Öyle görünüyor ki, kök hücre bir “sihirli değnek”. Dokunduğu şeyi değiştireceğe benziyor. Ama, adı üstünde, sihirli değnek bu, ne yapacağı belli mi olur. Kurbağayı prens yaparken, aklı eser bir gün de prensi kurbağa yapacağı tutar. Acele etmeyelim. Önce şu sihirli değneği yakından tanıyıp kullanmasını öğrenelim.
Özellikle son bir yıldır medyada sık sık kök hücre haberleri yer alıyor. Birgün, falan üniversiteden filan doktorun filanca hastaya kök hücre verdiği, hastanın birkaç haftada kalkıp yürüdüğü anlatılıyor. Başka birgün, orada yapılmadığı için Hollanda’dan gelen hastanın kök hücreyle tedavi olup ülkesine döndüğü; sonraki birgün de bir diğer hastanın kök hücre için sıra beklediği yazılıyor. Çok geçmiyor, bir bilimsel kongrede, Türkiye’nin bazı kentlerinde çok uluslu büyük tekellerin sağladığı büyük paralarla kurulan teknoparklarda hastalara kök hücre verilmeye başlandığı açıklanıyor. Neler oluyor, bilim kök hücrede sahiden tedavi aşamasına geldi mi? Türkiye, bilimsel araştırmalarda, özellikle de kök hücre konusunda, gelişmiş ülkeleri; ABD’yi, İngiltere’yi, Fransa’yı, Çin’i geçti mi? Teknik ve bilgi birikimimız onların henüz yapamadığını yapacak kadar gelişti mi?
Önce kök hücreler hakkında neler biliyoruz, kısaca ona bakalım. En son söyleyeceğimizi baştan diyelim: Kök hücre araştırmalarının daha başındayız. Bu “sihirli” hücreleri yeni yeni tanımaya başladık, bu yüzden onların şimdilik sadece en temel özelliklerini biliyoruz. Bildiklerimiz hızla artıyor, ama yine de bilemediklerimiz bildiklerimizden kat kat fazla. Kök hücre biyolojisi henüz bebeklik dönemini yaşıyor.
Bir sihirli değnek: kök hücre
Kök hücre konusu o kadar da yeni değil. Uzun bir süredir, bazı dokularda, yaralanma gibi durumlarda, hem kendini yenileyen; hem de hasarlı bölgede doku tamiri yapan, çoğalıp farklılaşarak yeni doku oluşturan bazı özelleşmiş hücreler bulunduğu biliniyordu. Varlıkları 1961’den beri bilinen kas dokusunun satellite (uydu) hücreleri bunlardandı. Ancak son yıllarda, bu durumun yalnızca kas dokusu ya da kan veya kemik iliğine özgü olmadığı, insan dahil memeli doku, organ ve sistemlerinin neredeyse tümünde böyle özel görevleri bulunan belli sayıda hücre olduğu tesbit edildi. Bugün bu hücrelere yetişkin kök hücreleri diyoruz. Kemik iliği ve kan damarlarında, beyin başta olmak üzere sinir sisteminde, omurilikte, iskelet ve kalp kasında, sindirim sistemi, karaciğer, diş, göz, deri ve pankreasta böyle hücreler bulunuyor.
Vücutta iki farklı yetişkin kök hücre yer alıyor. Birinci grubu, yetişkin doku ve organlarında bir kenarda bekleyen; işareti aldıktan sonra çoğalarak sadece ait oldukları dokuların hücre türlerine dönüşen kök hücreler oluşturuyor. Bu gruptakilere progenitor ya da procursor kök hücreleri deniyor. Kas dokusu, sindirim sistemi ya da retina veya derinin kök hücreleri böyle hücreler. İkinci gruptakiler ise daha geneller. Değişik hücre türlerine dönüşebildikleri için pluripotent (çok potansiyelli) kök hücreler adını alıyorlar. Aldıkları sinyale, ihtiyaca ve içinde bulundukları ortam ve koşullara göre sadece ait oldukları dokuların değil, çok daha farklı doku ve organların hücre tiplerine de dönüşebiliyorlar. Kan damarları, göbek kordunu veya kemik iliğinde dolaşan, ya da beyinde, merkezi sinir siteminde bulunan kök hücreler böyle hücreler. Bunlar duruma göre bazan farklı kan hücrelerini, bazan kalp ya da iskelet kasını, bazan da sinir, deri, kemik ya da bağ dokusunun değişik hücrelerini oluşturuyorlar.
Yetişkin kök hücrelerin yanı sıra embriyonik ve fetus kök hücreleri de bulunuyor. Embriyonik kök hücreler, 5-7 günlük embriyodan alınan ve farklı hücre türlerinden herhangi birine dönüşme potansiyeli taşıyan hücreler. Fetus kök hücreleriyse henüz gelişmemiş fetustan alınıyorlar ve bunların da farklı hücre türlerine dönüşme potansiyelleri bulunuyor.
Embriyonik kök hücre
Canlı vücudundaki bütün organ, doku ve hücreler tek bir hücreden meydana gelirler. Erkek spermi ile kadın yumurtasının birleşip döllenmesiyle oluşan hücre (zigot) katlanarak çoğalır. Döllenmiş yumurta 2, 4, 8, 16, 32 … diye katlanarak bölünür. Dördüncü güne kadar oluşmuş bütün hücreler biribirinin aynıdır. Dördüncü günden itibaren durum değişir ve farklılaşma başlar. Mevcut hücreler birleşerek içi sıvı ve hücre dolu küre benzeri bir yapı oluştururlar. Bu aşamaya blastosit aşama denilir. Blastosit oluşmasıyla döllenmiş yumurta embriyo halini alır. Blastosit aşama yedinci gün sonunda tamamlanır ve embriyo başka aşamalara geçer.
İşte bu, blastosit denilen yapının içinde, iç duvara asılı olarak bulunan 30-40 kadar hücre, embriyonik kök hücredir. Bu hücreler blastosit küresinin içinden alınıp çoğaltıldıklarında farklı hücre türü ve dokularına dönüşebilirler.
Embriyonik kök hücre araştırmacıları, erkek spermi ile dişi yumurtasını tüp bebek yöntemiyle laboratuarda dölledikten sonra bu hücreyi blastosit aşamaya gelene dek çoğaltırlar. Blastosit denilen kürenin içindeki embriyonik kök hücreler dışarıya alınır ve laboratuar ortamında, özel koşullarda, özel sıvılarla hücre kültürü yoluyla çoğaltılıp farklılaştırılırlar. Embriyo yapısı bozulduğu için bu hücrelerden artık fetus ya da çocuk oluşmaz, ancak farklı türde hücreler (kas, sinir, kan hücreleri vb) meydana gelebilir.
Görüldüğü gibi bir tek çeşit kök hücre yok. Vücutta fonksiyonları, yerleri, elde edilme yöntemleri farklı olan çok sayıda kök hücre var.
Canlı embriyosundan kök hücre alıp laboratuarda çoğaltma işlemi ilk olarak 1981’de farelerde başladı. İnsan embriyosundan kök hücre ayrıştırılmasıysa bundan 7-8 yıl önce, 1998’de başarıldı. Medya ve şirketlerin kök hücreye ilgisi de asıl bundan sonra başladı.
Kök hücreler hakkında bildiklerimizin hemen tümü hayvan, özellikle de fare deneylerinden geliyor. İnsan kök hücre çalışmaları henüz çok az ve çok yeni. Örneğin insan embriyonik kök hücreleri şimdiye dek 20 kereden fazla çoğaltılamadı. Bu yüzden, bu hücrelerin farelerde olduğu gibi, insanda da böylesine çeşitlenip farklılaşabileceği henüz gösterilmiş değil. Yetişkin kök hücrelerindeki durum da az çok benzer. Onlar hakkındaki bilgilerimizin kaynağı da çoğunlukla fareler. Oysa fereyle insan bazı benzerlikler taşısa da aynı değiller. Örneğin, yapılan çalışmalar gösterdi ki, fare beyninde bulunan bazı kök hücreler insanda bulunmuyor. İnsandakilerin bazıları da farede yok.
Yine kök hücre bilgilerinin önemli bir kısmı in vitro, yani vücut dışında, laboratuar tüp ya da kaplarında yapılan deneylerden geliyor. İn vivo yani canlı vücutta yapılan deneylerin sayısı henüz sınırlı. İn vitro olarak, laboratuar ortamında, hücre kültürü yoluyla farklılaştırılan kök hücrelerin bir kısmı 33 derecelik ısıda çoğaltılabiliyor. Oysa insan vücudunun ısısı 37 derece. Koşullar aynı değil.
Kaldı ki, hayvan çalışmalarından her zaman iyi haberler de gelmiyor. Örneğin, Nature dergisinde yayınlanan bir çalışmada, farelere enjekte edilen kök hücrelerin kanser oluşturduğu açıklandı. Üstelik örnek tek de değil. Başka fare deneyleri, vücuda enjekte edilen kök hücrelerin bazı hayvanlarda teratom denilen bir tür kanser yaptığını gösterdi.
Yine, örneğin halk arasında kas erimesi denilen müsküler distrofilerin en şiddetli hali olan Duchenne müsküler distrofisinde (DMD) büyük umutlarla enjekte edilen kas kök hücrelerinin distrofiyi iyileştiremediği görüldü. Umutlar hemen söndü. Çünkü, DMD konusunda son ayların çalışmaları, bu hastalarda kök hücre olmasına rağmen hücrelere çoğalma işaretini verecek mekanizmalarda da bozukluk olduğunu gösteriyor. Bu yüzden, dışarıdan kaslara kök hücre verilse bile “çoğal” işareti gelmediğinden, hücreler çoğalmaya başlayıp hasarı gideremiyorlar. Kök hücre vermek yetmiyor, vücutta onları yönlendirmek de gerekiyor.
Umuda yolculuk
Kök hücreler tedavisi olmayan birçok hastalık için büyük umut vaat ediyor. Gerçekten de omurilik felçlerinden Parkinson ya da Alzheimer hastalığına, Diyabet ya da şeker hastalığından lösemi, lenfoma ya da öteki kanser türlerine pek çok hastalığın tedavisi için büyük potansiyel taşıyorlar. Bugün sadece hastaların değil araştırmacı ve hekimlerin de büyük umudu durumundalar. Ama, görüldüğü gibi, çalışmalar henüz oldukça yeni ve yetersiz. Tedavide kullanmaya başlayabilmek için haklarında bilmemiz gereken daha pek çok şey var. En azından, kök hücreleri nasıl kontrol edeceğimizi henüz bilmiyoruz. Vücutta bir değil birden fazla hücre türüne dönüşebiliyorlar. Verilecek hücrelerin verildikleri doku ve organlarda başka doku ya da organların hücrelerine dönüşmeyeceklerinin garantisi yok. Bir süre sonra, kalbin ortasında ya da beyin veya omuriliğin içinde bir kemik ya da kıkırdak dokusu oluşmayacağını, veyahut da kanserli bir yapı ortaya çıkmayacağını kim söyleyebilir?
Hipokrat’tan bu yana bütün tıp öğrencilerine ezberletilen ilkelerden birisi “önce hastaya zarar verme” ilkesidir. Hekim bir tedavi uygulayacağı zaman, uygulamanın tedavi edici etkisinden önce, zarar verip vermeyeceğine bakmak zorundadır. Yeni bir tedavi geliştirilirken, etkisi önce in vitro olarak hayvan hücrelerinde araştırılır. Etkiler daha sonra başka hayvan, sonra da insan hücrelerinde her seferinde 3-5 kere tekrarlanarak incelenir. Sonuçlar olumluysa fare, sıçan, tavşan gibi küçük hayvan, sonra da büyük hayvan deneylerine başlanır. İnsan denemeleri için vakit hâlâ erkendir. Aynı çalışmaları başka grupların da yapıp benzer sonuçları alması gerekir. Hepsi gerçekleştirilse bile, yine de toksisite testleri yapıp, varsa yan etkilerin ortaya çıkması için bir süre beklenmedikçe insanda uygulama başlatılmaz. Hastalar ne kadar gönüllü olsa; ne kadar yalvarıp yakarsa, kapıda kuyruğa girse; hekim tedavisinin etkisinden ne kadar emin olsa, yine de bunları yapmadan klinik denemelere başlamamalıdır. Araştırma etiği, bilim insanı ve hekim olma, daha da ötesi insan olma ahlak ve sorumluluğu bunu gerektirir.
Öyle görünüyor ki, kök hücre bir “sihirli değnek”. Dokunduğu şeyi değiştireceğe benziyor. Ama, adı üstünde, sihirli değnek bu, ne yapacağı belli mi olur. Kurbağayı prens yaparken, aklı eser bir gün de prensi kurbağa yapacağı tutar. Acele etmeyelim. Önce şu sihirli değneği yakından tanıyıp kullanmasını öğrenelim.