Ortaokul yıllarında tarih dersi sınavlarında, farklı uygarlıklara ait kalıntı alanlarında ne bulunduğu sorulduğunda, hep aynı cevabı verirdim: “Çanak-çömlek, ok-mızrak”. Çünkü o yaştaki kavrayışımızla tarih, savaşların ve kahramanların tarihiydi. Kültür ve uygarlık tarihi, “gerçek tarih”in bir yan ürünü gibi görünürdü bize. Zaten tarih kitaplarının en temiz sayfaları da kültür tarihi sayfaları olurdu. Kim ne yapsın “çanak çömlek” kalıntılarını… Ancak bu tarih anlayışı, ilköğrenimini 12 Eylül’den az sonra sürdürmüş kuşakların maruz kaldığı resmi bir tarihten başka bir şey değildi. “Çanak-çömlek” işlerine dudak büken sadece bizler değildik. “Milli Tarih” kitaplarının yazarları da üç aşağı beş yukarı benzer durumdaydılar. Kitapların kapağına konmuş şahlanmış at üzerindeki padişah resimleri, yazarların gözlerini de okurların gözlerini de aynı yere çeviriyordu.
5 ciltlik bir tarih kitabı için oldukça yüksek bir sayıda, 7 kez basılan Türkiye Tarihi, işte bu tarih anlatımına karşı 1980 yılında başlayan kolektif bir çabanın ürünü. Yazımı Prof. Dr. Sina Akşin tarafından örgütlenen ve bir dizi gecikmenin ardından 5 cilt olarak yayımlanan kitabın alternatif bir ders kitabı olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Ancak bu ifade, kitabın derinliğinin gözden kaçırılmasına yol açmasın, aynı zamanda her bölüm ele aldığı konuyla ilgili dikkate değer tezler içermektedir. Kitabın Sina Akşin dışındaki yazarları şunlar: Halil Berktay, Ümit Hassan, Ayla Ödekan, Metin Kunt, Suraiya Faroqhi, Hüseyin Yurdaydın, Zafer Toprak, Cemil Koçak, Hikmet Özdemir, Korkut Boratav, Selahattin Hilav, Murat Katoğlu ve Bülent Tanör.
Kitabın adı Türkiye Tarihi olarak konulmuş olmasına rağmen, içerik Orta Asya’dan başlamakta ve kitapta Türkiye’nin Türkler’in yerleşmesinden önceki dönemi ele alınmamaktadır. Ama diğer yandan Orta Asya’dan çıkar diğer toplulukların (Türkiye Türkler’i dışında kalan toplulukların) tarihi de kitabın kapsamının dışında kalıyor. Bu ele alışın “Milli Tarih” ile paralellikler taşıdığını belirtmeliyiz. Çünkü “Milli Tarih”e göre Türkler, Orta Asya’da birkaç “devlet” kurduktan sonra iklim vs. dışsal etkenler nedeniyle batıya doğru yola çıkmış ve Orta Asya’da vaktiyle sergiledikleri “devlet kurma” yeteneklerini şimdi bizim yaşadığımız coğrafyaya doğru taşımışlardır. Tarihin akışına ilişkin bu ortak yaklaşıma karşın Türkiye Tarihi, her bölümdeki tezleri ile ondan ayrışmaktadır. Nedir bu ayrışmanın temel unsurları?
1. Türkler “genç” bir “kavim”dir
“Milli Tarih”in anlatageldiğinin aksine Türkler tarih sahnesindeki yerini, birçok başka coğrafyadaki örneklerin aksine oldukça geç almış bir kavimdi. Türk kavimlerinin durumu 5 binyıldan bu yana gürül gürül akan bir ırmak olmaktan çok birbirleriyle ve başkalarıyla karışıp ayrılan onlarca dereye benzemektedir. Bu derelerin her birinin kendi tarihleri olmuş ve tüm kolların ortak dünyasından hiçbir zaman bahsedilememiştir. Belki kısmen Orta Asya’daki kabile federasyonları zamanında, ancak bu da oldukça belirsiz bir bütünlüktür. Nitekim tüm bu kabile federasyonları, kırılgan iktidar yapılarına itiraz eden kabile dayanışmaları ile yıkılmıştır.
Birbirleriyle mücadele içindeki Türk kavimlerinin uygarlığa geçmekte gecikmeleri, göçebe hayvancılığa dayalı üretim faaliyetinin zorunlu bir sonucuydu. Göçebelik bu kavimlere belirli bir askeri üstünlük vermekle beraber, yerleşik yaşama bağlı uygarlığın gelişmesini sekteye uğratmıştır. Ancak Türk kavimleri aynı zamanda demiri işlemeyi ve kullanmayı da biliyorlardı. Yani yerleşik yaşama kendi gelişmelerinin sonucunda yaklaşmakta olan bir topluluktu. Bu dönemi Sina Akşin “Türkler’in ilkçağı” olarak adlandırmaktadır.
İlkçağdan çıkış, Batıya doğru bin yıllar süren göçlerle kimi zaman göçenlerin gittikleri bölgelerdeki toplumsal sisteme eklenmeleri ve asimile olmaları, kimi zaman da gittikleri yerleri egemenlik altına alarak devletleşmeleri ile gerçekleşmiştir.
2. Türkler’in devlet kuruculuğu ve benzersizlik hipotezlerinin reddi
Türklerin tarihlerinin başka milletler tarihiyle kıyaslanamayacağı, özgün ve benzersiz olduğu fikri, “Milli Tarih”te ne kadar merkezi bir yer tutuyorsa, Türkiye Tarihi’nde de bu tezin reddedilmesi o kadar merkezi bir yer tutmaktadır. Türkler’in tarihin ilk aşamalarında kendi ilkçağlarında yaşadıkları “askeri demokrasi” dünyanın her yerinde bilinen en eski toplumsal örgütlenmedir. Kızılderili topluluklarından, eski Yunan ve Germen kavimlerine kadar bu örgütlenme biçiminin yaşanmadığı hiçbir insan yerleşimi yoktur. Türk kavimlerinin farkı, başka kimsenin bilmediği bir askeri demokrasiyi uyguluyor olmaları değil, bu sistemi aşmakta gözlenen gecikmededir. Ancak hem Türk hem de Moğol kavimlerinin bu gecikmişliğinin, Eski Dünya’nın hallaç pamuğu gibi atılmasına ve uygarlık merkezlerinin birbirine geçmesine ve çağdaş dünyanın temellerinin atılmasına yol açtığını belirtmeliyiz.
Devlet kuruculuğu hipotezinin geçerliliği, benzersizlik hipotezinden daha yüksek değildir. Türkler’in diğer halklara göre daha güçlü bir devlet kurma yeteneği taşıdıkları, bu yüzden bilinen tüm tarihleri boyunca devletli yaşamış oldukları tezleri hiçbir bakımdan doğru değildir. Gerçekte Türkler devlet kurmakta da diğer halklara göre oldukça geç kaldılar, Orta Asya’daki teşekküllerin önemli bir kısmı devlet değildi ve Türkler’in devlete sıçraması ancak Karahanlılar ve daha sonra da Selçuklular eliyle gerçekleşti. “Milli Tarih”in devlet saydığı Göktürkler, ilk kuruluşlarında gevşek bir federasyon iken, ikinci kuruluşlarında tamamen konfederatif bir yapı oluşturmuşlardı.
3. Orta Asya ile sonrasındaki yapılar arasındaki süreklilik ve kopuşlar
Türkler’in Orta Asya’dan Anadolu’ya getirdikleri devlet geleneği varsayımı, Türkiye Tarihi’nde düzeltiliyor. Türkler’in kurduğu ilk devlet sayılabilecek olan Karahanlılar’dan sonra kurulan Selçuklu Devleti, hanedanın etnik kökenine rağmen, devraldığı gelenek itibarıyla Fars geleneğinin bir devamıdır. Selçuklu Devleti’nin örgütlenmesini sağlayan Nizamülmülk, aynı zamanda devlet dilinin Farsça olmasının en önemli nedenidir. Selçuklular Orta Asya’dan sürekli gelmekte olan Türki kavimleri, kandaşlık temelinde bir araya getirerek devlet gücünü sağlamışlar ve Anadolu’ya taşımışlardır. Böylelikle Osmanlı’ya giden yolu da açmış oldular.
Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, Batı Asya’daki Türk devletleri, Asya’dan akan göçün sürdürdüğü etnik süreklilikle geldikleri bölgede buldukları devlet geleneğinin özel bir sentezinin ürünüdürler. Hem bir sürekliliğin hem de kopuşun… Bu karşılıklı ilişkinin ortaya konulmasından ne çıkar? Eğer milliyetçi saplantılar içinde değilsek, üzülecek ya da sevinecek bir şey yoktur. Devlet kuruculuğunu bir milli “yetenek” olarak görmeye meyilli tarihçilik açısından ise devralınmış devlet geleneği fikri, aforoz edilmeyi gerektiren ağır bir suçtur.
4. Osmanlı istibdadının “Türk”lük dışı kaynakları
Devletlilik iddiası, en güçlü kanıtını 600 yıl boyunca üç kıtaya hükmetmiş Osmanlı İmparatorluğu’nda bulur. Tarihin en uzun ömürlü ve yıkılmaya göz kamaştıracak bir azimle direnmiş Osmanlı İmparatorluğu, doğu despotizminin temsilcisi olarak ele alındığında ise büyü bozulur. Türkiye Tarihi klasik dönemde yani en güçlü olduğu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nu doğu despotizminin tek değil, ancak en önemli örneği olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu sistem, Türk kavimlerinin yüzyıllar süren göçünde ancak Doğu’nun en batısında ortaya çıkabilmiştir. Çünkü Doğu’nun en Batısı aynı zamanda Batı’nın en Doğusudur. Asya kökenli göçebe baskısına karşı, hem karışık etnik yapıyı askeri ve siyasi bakımdan denetleme zorunluluğu hem de ticaret yolları üzerindeki egemenliğe dayanarak Avrupa’nın iktisadi bakımdan bağımlılaştırılması, doğu despotizminin ikili dayanağıydı. Erken uygarlık aşamasındaki Asyatik kavimlerin askeri üstünlüğü ile uygarlaşmada aşama kaydetmiş Avrupa uygarlığının kesişme bölgeleri, doğu despotizmi denilen siyasi-askeri yapılanmanın koordinatlarına işaret etmektedir. İşte Türkiye Tarihi, Osmanlı’yı bu tarihsel yapıya oturtarak, ona yönelik gizemciliği gözden düşürmektedir.
Türkiye Tarihi, sadece tarih yazımını tartışan bir kitap olsaydı, bir dizi benzerinden ayırmak zorlaşırdı. Bu yapıt aynı zamanda, alternatif tarih yazımının bütünlüklü bir örneği olarak, her zaman el altında bulundurulması gereken belki de en önemli kaynak olma niteliğini koruyor.