Batı’nın “kahramanı”, Amerikan yerlilerinin “suçlusu”
1992’de, Amerika’nın “keşfedilişinin” 500. yılı kutlamaları yapılır; Kolomb yılı ilan edilen bu yılı, Batı Uygarlığı, “kahraman” Kolomb’un kahramanlıklarını övgüyle anlatan filmler, kitaplar, paneller, sergilerle karşılarken; Amerikan yerlileri, “suçlu” Kolomb’un suçlarını ABD’nin New Mexico eyaletinde astıkları afişle (1) böyle anlatıyorlardı.
Kıta yerlileri bu dönemde, “keşif”in ve “Kolomb”un kendileri için taşıdığı anlamı dünyaya duyurmak için, bir dizi toplantı düzenledi. 1987’de Ekvator’da toplanan Amerika Kıtaları arası Konferansı’nı, yine aynı yıl Bogota’da, 1990’da Brezilya’da, 1991’de Guatemala’da gerçekleşen buluşmalar izledi. Bolivya yerlileri, “500 Yıllık Direniş” sloganını benimsemişlerdi. Meksika’da, 23 örgütün katılımıyla 500 Yıllık Yerli ve Halk Direnişi Meksika Konseyi kuruluyordu. Guatemala’da ise, Maya Yeni Uyanış Koordinasyonu oluşuyordu (2).
Amerika kıtaları yerlilerinin tarihsel süreçlerinin doğal akışı içinde, binlerce yıldır yaşadıkları bu topraklarda 500 yıl önce olan neydi? Kolomb ile birlikte kıtaya ayak basan Batı tarafından, tarihsel süreçlerine müdahale edilmiş; kapitalizmin eşiğindeki “Batı tarihine” dahil edilmişler, “küreselleştirilmişler”di. Batı Uygarlığı tarafından “keşfedilmenin” bedeli ağır olmuştu: Tüm varlıklarıyla yok oluş. Topraklarını, doğal kaynaklarını, özgürlüklerini, kültürlerini ve milyonlarcası için yaşamlarını yitiriş… Kanlı “keşif” iki doğuma yol açacaktı: Sonraki 500 yıl boyunca dünyaya egemen olacak kapitalist üretim sistemin doğumu için gerekli ilk sermaye birikimi, önemli oranda Amerika kıtalarındaki talan ve sömürüyle oluşuyordu. Öte yandan, kıtanın kuzeyindeki topraklarda, Avrupa’dan göçenlerle, Batı Uygarlığı’nın ifrazatı ABD doğuyordu. Doğumlarındaki kıyım, sömürü ve zorbalık, her ikisinin de kültüründeki baskın karakter olacaktı…
Batılı tarihçilere sorarsanız, Batı’nın temsil ettiği “ileri kültürün”, “uygarlığın”, Amerika kıtalarındaki “ilkellere” götürülmesiydi olan biten. ABD’de ve Avrupa’da okutulan ders kitapları böyle yazıyordu. Haktı, sahip olduklarını hak etmeyen “ilkellerin” her şeyini ele geçirmek; “keşfetmek”ti bunun adı. Ama 500 yıl gibi, uygarlık tarihi açısından bakıldığında pek uzun sayılmayacak bir süreç sonunda, “tarih” değişmeye başlayacaktı. Amerikan yerlileri, 500 yıllık keşif tarihini, sömürü tarihi olarak yeniden yazmaya başlıyorlardı.
Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, 2002’de Kolomb’un kıtaya ayak basmasının yıldönümü olarak kutlanan 12 Ekim’i, 500 yıl boyunca sömürgeciler tarafından katledilen milyonlarca yerli için “Direniş Günü” ilan etti. Artık 12 Ekim’de Venezüella’da kutlanacak olan kıtanın keşfi değil, yerlilerin “kâşiflerine” direnişiydi.
12 Ekim 2004 ise, tarihte ezilenler açısından heyecan verici bir başka dönemeci işaretliyordu. Bu gün, yerli halkın Kolomb’la birlikte kıtaya ayak basan Batı Uygarlığı ile sembolik hesaplaşmasına sahne olacaktı: Venezüellalılar, “keşfin” yıldönümünde, başkentleri Caracas’taki Kolomb heykelini yıkıyor, kaidesine “Kolomb=Bush defol!” sloganları yazdıkları heykeli Chavez’in konuşma yapacağı alana sürüklüyor; “Kolomb’a ölüm” haykırışlarıyla bir ağaca asıyorlardı…
Kolomb, 1492’de Güney Amerika’nın doğusundaki adalara ayak bastığı yolculuktan 14 yıl sonra, 20 Mayıs 1506’da ölmüştü. Bu yazının yazıldığı tarihten tam 500 yıl önce. Amerika kıtalarının “keşif tarihinin” değişmesi için nasıl 500 yıl geçmesi gerektiyse; “uygarlık taşıyıcısı büyük kahraman” Kolomb sembolünün değişmesi için de 500 yıl geçmesi gerekecekti. Artık Kolomb, “büyük hırsızlık, soykırım, ırkçılık, bir kültürün yok oluşunu başlatma, tecavüz, işkence ve yerli halkı sakat bırakma, büyük yalanı kışkırtma” suçlarından mahkûm edilmiş ve Batı Uygarlığı kadar, onun ifrazatı ABD ve Bush’u da temsil eden bir suçluydu…
Yazının devamı, Kolomb’un ve temsil ettiği Batı Uygarlığı’nın Amerika kıtalarını ele geçirme sürecindeki suçlarını özetleyen bir iddianame olarak da okunabilir. 1492 Nisan’ında, Kolomb’un keşif yolculuğuna onay veren Katolik Krallar’ın, kendi imzalarıyla mahkemelere ilettikleri, “Hepinize ve her birinize duyururuz ki, Colomb nam kişi ile birlikte işbu karavellerle yola çıkan kişiler, hiçbir suç nedeniyle mahkemelerinizce ve duruşmalarınızda yargılanmayacaklardır” yazılı Emirname’yi (3), 500 yıl sonra yırtıp atmanın vakti gelmiştir.
Kolomb’un yaşamöyküsü: özet
Kristof Kolomb (1451-20 Mayıs 1506), Cenovalı denizci ve “kâşif”. 1492’de Atlantik Okyanusu’nu aşarak Kuzey Amerika’ya ulaşan ilk Avrupalıdır. Bu yolculuğunu İspanyol bayrağı altında yapmıştır. Amerika’yı keşfetmeden önce, Osmanlı Devleti dahil, tüm güçlü devletlerden yardım istemiştir, sonunda İspanya, Kolomb’a yardım etmeyi kabul etmiştir.
Kristof Kolomb, Amerika kıtasının Batı tarafından bulunmasına ve Avrupa’ya açılmasına öncülük etti. Bununla birlikte yeni kıta adını Kolomb’la aynı dönemde yaşamış ve 1497 ya da 1499’da Güney Amerika’ya ulaşmış olan Amerigo Vespucci adında bir İtalyan’dan aldı.
Mısırlı ve Fenikeli denizciler, Viking denizcisi Kızıl Erik (Leif Eriksson) ve Zeng He yönetimindeki Çin gemileri de, Kolomb’dan önce kıtaya ayak basmıştır. Ama “Batı’nın yazdığı tarihte” Amerika’yı keşfeden Kolomb’dur. Ne var ki, Kolomb yepyeni bir kıta keşfetmiş olduğunun farkına varamamıştı. Amacı doğudaki baharat ve ipek gibi değerli malların batıya getirilebileceği güvenli bir ticaret yolu bulmaktı. 12 Ekim 1492’de Antil Adaları’ndan birine çıktığında da bu düşüncesini gerçekleştirmiş olduğunu sandı. Amerika kıtasını bulan Kolomb, yepyeni bir kıta keşfettiğinin farkına varamamıştı.
Kolomb İtalya’nın Cenova limanında yaşayan yoksul bir dokumacının oğlu olarak dünyaya geldi. Avrupa’nın en işlek limanlarından biri olan Cenova’da tüccarlar çeşitli ülkelerle ticaret yapıyor, karayoluyla Hindistan’dan ve Uzakdoğu’dan gelen pamuk, kumaş ve baharattan başka İngiltere açıklarında avlanan balıkları da kurutulmuş ve tuzlanmış olarak satın alıyorlardı. Kolomb, İlkçağ ve Ortaçağ’ın belli başlı gezginlerinin, coğrafyacılarının yazılarını okumuş, o güne dek çizilmiş haritaları incelemişti. Gençliğinde Akdeniz’in doğusuna bir deniz yolculuğuna çıkan Kolomb, baharat ve ipek ticaretinin nasıl yapıldığını öğrenme olanağı bulmuştu. Daha sonra 1476’da kuzeyde İngiltere’ye ve İzlanda’ya kadar gittiği sanılmaktadır. Bu yolculuktan dönüşünde Portekiz’in başkenti Lizbon’a taşındı. O çağda bile hâlâ Dünya’nın dümdüz olduğuna inanan birçok insan vardı. Kolomb ise Dünya’nın küre biçiminde olduğu düşüncesindeydi. Kolomb çeşitli Dünya haritalarının çizimine yardımcı oldu. Bu harita ve çizimlerde Dünya gerçekte olduğundan çok daha küçük, Asya ise çok daha büyük gösteriliyordu. Kolomb Asya’nın doğuya doğru çok fazla uzandığını, bu yüzden de İspanya’dan yola çıkıp batıya doğru yol alarak oldukça kısa bir zamanda Hindistan’a varabileceğini düşünmekteydi. Hindistan’ın uzaklığını da hesapladı; Hindistan’ın bulunduğunu sandığı yer aşağı yukarı Amerika’nın bulunduğu yere denk geliyordu.
Böyle bir yolculuğu tasarlayan ilk insan Kolomb değildi, ne var ki, o zamanki gemilerin küçüklüğü ve yeterli donanıma sahip olmayışı yüzünden böylesine uzun ve tehlikeli bir yolculuğa çıkmayı kimse göze alamıyordu. 1480’de artık deneyimli ve kendine güvenli bir denizci olan Kolomb ise Hindistan’a kısa sürede ulaşabileceğini kanıtlayacak bir keşif gezisine önderlik edebileceğine inanıyordu.
Bu yolculuk için gerekli gemileri ve parayı sağlamak için Kolomb ilk önce Portekiz Kralı 2 Joao’ya başvurduysa da, önerisi reddedildi. İspanya’nın önemli bir bölümü Magripliler’in altındayken tahta çıkan Fernando ve Isabella ise, ülkenin içinde bulunduğu kargaşa yüzünden ona yardımcı olamadılar. Kolomb haritacılık yapan kardeşi Bartolomeo’yla birlikte İngiltere ve Fransa krallarına başvurdu. Ama bu iki kraldan da yardım alamadı. Sonunda ilk başvurudan yedi yıl sonra bankacılar, tacirler ve zengin armatörlerin de önayak olmasıyla, İspanya Kraliçesi Isabella, Kolomb’a yardım etmeyi kabul edecekti.
Antil Adaları’na ulaştığı 11 Ekim 1492’den sonra Kolomb, 4 kez daha Amerika kıtasına sefer düzenledi. Bu arada İspanyol ve Portekiz limanlarından yola çıkan çok sayıda gemi, Batı Uygarlığı’nı harıl harıl kıtaya taşımaktaydı. Kolomb, Amerika’daki son yolculuğundan dönüşünden 2 yıl sonra, 1506’da öldü.
Kaynaklar
1) http://tr.wikipedia.org
2) Kristof Kolomb, Seyir Defterleri, Çev. Sait Maden, Çekirdek Yayınlar, 1999, 234 s.
DOĞUYA BATIDAN ULAŞMA DÜŞÜNCESİNİN YEŞERDİĞİ ORTAM
Kolomb’u destekleyenler: Tüccarlar, bankerler ve mutlak monarşi
14. yüzyıl sonlarından itibaren Batı Avrupalılar, önce Portekiz ve daha sonra İspanya öncülüğünde, okyanuslara açılmaya başlar. Denizcilik teknolojisini geliştiren ve keşif yolculuklarını başlatan, yeni palazlanan tüccar sınıfının itkileridir. Osmanlılar, İstanbul’u alarak ve Doğu Akdeniz’de hâkimiyet kurarak, Doğu’nun zenginliklerine ulaşan kara yolunu kapamışlardır.
Kristof Kolomb’un, batıya giderek, doğuya ulaşılabileceği düşüncesi, böyle bir ortamda yeşerir. Kolomb, İlkçağ ve Ortaçağ’ın belli başlı gezginlerinin, coğrafyacılarının yazılarını okumuş, o güne dek çizilmiş haritaları incelemiştir. Kimi kez ticaret amacıyla, kimi kez korsanlık için Akdeniz’in birçok yerine, Batı Afrika Gine’sine, İngiltere’ye, İzlanda’ya düzenlenen seferlere katılarak ustalaşmış bir denizcidir. Yıllarca kafasında evire çevire iyice işlediği, doğuya batıdan ulaşmak düşencesine uzun süre destek aramış, başvurduğu Portekiz sarayından geri çevrilmiştir. İspanya sarayından yanıt alabilmek içinse, yıllarca beklemesi gerekecektir.
Bu dönemde İspanya uzun süredir savaştığı Araplar’ı yenerek, topraklarından atmış; ticareti ellerinde tutan Yahudiler’i de sınırdışı etmiş; Katolik Kilisesi’ne bağlanmış ve birliğini sağlamıştır. Fransa, İngiltere ve Portekiz gibi yeni modern-devletlerden biri olma yolundadır.
İspanya nüfusunun çoğu fakir köylülerden oluşuyordur ve bunlar toprağın yüzde 95’ini elinde tutan, nüfusun yüzde 2’sini oluşturan asiller için çalışıyorlardır. İspanya mutlak monarşisi de, zenginliğin yeni simgesi haline gelen ve her şeyi satın alabildiği için topraktan daha yararlı görülmeye başlanan altının peşindedir. Kolomb’un okyanusu geçme düşüncesini desteklemeye karar verirler. Bu kararın çıkmasında, saraydan, Sevilla ve Aragon’un bankacıları, tacirleri ve zengin armatörleriyle ilişki içindeki kişilerin büyük etkileri olur.
Kristof Kolomb, 1492’de batıya, bilinmezliğe açılmadan önce, Kraliçe İsabelle ile bir anlaşma imzalayacaktır. Bu anlaşmaya göre, Kolomb, getirdiği altın ve baharattan elde edilecek kârın yüzde 10’unu, yeni toprakların valiliğini ve “Okyanus Denizlerinin Amirali” unvanlarını almaktadır.
VE ESKİ DÜNYA, YENİ DÜNYAYA ULAŞTI…
Daha fazla altın, daha fazla köle…
Kolomb yönetiminde, Santa Maria, Pinta ve Nina adlı üç gemi ve 90 kişilik mürettebatla yola çıkıldıktan 70 gün sonra, “kâşiflerin” ilk ulaştıkları kara parçası Karayipler Denizi’ndeki Antil Adaları’ndan biridir. Karayı ilk görene yaşamı boyunca yılda 10 bin İspanyol altın lirası vaat edilmiştir. Karayı uzaktan seçen, Trianalı Rodrigo adlı bir tayfa olur. Ama Rodrigo bu parayı hiçbir zaman alamaz; çünkü Amiral Kolomb bir gece önce kara yönünde ışıklar fark ettiğini, dolayısıyla karayı ilk görenin kendisi olduğunu iddia edecektir.
Kolomb ve adamları daha ayak basmadan, uzaktan gördükleri kara parçasının adını verirler: San Salvador. Ve karaya iner inmez de, bu topraklara Kastilya Katolik Krallığı adına el koyarlar. Kolomb, Hint Adaları’na ulaştıklarını sandığı için “İndian” (Hintli) dediği ada yerlileriyle (Arawaklar’la) karşılaşmalarını ve ilk izlenimlerini seyir defterinde şöyle anlatıyor:
“Bize … papağanlar, pamuk kozaları, mızraklar ve daha birçok şey getirip bunları cam boncuklar ve çıngıraklarla değiş tokuş ettiler. Sahip oldukları her şeyi değişmeye hazırlar… Gelişmiş ve sağlıklı vücutları, yakışıklı yüzleri var… Silahsızlar ve silahı tanımıyorlar. Onlara bir kılıç gösterdiğimde keskin kenarından acemice tutup kendilerini kestiler. Demiri kullanmıyorlar. Mızraklarını kamıştan yapıyorlar. … Bunlardan iyi köleler olabilir. Elli kişiyle bunların hepsine boyun eğdirebilir, istediklerimizi yaptırabiliriz” (4).
Bu anlatımlarda, Kolomb’un zihniyeti tüm berraklığıyla çıkar: Ada yerlileri onun için, “kolaylıkla boyun eğdirilebilecek, her istenilenin yaptırılabileceği, iyi köleler”dir.
Ama aslında Amiral, zihnini olası kölelerden çok daha fazla meşgul eden başka bir şeyin peşindedir. Kolomb, ilk yolculuk da dahil, 1492-1502 arasında Amerika kıtalarına yapacağı toplam dört yolculuğun her biri için, dönüşünde saraya sunmak üzere ayrı birer seyir defteri tutmuştur. İlk yolculuğu anlattığı seyir defterinin, karaya ayak bastıktan sonraki iki haftayı içeren kısmında tam 75 kez aynı sözcük tekrarlanır: Altın (5).
Antil Adaları’nın halkı, Arawak yerlileridir. Batılılar topraklarına ulaştığında, yarı yerleşik bir yaşam sürmektedirler. Avcılık-toplayıcılık yanında; ilkel bir tarım yapmakta; mısır, yerelması ve tapyoka yetiştirmektedirler. İş hayvanları yoktur, demiri tanımıyorlardır; ama yün eğirmeyi, dokumacılığı ve altını işlemeyi geliştirmişlerdir.
“Hint Adaları’na gelir gelmez çıktığım ilk adada zor kullanarak bazı yerlileri tutuklayıp, burada neler olup bittiklerini anlatmalarını ve beni bilgilendirmelerini istedim” (6). Kolomb’un ilk andan itibaren öğrenmeye çalıştığı, yerlilerin takılarındaki altının asıl kaynağıdır.
Daha sonra kâşifler, Küba’ya ve bugün Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’nin bulunduğu, Hispanolia adını verecekleri adaya geçerler. Yerli bir kabile reisinin armağan ettiği altın mask ve nehir yataklarında gözle görülebilen altın parçacıkları, Kolomb ve yanındakilere altın tarlaları hayalleri yaşatır. Kolomb, Hispanoila’da karaya oturan Santa Maria gemisinin tahtalarından, bir kale inşa ettirir. Bu kale, Batı’nın Amerikan kıtasındaki ilk askeri üssü sayılabilir. Bu arada ada yerlileriyle aralarında savaş çıkar; yerliler Kolomb ve adamlarının istediği sayıda ok ve yay vermeyi reddedince, iki tanesi kılıçtan geçirilir. Kolomb ve adamları iki gemiye doldurdukları yerli kölelerle, İspanya’ya doğru yola çıkarlar. 39 tayfa altın bulup stoklamaları için kalede bırakılmıştır. Ama Kolomb, tekrar döndüğünde tayfaların hiçbirini sağ bulamayacaktır. Altın bulmak için yerlilere eziyet edip, kadın ve çocukları seks ve iş köleleri haline getirmeye çalışınca, yerliler tarafından öldürülmüşlerdir.
Kolomb, İspanya’ya vardığında, yanlarında çok az yerli kalmıştır; yolculuk sırasında değişen hava koşullarına uyum sağlayamayan yerliler birer birer ölmüşlerdir. Kolomb verdiği raporda, Asya’ya ulaştığını ve buranın altın madenleri, baharatlar ve metallerle dolu mucizevi bir yer olduğunu abartarak anlatır. Ve “istedikleri kadar altın ve köle getireceği” vaadiyle, ikinci yolculuğu için yardım talep eder. Vaat sonuç verir; kendisine bir sonraki sefer için 17 gemi ve 1200’den fazla tayfa sunulmuştur.
Bu ikinci yolculukta, 1500 Arawak yerlisi yakalanır, içlerinden sağlıklı görünen 500’ü İspanya’ya gönderilir. Bunların 200 kadarı yolda ölür, kalanlar İspanya’da vaftiz edildikten sonra satışa çıkarılır. Kolomb, daha sonra seyir defterine şöyle yazacaktır: “Buradan kutsal üçleme (Baba-Oğul-Kutsal Ruh) adına, Avrupa’da ne kadar satılabilecekse, o kadar köle göndermeye devam edelim” (7).
Ancak yakalandıktan sonra yerli kölelerin çoğu ölmektedir. Yolculuğuna yatırım yapanların payını ödeyememe kaygısı duymaya başlayan Kolomb, gemileri altınla doldurma çabasına girer. Hispanoiala’da geniş altın yatakları olduğunu sandığından, yerlilere üç ayda bir belli miktarda altın getirmelerini emreder. Altın getirenlerin boyunlarına birer bakır marka asılmaktadır. Bakır markası olmayan yerlilerin elleri kesilmekte ve kan kaybından ölmeye terk edilmektedirler. Fakat çevrede bulunan tek altın derelerin yığdıkları olduğundan, zamanla tükenir ve yerliler çareyi kaçmakta bulur. Kaçanlar köpeklerle takip edilip, yakalanır.
Arawaklar birleşerek Kolomb ve adamlarına direnmeye çalışırlar; ancak kâşiflerin kendilerindekilere benzemeyen silahları ve zalimlikleri karşısında şansları yoktur; tutsak edilir, yakılır, öldürülürler. Aralarında toplu intiharlar başlar. İspanyol zulmünden kurtarmak için çocuklarını öldürenler vardır. Hispanoila’nın Kolomb öncesi 250 bin olduğu tahmin edilen nüfusunun, iki yıl içinde katliam ve intiharlarla, yarısı yok olur.
Kolomb’u izleyerek kıtaya sökün eden Batılılar, Antil Adaları’nı her açıdan sömürürler. İstenilen miktarda altın bulunamayınca, yerliler köle olarak çalıştırılmaya başlanır. Geniş pamuk çiftlikleri kurulur. Çalışma koşulları korkunçtur, binlerce Arawak yerlisi bu koşullara dayanamayarak ölür. Kolomb’un gelişinden yalnızca on yıl sonra Hispanoila Adası’nın nüfusu 50 bine düşer. 1550 yılındaki bir kayda göre, 500 Arawak yerlisi kalmıştır; 1650 yılında hazırlanan bir raporda ise, Arawaklar ve torunlarından hiçbir iz kalmadığından söz edilmektedir (8).
Beyazlar, tarlalarını genişletmek için tropik ormanları kestiklerinden, artık rüzgârları kesecek engel yoktur; tarlaların üzeri kum yığınlarıyla kaplanır. Kolomb adayı ilk gördüğünde, “Çok büyük ve çok düz, ağaçlar yemyeşil… Öyle bir yeşillik uzanıp gidiyor ki, seyretmesi, büyük bir zevk veriyor insana” diye betimlemiştir; ama “istilayı” takip eden birkaç yüzyıl içinde, Batılılar burayı çorak topraklara çevirdikten sonra terk edeceklerdir.
Batı’nın “yeni dünya”ya yerleşme hareketlerinin başlangıcı olan Kolomb’un Hispanoila Adası’na el koyuşuyla, buradaki yerli yaşantısının hızla çöküşünü ve adaların tüm doğal kaynaklarıyla “tükenişini”, Amerika anakarasında sonraki yıllarda gerçekleşeceklerin girizgâhı olarak görebiliriz.
Avrupalılar’ın yerlilere yaptıklarına isyan eden papaz: Las Casas
Las Casas (1474-1566), Hıristiyan Dominik tarikatına bağlı bir rahiptir. Yeni keşfedilen toprakların yerli halklarını Hıristiyanlaştırmak için Kolomb’dan birkaç yıl sonra Amerika’ya gelir ve Hispaniola ve yakınındaki adalarda 40 yıl kadar kalır. Önceleri topraktan ve yerli kölelerden payına düşeni almaya tereddüt etmez; ama İspanyollar’ın yerlilere uyguladığı vahşet ve kıyımı görmezden, yerlilerin çığlıklarını duymazdan gelemez ve vicdanıyla hesaplaşır. Radikal bir kararla kölelerini serbest bırakır ve ömrünü yerlilerin haklarını korumaya adar.
Bu yönde kalemiyle de mücadele yürüten Las Casas’ın en ünlü eseri, 1542’de yayımlanan, İspanya Prensi II. Philip’e hitaben yazdığı, Yerlilerin Yok Edilişi Üzerine Kısa Bir Rapor adlı olanıdır. Las Casas, eserin Philip’e hitaben yazdığı Önsöz’ünde, idarecinin Tanrı vergisi ahlakından dolayı, krallığında yanlış giden şeyleri bilmesinin, onları düzeltmesi için yeterli olacağına inandığını belirterek, raporu yazmaktaki “iyi niyetini” ortaya koyar. Hırstan gözü dönmüş İspanyollar’ı durdurabilmek, en azından hukuksuz, ilkesiz, vahşi davranışlarını dizginleyebilmek için, “krala şikayet” etmeyi çare olarak görmektedir.
Las Casas eserinde, Güney Amerika’nın farklı kumandanlar yönetiminde bölge bölge keşfedilişini ve bu ele geçirme sırasında yaşanılan “en karanlık rüyalarda görülenin çok ötesine geçen” vahşeti tek tek anlatır. Gariptir: Bir diğerine işkence yapmayı kendinde “hak” gören, giderek canavarlaşır. Dur durak bilmez, hiçbir ölçü tanımaz hale gelir.
Las Casas’ın anlattıklarında da bunu görürüz. İspanyollar “gübre muamelesi” yaptıkları yerliler karşısında, giderek insanlıktan uzaklaşır ve bir zulüm makinesine dönüşürler. Önceleri kılıçtan geçirdikleri, kolayca ve bazen sebepsiz öldürdükleri yerlilere, giderek daha sistemli ve daha “yaratıcı” işkenceler uygulamaya başlarlar. Izgaralar üstünde alttan verdikleri ateşlerle ağır ağır pişirerek öldürmek, kazığa geçirmek, çeşitli uzuvlarını kesmek, etoburlaştırdıkları köpeklerin önünde yerlileri koşturarak adeta av sürmek, annelerinin kucaklarından kopardıkları bebekleri tek hamleyle ikiye ayırmak ve daha nicesi…
Las Casas inanılması zor şeyler anlattığının, yaşananlara tanık olmayan, sadece okuyan birinin bu akıl almaz vahşete şüpheyle yaklaşabileceğinin bilincindedir. O nedenle sık sık anlattıklarının doğruluğunu vurgular ve yaşanılan zulmü “hiçbir tarihi kaydın hakkıyla anlatamayacağını”, yazdıklarının yaşanılanların sadece küçük bir bölümü olduğunu belirtir.
Las Casas’ın anlattıklarını başka görgü tanıkları da doğrulamıştır. Bir grup papaz, 1519’da İspanya Krallığı’na mektup yazarak, yerli çocukların askerlerce köpeklere yedirildiğini, tutsak edilen kadınların yeni doğurdukları bebeklerin ölmeleri için ormana fırlatıldığını ve yapılan başka zulümleri dile getirir.
Las Casas, İspanyollar geldikleri sırada yaşayan ve sistemli kıyımlardan sonra kalan nüfus konusunda da bilgiler verir. Her bir bölgede yaşayan yüz binlerce yerlinin 10-15 yılda nasıl 100-150 yerliye düştüğüne tanıklık ederiz. Böylelikle koca bir kıtanın birkaç yüzyıl gibi kısa bir süreçte, kıtada Batılılar’a yer açılabilmesi için nasıl yerli halkından temizlenebildiğini anlarız. Las Casas’ın raporu, günün Avrupası’nda etki yaratmış, birçok ülkede defalarca basılmıştır. İspanyol yönetimine karşı bağımsızlık savaşlarını yöneten Latin Amerikalı devrimci Simon Bolivar’ın Las Casas’ın kitabını elinden düşürmediği söylenir.
KEŞFETMENİN İDEOLOJİSİ
Haçlar ve darağaçları…
Kolomb, kimi zaman günlük niteliği de kazanan seyir defterlerinde sık sık yerlileri Hıristiyanlaştırmak yönündeki isteğinden söz eder. Kastilya Katolik Krallığı adına el koyduğu Antil Adaları’nın dört bir yanına haçlar dikmiştir. Ama aynı zamanda 1500 yılına dek, 340 tane de darağacı inşa ettirmiştir (9).
Haçlar ve darağaçları… Gerçekten de bu iki araç, Amerika kıtalarının tümden ele geçirilişi boyunca birbirinden ayrılmayacaktır. Keşif boyunca haçlar, yerlilerin sallandırıldığı darağaçlarını meşrulaştıran bir rol oynar.
16. yüzyıl başlarında Antil Adaları’nda İspanya’nın resmi tarihçiliğini yapan Fernandez de Oviedo (1478-1557), conquistadoreslar (İspanyolca’da “fetih kuvvetleri” karşılığı) tarafından yerli halka yapılanları, “Yıldızların sayısı kadar çok, pek çok acımasız cinayet işlendi” diye anlatır. Ama Oviedo olup bitenleri gerekli bulmaktadır, çünkü “putperestlere karşı kullanılan barut, Tanrı için tütsü sayılır” (10).
İspanyol “fatihlerin” bütün keşif gezilerinde, karşılaştıkları “kâfirleri” Hıristiyan yapmak için bir rahip bulunmaktadır. Her geçtikleri yerde tapınakları yıkmakta, Tanrı ve Tanrıça heykellerini parçalamakta, yerine kucağında bir bebek tutan beyaz kadının heykelini bırakmaktadırlar. Batı Uygarlığı’nın bu ve bundan sonraki diğer bütün sömürgeleştirme etkinliklerinde olduğu gibi, kültürel yayılmacılık, fiziksel yayılmacılığın önünü açan, engelleri düzleyen bir işlev üstlenmiştir. Yeni dünyada dinsel yayılma, fethe gerekçe sağlamanın yanında, yarattığı uzun vadeli etkilerle Batı Uygarlığı’nın kültürüyle bu topraklara yerleşmesini ve kalıcılaşmasını da sağlayacaktır.
Amerika’ya götürülen hizmet yanında, suçların lafı mı olur…
Batılı sömürgeciler, uyguladıkları yağma ve zulmü; ideolojik kılıflarla “hizmet” olarak görmeye ve göstermeye, Amerika kıtalarını işgallerinden itibaren başlamışlardır. Tanrıtanımaz putperest zavallılara yüce Hıristiyanlık gerçeğini aşılamak “hizmeti” yanında, onlara “uygarlığın her türlü nimetini” de götürdükleri iddiasındadırlar. Batı Uygarlığı’nın, işlediği suçları nasıl da meşrulaştırdığını gösteren ilk teorik metinlerden birisi, Hernando de Cortez’in Aztekler’in ülkesini ele geçirişine tanıklık eden, bir başka İspanyol tarihçisi, Lopez de Gomara’nın (1511-1566) yazdıklarıdır:
“Daha önce söylediğim gibi, 60 yıllık bir fetih hareketi boyunca, İspanyollar büyük miktarda toprağı keşfetmiş, kat etmiş ve halklarını Hıristiyan yapmıştır. Hiçbir kral, hiçbir ulus, bizim yaptığımız gibi, bunca kısa sürede bunca yeri boyunduruk altına alamamıştır; ne de bizim insanlarımızın silahla, gemiyle, İncil’in rehberliğiyle ve putperestlerin Hıristiyanlaştırılmasıyla yaptıkları ve hak ettikleri şeyleri yapmış ya da hak etmiştir. İşte tam da bu nedenle İspanyollar övülmeye layıktırlar. Onlara bu beceri ve gücü veren Tanrıya şükürler olsun. Ne yüce zafer ve onurdur ki, krallarımız ve İspanyollar Kızılderililer’e tek bir Tanrıyı, tek bir inancı ve tek bir vaftizi kabul ettirmişlerdir, yaşamlarından putperestliği, insan kurbanını, insan eti yemeyi, sapık ilişkileri ve Tanrımızın nefret edip cezalandırdığı daha pek çok büyük ve korkunç günahı çıkartmışlardır. Aynı şekilde, bütün bu şehvetli erkeklerin eski bir alışkanlığı ve zevki olan çokeşlilik de ortadan kaldırılmıştır. Onlara alfabeyi öğrettik, ki bunsuz insanların hayvanlardan farkı kalmaz. İnsan için vazgeçilmez olan demiri kullanmasını da öğrettik. Bütün bunlar -ve hatta bunların her biri onlardan aldığımız tüylerden, incilerden, altından daha değerlidir; zaten onlar da bu metalleri para yerine kullanmıyorlardı- oysa bunların gerçek kullanımı ve bunlardan en iyi şekilde yararlanmanın yolu paraya çevrilmeleridir. Bu, Kızılderililer’in ellerinden hiçbir şeyi almayıp, yalnızca madenlerden, ırmaklardan ve mezarlardan çıkardıklarımızla yetinmek yeğlenseydi dahi, böyledir. Kızılderililer’in denizden ve topraktan çıkardıkları 60 milyon pezonun üzerinde değere sahip altın ve gümüş, inciler ve zümrütler, yerlilerin ellerinde bulunmuş olan altın ve gümüşten çok daha fazladır. Bütün bu sayılanlarda kötü bir yan varsa, o da onları madenlerde, inci avcılığında ve taşımalarda fazlaca çalıştırmış olmamızdır” (11).
KOLOMB’UN TAKİPÇİLERİ ANAKARAYA YERLEŞİYOR
Aztek-Maya Uygarlığı yerle bir ediliyor
Kolomb’un Antil Adaları’nda Arawaklar’a yaptıklarını, Hernando de Cortez Meksika’da Aztekler ve Mayalar’a, Pizarro Peru’da İnkalar’a; Portekizliler Brezilya’daki, İngiliz, Fransız ve Hollandalı koloniciler de Kuzey Amerika’daki yerli topluluklarına uygularlar.
Adalardan sonra anakaraya yönelen İspanyollar, burada adalarda rastladıkları ilkel kabilelere göre çok daha gelişmiş uygarlıklar bulurlar. Özellikle Aztek ve İnka Uygarlıkları, yoğun nüfuslu, halkı toprağa yerleşik, tarımla beslenen kentleri olan, siyasi örgütlülük açısından da devlet hatta imparatorluk düzeyine ulaşmış uygarlıklardır. İspanyollar tarafından “yok edilmeden” önce, görkemli tapınaklarında ve planlı kentlerinde kendini gösteren olgun mimarileri, oluşturdukları yazı sistemi, sanat, matematik ve astronomileriyle, kıta içi dinamiklerle gelişmelerine devam etmektedirler. Ama yüzyıl gibi bir süre içinde Batılılar, “daha fazla kâr uğruna” bu uygarlık merkezlerinin üzerinden silindir gibi geçecektir. Güney ve Orta Amerika’nın kanlı keşfi, adalardaki girizgâhtan sonra, anakarada giderek daha da çığrından çıkan, şiddet dozu artan bir zulümle gerçekleşir.
Hernando Cortez, 1519’da 11 gemi, 100 denizci, 600 asker, 10 top, 16 at ve çok sayıda tabancayla Meksika’ya ayak basar (12). Yolculuk masrafları tüccarlar ve toprak sahipleri tarafından karşılanmış, Tanrının vekilleri tarafından kutsanmış, hepsinin hırsla peşinde olduğu amaçla anakaraya uğurlanmıştır: Altın bulmak.
Cortez, bir yerleşmeden diğerine ölüm yürüyüşüne başlar. Aztek Uygarlığı’nın başkenti Tenoctitlan’a (bugünkü Mexico City’e) doğru, önüne çıkan yerleşmeleri, yerli halkları birbirine düşürerek kırdırma, bütün bir nüfusun iradesini ani ve korkunç katliamlarla felç etme gibi taktiklerle düzleyerek, yağmalayarak ilerler. Bu ilerleyiş sırasında, Aztekler’in ağır vergi yükünden bunalmış kimi Maya yerleşmeleriyle ittifaklar yaparak, 600 askerinin yanına, 6000 tane daha katacaktır.
Aztek İmparatoru II. Montezuma, ülkesinin içi ve dışındaki bilinen halklara hiç benzemeyen, “dev geyiklere binmiş” (13), tehditkâr silahları, okların işlemediği giysileri (zırhları) olan ve yerleşik davranış kalıplarının dışında ve karşısında davranan bu yabancıların ilerleyişinin haberlerini gün be gün almaktadır. Aztekler tarihin döngüsel olduğuna inanmakta, yaşadıkları olayları söylencesel öyküleriyle karşılaştırarak açıklamaya çalışmaktadırlar. İşgalciler, suların anasından (okyanustan) ve geleneksel otorite yönü olan doğudan gelmişlerdir. Kozmolojik Aztek takvimine göre dikkate değer bir yılda ortaya çıkmışlardır. Bütün bunları değerlendiren II. Montezuma ve danışman heyeti, yabancıların niyetlerinin kötü olduğu aşikârsa da, değerli bir heyet olarak önemsenmelerini ve onurlandırılmalarını kararlaştırır.
Cortez ve adamları Tenoctitlan’a ulaştıklarında, onları karşılayan İmparator II. Montezuma, denizler ötesindeki krallarına vergi ödemeyi kabul edeceğini bildirir. Altın ve gümüşten armağanlar sunulan İspanyollar, aylarca Tenoctitlan’da kalır. İmparator II. Montezuma İspanyollar’ın adeta tutsağıdır; Cortez onun üzerinden Aztekler’e hükmetmektedir. Bu aylar boyunca, Aztekler’e bağlı kentlerden vergi olarak 600 bin pesoluk altın ve gümüş toplanmış, beşte biri İspanya Kralı V. Carlos’a gönderilmiş, geri kalan ise işgalciler arasında pay edilmiştir.
İmparatorlarından umudu kesen Aztek halkı, Montezuma’nın kardeşi Cuitlahuac önderliğinde isyan başlatmıştır. Tenoctitlan, Tetzcoca Gölü üzerindeki bir adaya kurulmuş, anakaraya üç ayrı yolla bağlanan, 13 km2 yüzölçümü olan, 250-300 bin nüfuslu bir başkenttir (14). İsyan başladıktan sonra kent dışına kaçan İspanyollar, kenti karaya bağlayan geçitlerin başlarını tutarlar. Su kemerlerini de kapayarak, kenti haftalarca süren bir kuşatmayla açlık ve susuzluğa mahkûm ederler. 50 bin Aztek açlık ve hastalıktan, 67 bin Aztek de savaşırken ölür (15). İki tarafın silah teknolojisindeki büyük fark da, savaşın yazgısını belirleyecektir: Yerlilerin silahları, yani taş, bronz ya da tahta sopalar, topuzlar ve baltalar, ok ve yaylar İspanyollar’ı ve atlarını dövmeye ve yaralamaya yarıyor; öldürmeye pek yetmiyordur. Oysa İspanyollar’ın çelik kılıçları, zırhları, tüfekleri ve bombaları az sürede çok can almaktadır. Savaş sırasında ve kent düştükten sonra İspanyollar, tapınakları, köprüleri, her türlü yapıyı yerle bir ederler. Tenoctitlan’daki imparatorluk sarayının olduğu yerde, bugün Latin Amerika’nın en büyük katedrali olan Santiago, temelindeki vahşet kadar haşmetli bir biçimde yükselmektedir.
Aztek İmparatorluğu başkentinin yerle bir edilmesinden sonra dağıldıysa da, İspanyollar’ın 16. yüzyıl boyunca, bölgedeki Maya yerlilerinin direnişleriyle uğraşması gerekecektir. Karşılarında bir hamlede ele geçirebilecekleri tek bir otorite kalmamıştır; üstelik Mayalar, pusu ve tuzaklar kurarak, geceleri saldırıyor, gerilla taktikleriyle savaşıyorlardır. İspanyollar’ın bölgeye ayak basmasından önce 25 milyon olan nüfus, 1550’de 6 milyona, 1600’de de 1 milyona düşer (16). Yerlilerin direnişine rağmen, kıtanın binlerce yıllık geçmişi üzerinde yükselen Aztek-Maya Uygarlığı, toplumsal yaşam biçiminin çökertilmesine ve uğradığı nüfus kaybına dayanamayarak, yüzyıl sonunda tarihe karışacaktır.
Bir Aztek’in Tenoctitlan’ın düşüşünden 7 yıl sonra yazdığı sanılan, Latin harfleriyle kaleme alınmış Kırık Mızrak adlı şiir, çöken Maya-Aztek Uygarlığı’na bir ağıttır: “Yollara saçılmış kırık mızraklar vardı / Yıpranmış saçlar gibiydi kederimiz / Evler çatısız, duvarsız / Ve kanla kırmızıydı / Caddelerde ve saraylarda kurtçuklar geziniyordu / Ve duvarlar kana bulanmış / Kızıl akıyordu sular sanki boyanmış / Yudumladığımızda tuz tadı bırakıyordu / Avuzlarımızı umutsuzca dayadık / Tuğla duvarlara / Mirasımız ve kentimiz için kayıp ve ölü / Kalkanları vardı savaşçılarımızın oysa / Ama bizi koruyamadı” (17).
İnka halkı, gümüş uğruna maden ocaklarına gömüldü
Francisco Pizarro, İspanya Krallığı’ndan aldığı yetkiyle 1532’de Peru seferine başlar. Pizarro’nun İnka İmparatorluğu’na saldırısı ve gelişen olaylar, şaşılacak derecede Aztek İmparatorluğu’nun ele geçirilişi ve yok edilişine benzemektedir. Pizarro, iki kardeş olan Huascar ve Atahualpa arasındaki iktidar savaşından İspanyollar lehine yararlanacak, iktidardaki Atahualpa’yı esir alacaktır. İmparatoru rehin olarak elinde tuttuğu 8 ay boyunca, İnka topraklarından Avrupa’nın 50 yıllık üretimine eşdeğer miktarda altın ve gümüş elde eder (18).
Atahualpa’nın öldürülmesi ve başkent Cuzco’nun ele geçirilmesinden sonra, tıpkı Aztekler’de olduğu gibi merkezi otorite dağıldığından, imparatorluk kolayca yıkılır. Ama zaman zaman örgütlü bir nitelik de kazanan yerli direnişi 40 yıl boyunca devam edecektir.
Peru, Bolivya ve Kolombiya, Güney Amerika kıtasının başlıca madencilik bölgeleridir. Buralarda altın dağınık, gümüş ise daha boldur. İspanyol Krallığı, sömürgeci İspanyollar’a, belirli sayıda yerli çalıştırma hakkını sağlayan haklar vermektedir, böylece binlerce yerli İspanya Tahtı’nın “özgür vassaları” olarak kaydedilir. İspanyollar İnka yerlilerini, And Dağları’ndaki 3600 m yükseklikteki Potosi’de bulunan gümüş madenlerinde çalıştırırlar. Yerliler bir hafta boyunca hiç yukarı çıkmadan yeraltında kalmaya zorlanmaktadır. Madenin işlenmesinde, insan için son derece zehirli olan cıvanın kullanılması nedeniyle, yeterli yiyecek de verilmeyen yerliler sapır sapır ölür. Potosi gümüş madeni, keşfi ile yıkımı arasında geçen 300 yıl içinde, 8 milyon yerliye mezar olur. İnka halkı, dünya gümüş üretiminin yüzde 70’inin karşılanması uğruna, maden ocağının dehlizlerine gömülecektir.
Hem Meksika, hem Peru’daki yerli kültürü, yalnızca daha fazla sömürü uğruna yok edilmiştir. Aztek ve İnkalar’ın büyük hazinelerinin hemen hepsi eritilir ve madenlerde ağır koşullarda çalıştırılan yerlilerin çıkardıklarıyla birlikte Avrupa’ya gönderilir. İspanyollar 1500-1660 yılları arasında Amerika kıtalarından toplam 181,5 ton altın ve 17.000 ton kadar gümüş ithal ederler (19).
Tesadüfi bir biyolojik silah: Virüsler
Bir teze göre, Avrupalılar’ın salgın hastalıklar yaratacak virüslere, evcil hayvanlarla nicedir içli dışlı olduklarından doğal bağışıklık geliştirmiş olmaları ve bu virüsleri, evcil hayvan sayıları sınırlı olduğundan pek çok virüse doğal bağışıklık geliştirememiş Amerikan yerlilerine bulaştırmaları, kıtanın toplu yerli ölümleriyle nüfus olarak zayıflamasına yol açarak Amerika’nın Batı tarafından sömürgeleştirilmesinde önemli rol oynamıştır (20).
Gerçekten Aztek İmparatorluğu’na İspanyol işgalinin daha başında, 1920’de; İnka İmparatorluğu’na ise İspanyollar gelmeden önce, 1525-26 yıllarında ulaşan çiçek virüsünün yol açtığı salgınlar, milyonlarca yerlinin ölümüne neden olmuş; imparatorlukların zayıflamasına yol açmıştır. Yine Batılılar tarafından kıtaya getirilen kızamık virüsü 1530-31 yıllarında, tifüs virüsü 1546’da ve grip virüsü ise 1558-59 arasında yaygın ve yüz binlerce can kaybına neden olan salgınlara yol açmıştır. Batılı sömürgeciler, “keşiflerini” kolaylaştıran bu tesadüfi biyolojik silahı, Kuzey Amerika’yı ele geçirmeleri sırasında bu kez bilinçle kullanacaklardır. Birleşik Devletler, rezervasyonlara hapsettiği Kızılderililer’e çiçek virüsü bulaşmış battaniyeleri yollamayı reva görmüşlerdir.
Portekizliler ve Hollandalılar da, İspanyollar gibi Kolomb’un mirasçıları
İspanyollar’ın ardından, 1500’lerden itibaren Portekizliler de Güney Amerika’ya gelmeye başlarlar ve Brezilya topraklarını kolonileştirirler. İspanyollar gibi, kıtanın doğal zenginliklerini sömürmek hırsıyla gözleri dönmüş olan Portekizliler, mümkün olduğunca çok yerliyi yakalayıp köleleştirir ve altın madenlerinde, şeker kamışı işletmelerinde ve sığır yetiştiriciliğinde, ağır koşullarda çalıştırırlar. Portekizliler’in gelişinden hemen önce sayıları yaklaşık 2,5 milyon olan Brezilya bölgesi yerli nüfusu, günümüzde 200 binden azdır (21). Yerli halkın, istilacıların zulümlerinden kaçarak iç bölgelere göç etmesi, Portekizliler’in yeni işgüçleri kazanabilmek için iç bölgelere köle bulma keşifleri düzenlemelerine yol açmaktadır. Hollandalılar, 1630’larda Kuzeybatı Brezilya’yı ele geçirdiklerinde, boşalmış topraklar bulurlar. Yüzyıl öncesinde yüz binlerce yerlinin yaşadığı 1300 km uzunluğundaki kıyı bölgelerinde, bugün yalnızca 9 bin yerli kalmıştır (22).
ABD, BATI’NIN SUÇLARIYLA MAYALANARAK DOĞUYOR
Kuzey Amerika kıtasında sürekliliği olan İngiliz yerleşimlerinin kurulması, 1607’de Virginia’da başlar. 200 yıl gibi bir süre içinde, Batılılar büyük göç dalgalarıyla çekirgeler gibi üşüşürler Kuzey Amerika’ya. Gelenler Amerika Birleşik Devletleri’nin temelini attıklarından, sonradan “öncüler” ilan edileceklerdir. Gerçekten de, yeni geldikleri bu topraklarda yapıp edecekleriyle, istediği ülkenin topraklarına gidip yerleşme, kaynaklarına el koyma, yönetimlerine müdahale etme, halklarının kaderiyle oynama, hatta onları soykırım ölçüsünde yok etme hakkını kendinde görebilen ABD’nin “öncüsüdürler”. Batı Uygarlığı’nın insanlığa karşı büyük suçlar işlemeye devam eden uzantısı ABD’yi, öncüleri “suç bataklığı” haline getirecekleri bu topraklarda mayalamıştır.
Göçmenler, borçlarını ödeyemedikleri için rehin alınıp buralara çalıştırılmaya getirilenler, topraktan koparılmış, mülksüzleştirilmiş, yeni kurulan kentlerde açlığa ve sefalete mahkûm edilmiş yoksullar, dinsel ve siyasal baskılardan bunalıp kaçanlar, ütopyacılar, maceracılar, kolay yoldan köşeyi dönmek isteyenler, hapishane kaçkınları, cezalarını çekmek için gönderilen mâhkumlardan oluşmaktadır.
Geniş toprakları, doğal kaynakları, zenginlikleriyle büyük olanaklar sunan yeni dünyaya, yepyeni bir başlangıç umuduyla gelenler, önceleri Atlantik kıyılarındaki küçüklü büyüklü körfezlere yerleşirler; kısa sürede 15 koloni kurulur. Yerleşme çabaları sırasında zaman zaman Kızılderili kabileleriyle karşı karşıya geleceklerdir. Yayılmacı Batı Uygarlığı, önündeki engelleri düzlemek için girişeceklerine “ideolojik kılıflar” üretmekte geç kalmaz. Massachusetts Körfezi Sömürge Valisi John Wintrop (1588-1649), Kızılderililer’in yaşadığı kıtayı “boş topraklar” ilan eder. Ona göre, madem ki Kızılderililer bu toprakları fethedip egemenlikleri altına almamışlardır; öyleyse bu topraklarda “yasal” değil, “doğal” hakları vardır. “Doğal” hakların ise yasal dayanağı olmadığından, bu topraklara gönül rahatlığıyla el konulabilir. Sömürge valisinin “boş topraklar” dediği Kuzey Amerika kıtasında, Batı Uygarlığı işgalinden önce, 300 ayrı dil konuşan, binlerce kabileden oluşan yerli nüfusunun, 25 milyon olduğu tahmin edilmektedir.
Bu durumda, toprakların gerçekten boşaltılması gerekecektir. Kızılderililer için, “beyazlar”ın geldiği yönden, kıyım ve sürgünler başlar.
Tanrı yine Kızılderililer’i katleden Batılılar’ın yanında…
Topraklarını yavaş yavaş genişleten koloniciler için bir süre sonra Kızılderililer’le çatışmak kaçınılmazlaşacaktır. Ama “Tanrılarını” da yanlarına alarak, “yasal hakları”nı yerlilerden söke söke alacaklardır.
New England adını verdikleri topraklara yerleşmiş Batılı koloniciler, Conneticut ve Rhode Island olarak bilinen bölgede yaşayan Pequot kabilesini, kendilerine engel olarak görmektedir. Yerlileri kaçırarak köleleştiren bir beyaz tüccarın Kızılderililer tarafından öldürülmesini bahane ederek, 1639’da Pequotlar’a savaş açarlar.
Beyaz birliğini yöneten Yüzbaşı John Manson, yerli savaşçılarla karşı karşıya gelecekleri bir savaş yerine, Pequot köylerini basarak yapılacak katliamların, düşmanı daha az riskle daha etkili bir biçimde yıldıracağına karar verir. Gece gerçekleştirilen baskında yerlilerin bazıları kaçar, bazıları saklanır, kimileri karşı koymaya çalışır; bunun üzerine Manson çadırları yakma emri verir. Yüzbaşı, Tanrının bu katliamı onayladığını düşünmektedir: “Gerçekten Kadiri Mutlak Tanrı, ruhlarına öyle dehşetle bir korku saldı ki, bizden kaçarken, alevlerin arasına dalıyorlardı; çoğu böyle öldü… (Ve) onları kızgın bir fırın gibi yaparak, kendisine inananların düşmanlarına aşağılamayla gülen Tanrı üzerlerindeydi. Son uykularını uyuyan yiğitler böyle darmadağın oldular… Tanrı, orayı cesetlerle doldurarak, kâfirlere karşı hükmünü verdi…” (23).
Bir siyasi yöneticinin ve bir din adamının da, Pequot köyü baskınına yaklaşımlarında, yüzbaşıyla gösterdikleri ortaklık dikkate değerdir. Pylmouth Kolonisi Valisi William Bradford baskını şöyle anlatır: “Onları böyle ateşte kızarırken ve bu ateşi söndüren kan gölünde görmek korkunç bir manzaraydı; çürüyen cesetler ve bunlardan yayılan koku berbattı; fakat zafer tatlı bir fedakârlık gibiydi; kendilerine olağanüstü yardımlarda bulunarak bu kadar gururlu ve kibirli bir düşmanı ellerine düşüren, bu kadar çabuk bir zafer bahşeden Tanrıya bunun için şükranlarını sundular” (24).
Hıristiyan din bilgini Cotton Mather ise, Magnalia Christi Americana adlı eserinde ölen Pequotlar için, “Bir saatten biraz uzun bir sürede, bu barbarların 500-600 tanesi yük oldukları dünyadan kovuldular” diyecektir (25).
O gece Pequot köyünde uygulanan kıyım, Batılılar kıtaya yayılırken pek çok Kızılderili kabilesine karşı tekrarlanacaktır. Kuşkusuz şiddet şiddeti doğurur, Kızılderililer de yer yer vahşete vahşetle karşılık verirler.
Kıyıdaki ovanın gerisinde yükselen Appalachian Sıradağları, kolonicilerin kıtanın içlerine yayılmasını bir süre için engeller. Kıyı nüfusu sürekli göçlerle kalabalıklaşınca, yayılma kendini dayatır. Koloniciler, batıya doğru ilerlediklerinde, dağların ötesinde, uçsuz bucaksız bir havza bulurlar. Bugünkü ABD topraklarının hemen yarısını kapsayan Mississippi Havzası, tamamen düz ve engebesizdir; büyük ovalardan oluşmaktadır.
Yayılma büyük ovaların sınırına geldiğinde, işler iyice sertleşmeye başlamıştır. Ovalar kuzeyden güneye savaşçı Kızılderili kabileleriyle kaplıdır. Kuzeyde Kanada sınırından aşağı doğru Siouxlar, hemen güneyde Cheyenne-Arapaho ittifakı, aşağıda Teksas bölgesinde Kiowa-Comanche grubu, Arizona’da Navajo ve Apacheler geçilmez duvarlar oluşturmaktadır.
Beyaz koloniciler ilerledikçe ve daha geniş toprak parçalarını ele geçirmeye başladıkça, Kızılderililer direniş için geniş kabile ittifakları kurmaya başlarlar. Örneğin Kuzey Carolina kolonicileri, Tuscarora Savaşı’nda, Güney Carolina göçmenleri Yamassee Savaşı’nda buna benzer ittifaklarla karşılaşır. Geniş ölçüde ciddi çarpışmalar olur; beyazlar da mal ve can bakımından önemli kayıplara uğrarlar. Kuzey Amerika’nın işgali için kozlarını paylaşan Batılı yayılmacılar, İngilizler dışında Fransızlar, İspanyollar ve Hollandalılar da yerlilerle savaşmak yanında, zaman zaman Kızılderili kabilelerle ittifaklar yaparak, kabileleri birbirlerine kırdırmışlardır.
Bağımsızlıkçılar, Kızılderililer’e uymayacakları sözler vermeye başlıyor
Kuzey Amerika kıtasına iyice yerleşmiş İngiliz kolonileri, üzerlerindeki ekonomik ve yasal denetimini ve yaptırımlarını giderek artıran İngiltere’ye karşı 1775’de Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nı başlatırlar. 1776’da Bağımsızlık Bildirgesi ilan edilir; İngiltere 1783’de Amerika’nın bağımsızlığını tanımak zorunda kalır.
Bağımsızlık savaşı sırasında Kızılderililer’in büyük çoğunluğu İngilizler’in yanında savaşır. George Washington, koloni birliğinin sınır boylarında savaşan Kızılderililer’le baş edemeyince, uzlaşma politikası uygulamaya başlar. Birliğin Savaş Bakanı, Henry Knox, “Daha önceki sakinler olarak toprak Kızılderililer’in hakkıdır” der (26).
Birleşik Devletler Başkanı Thomas Jefferson ise, 1791’deki bir konuşmasında, herhangi bir eyaletin sınırları içinde yaşayan Kızılderililer’e müdahale edilmemesini ister ve onların haklarına tecavüze yeltenen beyazların hükümet tarafından bulundukları bölgelerden uzaklaştırılacağını belirtir (27).
Ancak Jefferson’un devlet başkanlığının sürdüğü 1800’de, ülkenin batı sınırlarına yığılmış 700 binlik beyaz nüfusun hükümet üzerindeki baskısı artar. Jefferson artık hükümetini, Kızılderililer’in bazı bölgelerden uzaklaştırılmaları için ikna etmeye uğraşmaktadır. Kızılderilililer’in küçük araziler üzerine yerleştirilerek çiftçilik yapmaları ve beyazlara borçlandırılarak, onlarla ticarete zorlanmaları gerektiğini düşünmektedir. Borçlarını daha sonra topraklarını satarak ödeyebilirler. Jefferson’a göre, Kızılderililer avcılıktan mutlaka uzaklaştırılmalıdır, ancak bu takdirde tarıma, üretime ve uygarlığa ulaşacaklardır (28).
İngilizler’e karşı Kuzey Carolina’da Birliğin yanında savaşmış Chickasawalar ile topraklarının güvencede olduğuna dair bir anlaşma imzalanmıştır. Ama çok geçmeden Chivkasawlar’ın toprakları satışa çıkarılır. Toprak ölçümünden sorumlu devlet görevlisi John Donelson, bölgede 80 bin dönümden fazla toprağa el koyar.
Muhalif bir Amerikalı olan aktör Marlon Brando şunları söylüyor: “Hükümetimiz Kızılderililer’le neredeyse 400 anlaşma yapmıştı ve hepsini teker teker çiğnemişti. Yapılan bu anlaşmaların hemen her metninde şu ifadeler yer alıyordu. ‘Irmaklar aktıkça, güneş tepemizde parladıkça ve çimenler yeşerdikçe, bu topraklar sizindir ve sizin izniniz olmadıkça da, ne elinizden alınabilir, ne de satılabilir”. Evet, bütün bu anlaşmalar, yüce mahkemelerimizin takdis ve takdiriyle birer birer çiğnenmişti” (29).
Kızılderili katili Jackson başkan olunca, yerlilere “Gözyaşı Patikaları” gözükür
Birleşik Devletler’in kuruluş aşamasından sonra da kıtasal genişlemesi sürer. Amerikan yayılımı, 1800’lü yıllar boyunca Kızılderililer’in üzerine çökmüştür. Yerliler katledilecek, bazen hileyle, bazen zorbalıkla, bazen parayla, bazen “yasal” kılıflar bulunarak, ama sistemli bir biçimde tehcire zorlanacak, toprakları ellerinden alınacak, sürekli giderek daha da daralan alanlara sürülecekler, doğal yiyecek ve barınak kaynakları yok edilecek, yaşam biçimleri ve inançları değiştirilmeye çalışılacak; yoksulluk ve alkolizme mahkûm edilecekler; bütün bunlara direnmeye kalktıklarında da “ilkel vahşiler” olarak damgalanacaklardır.
Birleşik Devletler’in ilk dönem başkanlarından John Quiny Adams’a (1825-29) göre, Kızılderililer “bir ırk olarak korunmaya değmeyen”, “tükenmeye mahkûm” bir güruhtur ve “ıslah edilebilir bir soy değildir”. Bu aşağı ırktan insanları “kıtadan temizlemek son derece şerefli bir iştir” (30).
1829’da, Kızılderililer’in “keskin bıçak” dedikleri Andrew Jackson, Birleşik Devletler Başkanı olur. Jackson, 1813-14 yıllarında, Kızılderili bölgeleri sınırlarında görevliyken Creekler’e karşı savaşmıştır. Jackson ve arkadaşları 800 kadar Creek’i ablukaya almış; kadınlar ve çocuklar dahil hepsini öldürmüştür. “Öldürdüğü Kızılderililer’in kafa derilerini saklamakla” övünen Jackson, askerleri yerli cesetlerinden uzun şeritler keserek dizginler yaparken ve ölü sayımı için cesetlerin burunlarının ucunu keserken de yanlarındadır (31).
Kızılderili düşmanı Jackson, aynı zamanda bir toprak spekülatörü ve köle tüccarıdır. Başkanlığı sırasında, Kızılderililer’in Mississippi Nehri’nin batısına, kalıcı bir biçimde yerleştirilmelerini önerir; bu tehcir önerisi 1830’da yasalaşır. Bu yasayla “Kalıcı Kızılderili Sınırı” kurulduktan sonra, güney bölgelerindeki pamuk ekimine engel oluşturan 90 bin Kızılderili’nin büyük sürgünü başlar. 1831’de Choctaw kabilesi zorla sürülür. Alabama’daki Creekler, ordu onlara 1836’da baskı uygulayana dek direnirler. Bir yıl geçmeden, Chickasawlar da onları takip edecektir.
Cherookeler sürgün yasasıyla, mahkeme yoluyla mücadele etmeye çalışırlar. Ancak topraklarında altın bulunması, üzerlerindeki baskıyı daha da artırır. Sürüldükleri topraklara gitmenin varlıklarını sürdürebilmek için tek şans olduğu düşüncesiyle, durumu kabul ederler. İçlerine sinmeden aldıkları bu karardan, 1838’de hareket zamanı geldiğinde vazgeçmişlerdir. Bunun üzerine hükümet asker göndererek, 20 bin Cherooke’yi ablukaya aldırır; asker eşliğinde zorbalıkla Oklahoma’ya yürütülürler. Göç ettirilen 90 bin yerlinin yaklaşık 30 bini (32) hastalıklardan ve yorgunluktan öldüğü için bu zorunlu göç, yerliler arasında “Gözyaşı Patikaları” olarak anılacaktır.
Yeni topraklara ulaşabilen yerliler, ağır bedeller ödemeye devam eder. Yaşamlarında ve kültürlerinde büyük yeri olan topraklarıyla bağlarını yitirmişlerdir. Geldikleri yerlerdeki hayvan ve bitkileri tanımıyorlardır. Bu topraklarda öteden beri yaşayan diğer Kızılderili kabileleriyle, sınırlı doğal kaynaklar yüzünden çatışmaya girmeleri kaçınılmazlaşır. Tarım yapmayı bilmediklerinden, geçimlerini sağlamak için hükümetin yaptığı ödemelere bağımlı hale gelirler. Ama henüz yeni topraklarına uyum sağlamaya vakit bulamadan yine sürüleceklerdir.
Beyazların ayak basmadıklar yer kalmayana dek, hiç bitmeyecek bir sürgündür bu; yerleştirildikleri topraklarda değerli madenler ya da petrol bulundukça, ya da artan beyaz nüfus karşısında giderek küçülen ve daha verimsiz, çorak alanlara göçe zorlanırlar. “Kalıcı” Kızılderili sınırları, hiçbir zaman kalıcılaşmaz. Örneğin Winnebago kabilesi, 1829-1966 arasında altı kez daha batıya gitmeye zorlanmıştır. Bir Kızılderili reisi, “Büyük Baba’nın bir daha yerlerinden sürülmeyeceklerine dair söz verişinden beri beş kez sürüldüklerini” söyledikten sonra ironiyle eklemiştir: “Bana kalırsa Kızılderililer’e tekerlek takın; böylece istediğinizde kolaylıkla sürüp götürebilirsiniz” (33).
Yurtlarından koparılıp Amerika’ya taşınan yedek “işgücü”: Kara derililer
Hem kuzey, hem de Güney Amerika kıtalarına gelen Batılılar, yerlileri işgücü olarak da sömürmek için köleleştirdiler. Birçok Amerikan yerli kabilesi, avcı-toplayıcılığa dayalı bir yaşam yürüttüğünden çalışmaya ihtiyaç duymuyordu. Ama madenlerde ve büyük tarım işletmelerinde zorla çalıştırıldılar. 1542’den sonra, İspanyol Krallığı’nda yerli köleliğinin yasaklanması önleyici olmadı. Kölelik Amerika topraklarında yüzyıllarca devam etti. Güney Amerika’da 18. yüzyıla, Kuzey Amerika’da ise 19. yüzyıla kadar yerliler köle olarak kullanıldı.
Yerli nüfusunun kıyım ve hastalıklarla hızla azalması, Batılılar’ın işgücü için başka bölgelere yönelmesini zorunlu kıldı. Ama katliamlarla ve Avrupa hastalıklarının bölgeye taşınması sonucunda yerli nüfusun büyük ölçüde ve hızla azalması, yeni kol emeği gücünü gereksindiriyordu. Kısa süre içinde, hem İspanyollar hem de Portekizliler, Afrika’dan köle getirmeye başladı.
16. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar, kara derili insan ticareti, en kazançlı ticaret dallarından biri oldu. Batı Afrika tümüyle bir köle deposu olarak görüldü. 17. yüzyılda Afrikalı köle ticareti iyice yerleşti. Amerika kıtasında, tarımın talepleri arttıkça, Afrika ve Amerika arasındaki ticaret de arttı. 1600’de her yıl yaklaşık 5 bin Afrikalı köleleştiriliyordu, ama yüzyıl sonra bu rakam yılda 30 bine yükselmişti. Ticaretin en yoğun olduğu 1800 yıllarında her yıl 75 bin Afrikalı köleleştiriliyordu.
Afrika ile Brezilya toprakları arasında zenci ticareti Portekizliler’in elindeydi. Afrika’daki savaş esirleri arasından seçilerek satın alınan ya da düpedüz avlanarak gemilere istif edilen kara derili insanlar, Amerika’da önceleri ağaç kesimi gibi işlerde, Kızılderili insanların yanında yardımcı bir işgücü olarak kullanıldı. Ama şeker kamışı işletmelerinin kurulmaya başlanmasından sonra, Afrika’dan Amerika’ya kol gücü ihracatı çok büyük bir yoğunluğu ulaştı. Köle emeği kısa bir zamanda Brezilya’yı Avrupa başkentlerine taşınan şekerin anavatanına dönüştürdü.
Köle ticaretinin ilk aşamalarına Portekiz, Hollanda ve İspanya egemendi ama, 18. yüzyıla gelindiğinde, Amerika kıtalarına götürülen Afrikalılar’ın yaklaşık dörtte üçü İngiltere’ye aitti.
İngilizler’e ait Jamaika Barbados Adaları’nda geniş araziler bulunuyordu. 1680’de Barbados’un yarısı, toplam arazi sahiplerinin yalnızca yüzde 6’sına aitti ve en üst konumdaki 19 üreticiden her birinin 200’den fazlası kölesi vardı. 1713’de Jamaika’da her beyaz yerleşimcinin, ortalama 8 zenci kölesi bulunuyordu. 19. yüzyılda ise, üretim merkezleri köleliğin hâlâ arttığı ve toprak veriminin henüz tükenmediği İspanyol Küba ve Porto Riko Adaları oldu. 1800’de Küba’da yalnızca 44 bin köle vardı ama 1810-1870 yılları arasında sanayiyi geliştirebilmek için Afrika’dan yarım milyon daha köle getirildi (1).
400 yıl içinde 12 milyon Afrikalı Amerika’ya taşındı
Kölelik Afrika’da yüzyıllardır yaygın olmasına karşın, Avrupa ticaretinin yayılmasının toplumsal etkileri korkunçtu. Köle yakalamak için büyük mücadelelere giriliyordu. Köle ticareti nedeniyle ortaya çıkan toplumsal huzursuzluk, mahvolan yaşamlar ve erken ölümler biçiminde kendini gösteren korkunç acıların boyutunu tahmin edebilmek güçtür.
1500 yılı ile İngilizler’in köle ticaretini kaldırdığı 19. yüzyılın başları arasında, yaklaşık 10 milyon Afrikalı Avrupalılar tarafından köleleştirildi ve Amerika kıtalarına götürüldü. 19. yüzyılda köleliğin kesin olarak kaldırılmasından önce, Amerika kıtalarına 2 milyon Afrikalı daha taşındı (2).
Büyük olasılıkla her 5 köleden biri, Atlas Okyanusu boyunca yapılan yolculuk sırasında korkunç koşullarda ölüyordu. Birçoğu da ailelerinden, toplumsal geleneklerinden zorla koparılarak getirildikleri, kötü muamele, yetersiz beslenme ve yeni hastalıklara maruz kaldıkları bu garip ülkelere geldikten kısa bir süre sonra yaşamlarını yitiriyorlardı. Ölüm oranı çok yüksek olduğundan işgücünü koruyabilmek için çok sayıda köle getiriliyordu.
Kölelik uygulaması, 19. yüzyılın başına kadar birçok ekonomini önemli bir parçası olarak sürdü. Karaderili insanın kol gücü, 18. yüzyılın ortalarında ABD’yi dünyanın en büyük yün üreticisi konumuna yükseltti, İngiltere’de de tekstil sanayisinin dev boyutlarda gelişmesine temel hazırladı. Kölelik 1833’de İngiltere topraklarında, 1863’de Amerika Birleşik Devletleri’nde, 1886’da Küba’da ve 1888’de Brezilya’da kaldırıldı.
Dipnotlar
1) Clive Ponting, Dünyanın Yeşil Tarihi -Çevre ve Uygarlıkların Çöküşü-, Çev. Ayşe Başçı Sander, Sabancı Üniversitesi, 2000, s.182.
2) Age, s.174.
“En iyi Kızılderili ölü bir Kızılderilidir”
Kıtanın en batısına beyaz göçü 1848’de başlar. Oregon’un Birleşik Devletler topraklarına katılması, Kaliforniya’da altın bulunması ve 1860’da kıtayı bir uçtan diğerine kat eden demiryolunun tamamlanması; bu bölgelere beyaz yerleşimini hızlandırır. Kızılderililer’e yine yeni rezervasyonların yolları gözükecektir.
Bütün bu uygulamalara direnen, rezervasyonlara gitmeyi kabul etmeyen ya da götürüldükleri rezervasyonlardan kaçan yerli çeteleri vardır. Bunlarla yüzlerce acımasız savaş yürütülür. Kabaca 1860-1890 arasına tarihlenebilecek bir dönemde “Vahşi Batı”nın tüm büyük efsaneleri sahneye çıkar. Oturan Boğa, Çılgın At, Geronimo, Gaga Burun gibi büyük savaşçılar, Kızıl Bulut, Benekli Kuyruk, Yalnız Kurt gibi bilge politikacılar, Wovoka gibi mesihler yerli direnişlerinin sembolleridir.
Bir Amerikan özdeyişi haline gelen, “İyi bir Kızılderili, ölü bir Kızılderilidir” cümlesi bu dönemde söylenir. Bu, Comanche çetesini General Sheridan’a teslim eden “işbirlikçi yerli” Tosawi’nin General’e, “Tosawi, İyi Kızılderili” dediğinde aldığı yanıttır (34).
Sırf Kızılderililer’le savaşmak amacıyla kurulan 3. müfrezenin komutanı Albay Chivington, askerleri barışçı Kızılderililer’e saldırmak istemeyince çok öfkelenir: “Lanet olsun Kızılderililer’e yakınlık duyanlara! Ben buraya Kızılderililer’i öldürmeye geldim ve Tanrı’nın göğü altında Kızılderililer’i öldürmek için her türlü yola başvurmanın doğru ve şerefli bir iş olduğuna inanıyorum!” diye haykırır. Gerçekten günümüze ulaşabilen sınırlı yerli nüfusu, başvurulan yollarda hiç tereddüt yaşanmadığının kanıtıdır.
Bufalo sürülerinin yok edilmesi de, Kızılderililer’i ve yaşam biçimlerini yok etme mücadelesinde yer yer bir strateji halini almıştır. 1867’de bir subay, avcılara şöyle demektedir: “Öldürebileceğiniz kadar bufalo öldürün. Her bufalo ile bir Kızılderili de yok olacaktır” (36). Kıtanın ovalık bölgelerinde yaygın olarak bulunan bufaloları, sürülerin kendilerini yenilemesine engel olmayacak biçimde avlayarak yaşayan Siux, Lakota, Karaayak, Crow, Cheyenne, Comanche, Pawnee, Kiowa gibi Kızılderili kabileleri; beyazların “kâr sistemi”nin bufalo sürülerini neredeyse tamamen yok etmesiyle, yaşam kaynaklarını da kaybederler. 1872-74 yılları arasında öldürülen 4 milyona yakın bufalodan yalnızca 150 binini Kızılderililer vurmuştur (35).
Köklerine kibrit suyu dökemiyorsan, kendine benzet!
19. yüzyıl sonunda ve 20.yüzyılın önemli bir bölümünde ABD ve Kanada hükümetlerinin uyguladığı resmi “uygarlaştırma” politikalarının ana hedefi Kızılderili geleneklerini ve kabile yaşamını ortadan kaldırmaktır. Asimilasyon politikaları dört noktada yürütülür. İlki, Jefferson’un da hararetle önerdiği gibi tarıma dönük yaşam biçimini oturtarak, Kızılderililer’in avcılığa dayalı, göçebe ve mülkiyet kavramı olmayan yaşam biçimini silmektir. İkincisi geleneksel yerli giyim tarzını ortadan kaldırmak, onları beyazlar gibi giyinmeye zorlamaktır. Sömürgecilerin en çok başvurduğu yol olan üçüncüsü, Hıristiyanlaştırmak yoluyla Kızılderililer’in geleneksel inançlarından koparmaktır. Dördüncüsü ve en etkili olanı da, Kızılderililer’i küçüklükten itibaren “Batı kültürüyle” eğitmenin araçlarını yaratmaktır.
Kurulan Kızılderili okulları, yoksul Kızılderili halkının çocuklarına iyi bir eğitim sağlamak amacını güttüğü söylemine sığınır. Aslen subay olan Richard Henry Pratt tarafından Pennsylvania’da kurulan Carlisle Kızılderili Okulu, daha sonra açılacak Kızılderili okullarına model oluşturacaktır. 1879’da ülkenin dört bir yanından gelen Kızılderili çocuklarını kabul etmeye başlayan okulun, “rezervasyonlardan” mümkün olduğunca uzak olmasına dikkat edilmiştir. 1886’da ünlü Kızılderili Şefi Geronimo’nun teslim olmasından sonra, pek çok Apache çocuğu Carlisle’a gönderilmiştir. Kısa bir süre içinde bakımsızlık ve kötü muameleden en az 50 çocuk hayatını kaybeder (37).
Bir Sioux olan Luther Standing Bear (Dinelen Ayı), 1931’de basılan otobiyografik eseri, Kızılderili Çocukluğum’da Carlisle’deki bu okula gidiş macerasını şöyle anlatır: “Beyazların Kızılderili çocuklarını öldürmek dışında ne yapmak istediklerini bilemiyordum, bir okulun ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Doğu’ya ölmeye gittiğimi düşündüm… Trende büyük çocuklar cesaret vermek için kahramanlık şarkıları söylediler” (38).
Çocukların “uygarlaştırılması” dış görünüşlerinden başlar. Saçlarının kesilmesi Dinelen Ayı’da şöyle yer etmiştir: “Saçım kesildikten sonra aklıma yeni bir şey geldi. Artık Kızılderili olmadığımı, beyaz adamın taklidi olduğumu hissettim” (39). Beyazların giysileri içinde kendilerini rahat hissetmeseler de, bunları giymeye zorlanırlar. Çocukların sadece giysileri ve dış görünüşleri değil, adları da “beyazlaş”tırılır. İngiliz kral ve kraliçelerinin adlarıyla, İncil’de geçen ad ve soyadları alırlar. Kendi dillerini kullanmaları yasaklanır. Ziyaretlerine gelen akrabalarıyla ancak özel izin alarak kendi dillerinde konuşabilirler.
İnsanları sakatlamak, soymak ve yoksullaştırmak uygarlık mı?
“… Beyaz adamın birçok değişiklikler getirdiği yalan değil. Ne var ki onun uygarlığının iyi boyanmış ve çekici görünüşlü ürünleri, hastalık yapıcı ve öldürücü. İnsanları sakatlamak, soymak ve yoksullaştırmak uygarlığın bir bölümü ise, gelişme bunun neresinde? Ben derim ki, ilkel çadırının içinde, toprağın üstüne oturup yaşamı ve yaşamanın anlamını düşünen, yeryüzündeki bütün yaratıkların birbirleriyle hısım olduklarını kabul eden ve kendisinin evrenle bir bütünlük halinde bulunduğunu algılayan bir kişi, öz benliğine gerçek uygarlığın katkısız cevherini aşılamış olur”.
Reis Luther Standing Bear
Katliam, rezervasyon ya da sürgün…
“Ayrılırken, içimde sıkıntılı bir yalnızlık duygusu vardı. Kocam ölmüş, arkadaşlarım gömülmüş ya da esir alınmıştı. Sahip olduğum her şeyi terk ettiğimi düşünüyordum; ağlamadım ama. Hasta olan akrabalarınızı ya da arkadaşlarınızı kaybettiğiniz zaman neler hissedilir bilirsiniz. Ölüm. O an ölmenin bile sizin için bir önemi yoktur. Bizim içinse, her şey daha zordu. Öldürülenler, güçlü erkekler, sağlıklı kadınlar ve çocuklardı. Bu şekilde öldürülmeyi hak edecek hiçbir şey yapmamışlardı. Biz yalnızca kendi evimizde –atalarımızın evinde- kalmayı istedik. Giderken, kalplerimiz büyük bir üzüntüyle ağırlaşıyor, ruhlarımız parçalanıyordu. Ama özgür olacaktık… Her şey yitip gitmişti ve biz sessizce, karlı geceye doğru yürüdük”…
Reis Joseph’in erkek kardeşi Ollakut’un karısı, Wetatnomi
Halkım nerede?
“Nerede bugün Pequotlar? Narragansettler, Mohawklar, Pokanoketler ve halkımın bir zamanlar güçlü olan diğer kabileleri nerede? Yaz güneşinin altında eriyip giden kar gibi, beyaz adamın açgözlülüğü ve baskısıyla yok oldular”.
Shawne Reisi Tecumseh
Beyaz adamın dokunduğu her yer acıyor…
“Beyazlar, hiçbir zaman toprağa ya da geyiklere ya da ayılara aldırmadılar. Biz Kızılderililer bir hayvanı öldürdüğümüz zaman, onun bütün etini yiyoruz. Kökleri kazdığımızda küçük çukurlar açıyoruz. Ev yaptığımızda, küçük çukurlar açıyoruz. Biz çekirgeler için otları yaktığımızda, hiçbir şeyi mahvetmiyoruz. Biz meşe palamutlarını ve fıstıkları sallayarak düşürüyoruz. Ağaçları baltalayıp devirmiyoruz. Biz yalnızca kurumuş ağaçları kullanıyoruz. Ama beyazlar toprağı deşiyorlar, ağaçları söküyorlar, her şeyi öldürüyorlar. Ağaç diyor ki, ‘Yapma. Acıyor. Canımı yakma.’ Ama onlar, onu baltalayıp kesiyorlar. Toprağın ruhu, onlardan nefret ediyor… Kızılderililer asla bir şeyin canını yakmaz, ama beyazlar her şeye zarar veriyorlar… Ama beyazlar hiç umursamıyor… Beyaz adamın ona dokunduğu her yer acıyor”.
Yaşlı bir Wintu kadını
Atalarımızın ruhları bu toprakları terk etmeyecek
“Son Kızılderili de yok olduğunda ve kabilemin anısı beyaz adam için yalnızca bir efsane olarak kaldığında, bu kıyılar halkımın görünmeyen ölüleriyle dolu olacak ve sizin çocuklarınızın çocukları, kırda, çarşıda, dükkânda ya da yolu olmayan ormanların sessizliğinde kendilerini yalnız hissettikleri zaman, aslında yalnız olmayacaklar… Geceleri, şehirlerinizin ya da kasabalarınızın sokakları sessizken ve siz onların terk edilmiş olduğunu düşünürken, aslında o sokaklar, bir zamanlar oralarda yaşamış olan ve hâlâ çok sevdikleri bu güzel topraklara geri dönen eski sahipleriyle dolu olacak. Beyaz adam hiçbir zaman yalnız olmayacak”.
Reis Seattle, 1855.
Batı artık “vahşi” değildir…
1888’de asimilasyon politikalarına tepki olarak ortaya çıkan Wovoka adındaki bir Kızılderili, mesih olduğunu ileri sürer ve Hayalet Dansı adında bir dini yaymaya başlar. Yerlilerin son umudu olan Wovoka, atalarının geri döneceğini, Batılılar gelmeden önceki yaşamlarına kavuşacaklarını, beyazların yok olacağını söylemektedir. Bu değişimi hızlandırmak için Kızılderililer el ele tutuşup, 5 gün boyunca dans etmelidir. Siuxlar yerlileri bir isyan başlatırlar. Hayalet Dansı dininin trajik sonu, 1890’da Yaralı Diz katliamı olur. Yüzlerce Kızılderili, kadın, erkek, çocuk demeden katledilir.
Avrupalılar’ın bütün bu uygulamalarına karşın hayatta kalmayı başarabilmiş yerliler için, yeni yaşam biçimine teslim olmaktan başka seçenek kalmamıştır. Batı artık “vahşi” değildir.
Suçlu, ayağa kalk!
Kolomb’un kişiliğinde Amerika kıtalarına ayak basan Batı Uygarlığı, insanlığa karşı -burada pek azının ayrıntısına girebildiğimiz- büyük suçlar işledi.
Batılılar, tüm gaddarlıkları ve pervasızlıklarıyla suç işlerken, dillerinden düşürmedikleri Tanrıları, aslında gözü hiç doymayan “kapitalist kâr sistemleriydi”. Kolomb ve takipçileri sökün etmeden önce, Kuzey ve Güney Amerika’nın geniş toprakları üzerine yayılmış 75 milyon yerli nüfusunu (40) içeren yaşam, Batılılar’ın daha fazla toprak ve daha fazla zenginlik isteyen Tanrıları uğruna tarihe gömüldü. Yerliler, topraklarını, doğal kaynaklarını, özgürlüklerini, kültürlerini ve hayatlarını yitirdiler. Üstelik, Batı Uygarlığı’nın bu topraklarda işlediği suçlarla mayalanan ifrazatı ABD, aynı hırslarla ve yine “Tanrının” dilini adından düşürmeyerek, insanlığa saldırısını sürdürmekte. Bizce suçları sabittir, mahkûmiyetlerini istiyoruz…
Söz savunmanın
“Her yıl sayıları milyonlarla artan insanlarımızın özgürce gelişebilmesi için kıtanın her tarafına yayılmamız alnımıza yazılmış bir takdiri ilahidir… (Manifest Destiny-Aşikâr Yazgı). Aşikâr yazgımızın (kaderimizin) hakkı, üzerimize düşen büyük özgürlük deneyimi ve federatif kendi kendini yönetmeyi geliştirmek için Yaradan tarafından bize bahşedilen kıtada yayılmak ve onun tamamına sahip olmaktır. Bu, bir ağacın büyüme yazgısının gerçekleşmesi için gerekli toprak ve havaya sahip olma hakkı gibi bir haktır”.
1845’te US Magazine and Democratic Review’un editörü
John O’Sullivan’ın formüle ettiği Manifest Destiny “Kader Bildirisi”nden (41).
Dipnotlar
1) Meldan Tanrısal, “Kolomb’dan Wovoka’ya Kızılderililer”, Doğu Batı, S.32: Bir Zamanlar Amerika, Mayıs-Temmuz 2005, s.14.
2) Sibel Özbudun, “Latin Amerika Yerlileri: Yeniden!”, Latin Amerika Yerlileri içinde, Anahtar Kitaplar Yayınevi, Mart 2006, s.261.
3) Veli Yılmaz, “İyi Bir Kızılderili Ölü Bir Kızılderilidir”, Fatihler Yargılanıyor içinde, Tüm Zamanlar Yayıncılık, Ekim 1992, s.11.
4) Howard Zinn, Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, İmge Kitabevi Yayınları, Nisan 2005, s.7.
5) Howard Zinn, “Columbus, Kızılderililer ve İnsanlığın Gelişmesi”, Fatihler Yargılanıyor içinde, s.58.
6) Zinn, Nisan 2005, s.7.
7) Zinn, Ekim 1992, s.59.
8) Zinn, Nisan 2005, s.10.
9) Zinn, Ekim 1992, s.58.
10) Age, s.73.
11) Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi –Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine-, Çev. Muna Cedden, İmge Kitabevi, Kasım 2002, s.64.
12) Age, s.67.
13) Amerika’ya at, İspanyollar tarafından götürülmüştür.
14) Richard F. Townsend, Aztekler, Çev. Meltem Özdemir, Arkadaş Yayınevi, 2001, s.25.
15) Ferro, s.67.
16) Clive Ponting, Dünyanın Yeşil Tarihi –Çevre ve Uygarlıkların Çöküşü-, Çev. Ayşe Başçı Sander, Sabancı Üniversitesi, 2000, s.16.
17) Özcan Yüksek, “Aztekler –İki Dünyanın Çarpışması-”; Atlas, S.120, Mart 2003, s.66.
18) Ferro, s.72.
19) Carlo M. Cipolla; Fatihler, Korsanlar ve Tüccarlar; Çev. Tülin Altınova, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Ocak 2003, s.19.
20) Jared Diamond; Tüfek, Mikrop ve Çelik –İnsan Topluluklarının Yazgıları-; Çev. Ülker İnce, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ekim 2002, s.251-276.
21) Clive Ponting, s.117.
22) Age, s.117.
23) David Stannard’dan aktaran Meldan Tanrısal, “Kolomb’dan Wovoka’ya Kızılderililer”, Doğu Batı, S.32: Bir Zamanlar Amerika, Mayıs-Temmuz 2005, s.16.
24) Age, s.16.
25) Age. s.16.
26) Howard Zinn’den aktaran Melda Tanrısal, s.17.
27) Age, s.17
28) Age, s.17.
29) Aktaran Taşkın Takış, “Amerikayı Yeniden Keşfedelim”; Doğu Batı, S.32: Bir Zamanlar Amerika, Mayıs-Temmuz 2005, s.8.
30) Aktaran Haluk Gerger, Kan Tadı: Belgelerle ABD’nin Kara Kitabı, Ceylan Yayınları, İkinci baskı Ocak 2004, s.35.
31) Tanrısal, 2005, s.18.
32) Ponting, s.119.
33) Tanrısal, 2005, s.20.
34) Age, s.24.
35) Age, s.24.
36) Age, s.25.
37) Ahmet Köksal, “Çalınan ruh: Asimilasyon”, Atlas Dergisi, s.69.
38) Age, s.69.
39) Tanrısal, 2005, s.29
40) Zinn, Nisan 2005, s.24.
41) Aktaran Gerger, Ocak 2004, s.87
Kaynaklar
1) AnaBritannica Ansiklopedisi, 1993 Türkçe baskısı, 2. Cilt, “Amerika” maddesi.
2) Bir Zamanlar Amerika dosyası, Doğu-Batı dergisi, S.32, Mayıs-Temmuz 2005, 287 s.
3) Kolektif, Latin Amerika Yerlileri, Anahtar Kitaplar Yayınevi, Mart 2006, 368 s.
4) Carlo M. Cipolla; Fatihler, Korsanlar ve Tüccarlar; Çev. Tülin Altınova, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Ocak 2003, s.19.
5) Michael D. Coe, Mayalar, Çev. Meltem Özdemir, Arkadaş Yayınevi, Nisan 2002, 256 s.
6) Jared Diamond; Tüfek, Mikrop ve Çelik –İnsan Topluluklarının Yazgıları-; Çev. Ülker İnce, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ekim 2002, 610 s.
7) Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi –Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine-, Çev. Muna Cedden, İmge Kitabevi, Kasım 2002, 673 s.
8) Haluk Gerger, Kan Tadı: Belgelerle ABD’nin Kara Kitabı, Ceylan Yayınları, İkinci baskı Ocak 2004, 542 s.
9) Kristof Kolomb, Seyir Defterleri, Çev. Sait Maden, Çekirdek Yayınlar, 1999, 234 s.
10) Bartoleme de Las Casas, Kızılderili Katliamı, Çev. Ömer Faruk Birpınar, Babıali Kültür Yayıncılığı, Ocak 2005, 134 s.
11) Allan Nevins, Henry Steele Commager; ABD Tarihi, Çev. Halil İnalcık, Doğu Batı Yayınları, Nisan 2005, 453 s.
12) Clive Ponting, Dünyanın Yeşil Tarihi –Çevre ve Uygarlıkların Çöküşü-, Çev. Ayşe Başçı Sander, Sabancı Üniversitesi, 2000, 388 s.
13) Richard F. Townsend, Aztekler, Çev. Meltem Özdemir, Arkadaş Yayınevi, 2001, 232 s.
14) Özcan Yüksek, “Aztekler –İki Dünyanın Çarpışması-”, Atlas, S.120, Mart 2003, s.32-66.
15) Howard Zinn, Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, İmge Kitabevi, Çev. Sevinç Sayan Özer, Nisan 2005, 745 s.
16) Howard Zinn, Manning Marable, Mike Davis, Veli Yılmaz; Fatihler Yargılanıyor -500. Yılında Karşı Amerika-, Tüm Zamanlar Yayıncılık, Ekim 1992, 180 s.+ resimler.