat ve Dicle Irmakları arasında ve Suriye’yi de kapsayan büyükçe bir bölgede önemli bir merkez olduğu düşünülüyor.
2003 yılında kazı çalışmaları sona erdirilen bir yerleşme olan Musular (Aksaray), İç Anadolu’nun da ayrı bir Neolitik kültür bölgesi olduğunun anlaşılmasını sağlayan Aşıklı Höyük’ün çok yakınlarında bulunuyor. Aşıklı Höyük’ün son evrelerinde ve Aşıklı Höyük terk edildikten sonra, bölgede anakaya üzeri yerleşmeler kullanılıyor (Musular, Gedikbaşı, Yellibelen ve Ven 7 gibi). Bunlar bir anlamda Aşıklı’nın “uydu yerleşimleri”. Musular kazısının çözmeye yöneldiği sorunlardan biri de bu değişimin nedenleri. Musular’da bulunan yapıların hepsi, ortak kullanıma yönelik “özel” yapılar. Musular’da işlik, çöplük gibi alanlar da yok. Musular’da obsidiyen işlemeye yönelik bir işlik alanı da bulunmamış ve bulunan obsidiyen aletler çoğunlukla kullanılmamış. Kemik toplulukları içinde hayvanların kafatasları gibi bazı bölümleri bulunmuyor. Yerleşmede bulunan büyük miktardaki kemik toplulukları burasının sığır avı, avın kesimi ve paylaşımıyla ilgili işler için kullanıldığını düşündürüyor.
Güneydoğu ve Orta Anadolu’daki Neolitik çekirdekler belli bir aşamaya kadar kendi başlarına geliştikten sonra, komşu bölgelerle ilişkiler kurdular. Neolitik yaşam tarzının Avrupa’ya doğru yayılmasında en kritik noktalardan biri de Türkiye Trakyası’ydı. Günümüzde Trakya’da kazılan en önemli tarihöhcesi buluntu yeri, Aşağı Pınar (Kırklareli). Geçtiğimiz yıllarda kazısına ara verilmesi düşünülürken, çıkan buluntular nedeniyle kazıya devam edilmesi kararı alındı. Bu buluntuların başında, MÖ 6200 yıllarına tarihlenen bir yapı geliyor. Bu yapı kalın ahşap direklerle yapılmış ve kendi içinde de küçük bölümleri olan 3 büyük bölmeden oluşuyor. Bu bölümlerden birinde, bir dokuma tezgâhına ait kalıntılar bulundu. Yapının içinde çeşitli depolama birimleri de saptandı. Ahşap ya da deri kapların ağzını kapamak için kullanılabilecek kapamalar, yapının bir yere yollanacak ya da bir yerden gelen ürünler için bir depo olduğunu düşündürüyor. Böyle düşünülmesinin bir nedeni de, depolama ünitelerinin bir ailenin bir yılda tüketebileceğinden fazlasını saklayabilecek kadar geniş olması. Yapının bir köşesinde, 11 adet kült kabı bulundu. Üzerine bir nesnenin de oturtabileceği bu ayaklı kaplar, bugüne dek pek bilinmeyen bir kültle ilgili.
Sorunlar
Sempozyumu konu edinirken, araştırmalarda ulaşılan sonuçların yanında, mutlaka Türkiye arkeolojisinin sorunlarına da değinmek gerekiyor. Yasalar gereği tüm Türkiye’deki arkeolojik araştırmalar Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın denetimindeyken, şüphesiz sorunlar deyince, ilk sırayı Bakanlık’la yaşananlar alıyor. Geçen yıl pek çok kazı ekibi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izinleri geciktirmesinden dolayı çalışmalara ya çok geç başlayabildi, ya da izin gelene kadar “kazı sezonu” diyebileceğimiz yaz ayları bittiği için kazı yapamadı. İzinlerin gecikmesi artık kronikleşti. Bu yıl sempozyumda yapılan açıklamalardan da anlaşıldığı kadarıyla; Bakanlık, kendisini de bürokratik olarak zorlayan kazı izinleri sorununu çözmenin yolunu, kazı sayısını azaltmak olarak görüyor. Hatta bunu sağlamak için, katılımlı müze kazılarının 2006 yılına kadar bitirilmesini öngörüyor. Ancak bu sorunu çözmenin şimdilik en makul yolu, izinleri yalnızca 1 yıllık değil de, örneğin 2 ya da 3 yıllık olarak vermek. Bu bakanlık bürokrasini de, kazı izni için bekleyen bilim insanlarını da bir süreliğine rahatlatabilir.
Bakanlıkla ilgili pek çok sorunun temelinde, doğru bir kültür politikasının saptanamaması ve uygulanamaması yatıyor. Bakanlık arkeolojiyi ve bir bütün olarak kültür tarihini, Türkiye halkına kimlik kazandıran, onu zenginleştiren bir unsur olarak değil de; müzeye konacak, müzeyi gezecek turistten gelir elde edilmesini sağlayacak bir sektör olarak görüyor. Bunun en büyük göstergesi, yurtdışına kaçırılmış tarihi eserleri geri getirtmek için aşırı düzeyde çaba harcanması. Oysa buna harcanan ödenek ve çabanın küçük bir bölümü Türkiye arkeolojisi için kullanılsa, bu alandaki önemli eksiklikler kapatılabilir.
Örneğin, Türkiye’de arkeolojinin artık vazgeçilemez yöntemlerinden biri olan karbon 14 yöntemini uygulayan bir laboratuvar yok. Bütün kazılar, karbon örneklerini yurtdışına gönderiyor. Hatta bu yöntemin getireceği maliyeti karşılayamadığı için, oldukça önemli bir İlk Tunç Çağı yerleşmesi olan Küllüoba’nın (Eskişehir) arkeometrik tarihlemesi bugüne dek yapılamadı. Arkeolojiyle ilgili pek çok teknolojik gelişme de, Türkiye’de yaygın biçimde kullanılamıyor. Örneğin Troia’da (Çanakkale) geçen yıl yapılan jeomanyetik araştırma, neredeyse 130 yıldır üzerinde çalışılan yerleşmenin ancak yüzde 5’inin kazılabildiğini ortaya çıkardı. Pek çok buluntu yerinde, uygulaması kazıdan çok daha ucuz olan bu tür yöntemler verimli bir biçimde kullanılmıyor. Türkiye arkeolojisinin gelişmesi için teknolojik olanakların yaygınca kullanılmasının yolunu açacak biçimde, arkeometri çalışmalarının kurumsallaşması gerekiyor.