“Marie Curie oranı”nı bir toplumsal mutluluk normu olarak öneriyoruz. “Marie Curie” derken sözünü ettiğimiz değer, iki Nobel Ödülü almak ve gelmiş geçmiş en büyük bilim insanlarından biri olmak değil. Bunlar nicel şeyler, fazla önemleri de yok. Kastettiğimiz, Marie Curie’nin yaşama ve bireysel-toplumsal ilişkilere yönelik bakış açısıdır. İşte bu “niteliğin” toplumdaki ve kişideki oranı. Karşılıksız emeğin meta-emeğe, gerçeğin imaja, nitelin nicele oranı…
Bir mutluluk, refah ve gelişmişlik normu öneriyoruz. Hani vardır ya, kişi başına düşen … oranı türünden “gelişmişlik” normları. Önereceğimiz norm: “Kişi başına düşen Marie Curie oranı” veya “toplumdaki Marie Curie oranı”. Tabii ki “Marie Curie” derken sözünü ettiğimiz değer, iki Nobel Ödülü almak ve gelmiş geçmiş en büyük bilim insanlarından biri olmak değil. Bunlar nicel şeyler, fazla önemleri de yok. Kastettiğimiz, Marie Curie’nin yaşama ve bireysel-toplumsal ilişkilere yönelik bakış açısıdır. İşte bu “niteliğin” toplumdaki ve kişideki oranı…
Karşılıksız emeğin meta-emeğe oranı
Ève Curie’nin, annesinin yaşamı üzerine yazdığı kitabı okurken bir cümle dikkat çekiyor: “Curie’lerin ‘vahşiler gibi yaşamaya’ yeni bir nedenleri var”. Evet, gerçekten de Curie’lerin “vahşilik”te direndikleri anlaşılıyor. Yukardaki normu, “kişi başına düşen ‘vahşilik’ oranı” veya “toplumdaki ‘vahşi’ oranı” olarak da ifade edebilirsiniz; pek de yanlış olmaz.
Ne yazık ki “oran”lardan söz ediyoruz. Çünkü bölünmüşüz. Toplumsal şizofreni uygarlıkla birlikte başladı. Uygarlık sadece insan toplumunun sınıflara bölünmesi demek değildir; aynı zamanda tek tek bireylerin de kişilik bölünmesine uğramasıdır, doğal olmayan roller edinmesidir. Uygar insan, şizofrendir. Emeği parçalanmış, emeğinin bir bölümüne yabancılaşmış ve “tam”lığını yitirmiştir. Emeğin meta haline dönüşmesi, her birimizin içine bir “yabancı” sokar. “Ben” ve “meta-ben”. Emek ikiye bölünür: “Karşılıksız emek” ve “meta-emek”.
Bu iki emek türü dur durak bilmeyen bir mücadele içindedir. Birbirlerinin alanlarını daraltmaya, birbirlerini alt etmeye çalışırlar. Meseleye toplumsal düzlemde bakarsak: İçimizdeki “yabancı”, benim olup da benden koparılan / el konulan parça, yani metalaştırılmış emeğimiz, bazı ellerde toplanır ve karşımıza devlet, Tanrı, sermaye olarak çıkar. İçimizdeki yabancının, toplumdaki yabancıya dönüşümü… Uygarlık budur.
İnsanoğlu o gün bu gündür, “tam”lığını arar durur. Yine toplumsal düzlemde konuşursak, buna “sınıf mücadelesi” de diyebiliriz. Felsefe, bilim, sanat, politika, aşk … hep bu “tamlık” arayışının ürünleridir. Uygarlığa atfedilen bütün bu üstün insan nitelikleri, aslında uygarlıktan kurtulma çabasının meyveleridir. Toplumdaki yabancıdan (devlet, Tanrı, sermaye …) ve bunun içimizdeki yansımasından (kişilik bölünmesi) kurtulma, yeniden “tamlığa” ulaşma çabası. Parçalanmış / bölünmüş emeğimizi yeniden birleştirme çabası.
Marie ve Pierre Curie, yıllarca emek verip keşfettikleri radyumun patentini almayı reddettiler. Oysa kendi keşiflerinin bir gramının piyasadaki ederiyle, en büyük hülyaları olan bir laboratuvara kavuşabilirlerdi. Şaşkınlıkla soruyor Marie Curie: “Radyum bir elementtir, herkesin malıdır. Nasıl bir kişiye ait olabilir?” Vahşi Marie, uygarlığa direniyor! Emek, metalaşmaya direniyor. Curie’ler karar veriyor: “Maddi çıkar bilimin ruhuna uymaz”. Gerçek bilim, kapitalizme direniyor.
Kısacası “Marie Curie oranı”nı “karşılıksız emeğin meta-emeğe oranı” olarak da ifade edebiliriz; gerek toplumsal gerekse bireysel düzlemde…
Gerçeğin imaja oranı
Yine Ève Curie’nin kitabından öğreniyoruz: Marie Curie çok zorunlu olmadıkça makyaj yapmazmış, pek takı da takmazmış. Giyimine kuşamına hiç önem vermezmiş; resmi törenlerde giymek üzere siyah, dantelli bir tuvalet, hepsi o kadar. Şatafattan, resmiyetten kaçınır; övüldüğü zaman utanırmış. Bütün bunları bir “sadelik gösterisi” (ki bu makyajın en sinsi olanıdır) olarak yapmıyor; doğal hali böyle. Bu niteliği o kadar belirgin ki, zaman zaman Pierre’in yakındığı ve Ève’in gücendiği bile oluyor.
Konumuz makyaj değil, isteyen yapar istemeyen yapmaz; biz “Marie Curie oranı” ile ilgiliyiz ve bu noktada onun, bireysel gibi gözüken ama sonuna kadar toplumsal olan ve günümüzde çok daha fazla önem kazanan bir diğer ifadesiyle buluşuyoruz: Gerçeğin imaja oranı.
Gerçek ile imaj arasındaki çelişki her zaman vardı. Ama eski toplumlarda, bu çelişkinin iki yönünün arasındaki sınırlar çok belirgindi. Halkın kopkoyusundan gerçek bir yaşamı vardı, aristokrat sınıfın üyelerinin ise imaj-yaşamları. Aristokratlar imajı tekellerine almışlardı, halka koklatmazlardı. Burjuvazi (kapitalizm) bu tekeli yıktı, imajı özgürleştirdi ve halka indirdi. Burjuvazinin devrimci olduğu dönemlerinde ürün veren edebiyatçı ve sanatçıların aristokrat yaşamla dalga geçen eserlerini biliriz.
Fakat burjuva özgürlüğünün, aslında “metalaşma özgürlüğü” olduğunu ve bunun da çok daha sinsi bir despotizmin temelini oluşturduğunu unutmamak gerekir. Kapitalizm, mümkün olan her şeyin metalaştırılması, piyasaya sunulması, yani alınır-satılır kılınması ve rekabet konusu yapılmasıdır. Metalaşma,”imajlaşma”yı ve sonuç olarak “yabancılaşma”yı da beraberinde getirir. Kapitalizm, imajı toplumsallaştırdı; artık herkesin bir “imaj-yaşamı” oldu. İmaj habis bir ur gibi yayılmaya, gerçeğin içine sızmaya ve gerçeği yemeye başladı.
Son dönemlerde ise, şimdiye kadar nispeten koruyabildiğimiz ve gerçekliğimizi yaşayabildiğimiz alanlara yönelik yeni bir kapitalist saldırı ile karşı karşıyayız. İletişim ve bilişim teknolojilerindeki atılımlarla gelen yeni bir metalaştırma dalgası. Mesai dışındaki kendimize ait zamanımızın, özel iletişim ve ilişki biçimlerimizin, davranışlarımızın, duygularımızın, bedenimizin (sırada genlerimiz var) metalaştırılması. Metalaşmanın, “karşılıksız emek” alanına saldırarak yeni parçalar koparması ve “iletişimsel emek”, “duygulanımsal emek” gibi yeni meta-emek türlerinin ortaya çıkması. İnsanların kol ve kafa güçlerinin yanı sıra, iletişimlerini, ilişkilerini, davranışlarını ve duygularını da satarak para kazanması. Özelin genelleşmesi, piyasa ilişkilerinin girdabına çekilmesi. Sonuç olarak en özel alanlarımızın imajlaşması, profesyonelleşmesi, endüstriyelleşmesi, yalanlaşması. Gerçek ile imaj arasındaki sınırların en özel davranış biçimlerinde dahi bulanıklaşması.
“Marie Curie oranı”nı işte bu noktada “gerçeğin imaja oranı” olarak ifade ediyor ve gündeme getiriyoruz. Yaşamında -belki de aşırı bir biçimde- imaja yer vermeyen Marie Curie’yi bir ölçüt olarak sunuyoruz. Marie Curie’nin, kendisine Nobel kazandıran keşfinin patentini almamak konusundaki direnişi ile makyaja (imaja, ambalaja) ve şatafata uzak duruşu, hatta içgüdüsel olarak iğrenişi bütünlük arz eder. Ayni “vahşi” tutumun farklı iki alandaki yansıması!
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, uygarlık-barbarlık tartışması yaparken, vahşi ve barbarın yalan bilmediğini vurgular. Çok düzgün olduğu için değil, ihtiyaç duymadığı için, dolayısıyla bilmediği için yalan söylemez vahşi. Marie Curie de öyle… Bütün çıplaklığıyla, naifliğiyle ve yetenekleriyle doğaldır Marie Curie. Sevgisi, tepkisi, aşkı ve acısıyla gerçek… İmajsız, rolsüz, maskesiz… Dolayısıyla güvenilir…
Belki de sahip olunabilecek en büyük zenginlik, bir imaja ihtiyaç duymamaktır. Yani şöyle bir şey: O kadar güzelsiniz ki, hiçbir makyaja ihtiyacınız yok; herhangi bir dış müdahale o güzelliği bozabilir ancak. Genelde “zenginlik ile imaj” ve “güzellik ile makyaj” arasında doğru orantı olduğu düşünülür. Oysa, galiba bir ters orantı var. Tamamen, “zenginlik” ve “güzellik” kavramlarından ne anladığımıza bağlı. Eğer bu kavramlar bizim için “nicel” bir olguyu temsil ediyorlar ve piyasada bir rekabet unsuruna dönüşmüşlerse, “daha”ya ihtiyacımız var demektir; bu durumda imaj, makyaj ve ambalaj devreye girer.
Marie Curie, “daha”ya ihtiyacı olmayan bir kadın. “Daha”sı olmayan bir güzelliği vardır Marie Curie’nin. Nicel değil, nitel bir güzellik… Nicel değil, nitel bir zenginlik…
Bu noktada “Marie Curie oranı”nın bir diğer ifadesine geliyoruz: “Nitel”in “nicel”e oranı. Tamlığın parçalanmışlığa oranı.
Tam olmadığı zaman sıfır olan şeylerin oranı
Yine Ève Curie’nin kitabından okuyoruz. Pierre Curie’nin bir kaza sonucu öldüğünü öğrenen Marie Curie’nin ağzından şu sözler dökülmüş: “Büsbütün mü öldü?” Ah, ölümün nicelleşebilmesini, Pierre’inin ufacık da olsa bir biçimde yaşayabilmesini ne kadar da istemiştir Marie… Ama ölüm nicelleştirilemez.
İnsanlığın, uygarlıkla birlikte yitirdiği “tamlığının” arayışı içinde olduğunu ve gerçek gelişmenin bu arayış mücadelesi ile oluştuğunu söylemiştik. Sınıf mücadelesi, bir anlamda “tamlığa” ulaşma çabasıdır. İnsanlık bu mücadele içinde, bir yandan parçalanmış (nicelleştirilmiş) alanlarını bütünlemeye çalışırken, diğer yandan henüz nicelleştirilmemiş alanlarını korumaya çalışır.
“Tam olmadığı zaman sıfır olan”, yani “yüzde”si olmayan şeyler var mıdır? Nicel birikimin nitel dönüşüme yol açtığı, diyalektiğin bir kuralı olarak öğretilir. Doğru, ama eksik; olgulara nicelikler dünyasından bakıyor; niceliklerin diyalektiği… Sıçramaları, aşmaları ve çöküşleri sadece bu kuralla açıklayamayız. Nitelik, niceliklerin toplamı değildir; başka bir şeydir. Niteliklerin diyalektiğindeki kural şudur: Nicelleşen nitelik, yok olur.
Örneğin bilim bir “tamlık” arayışıdır; bu yolla gelişir. Bir bilimsel yasa, tek bir olguyu bile açıklayamazsa, artık yasa olmaktan çıkar; o olguyu da açıklayabilecek başka bir yasa gerekir. Eski yasa belki çoğu yerde iş görür, teknisyenin işine yarayabilir; ama bilimciyi tatmin edemez.
Bambaşka bir alan ama, örneğin “aşk” da böyledir. Nicelleşirse yok olur; tam olmadığı zaman sıfırdır. Yüzde 99.9’u olmayan bir duygudur aşk; ya yüzde 100’dür ya da yüzde 0. Vicdan, güven, sevgi, onur, namus… Bunlar da parçalanamazlar, yüzdeye vurulamazlar; vurulurlarsa eğer, yok olurlar.
Peki, “tamlığa” ulaşılabilir mi? Bu bir ütopyadır. Tamlığa ulaşılamaz, onun peşinden koşulur ancak. Ama bu peşinden koşma eylemi, insanlığın gelişiminin motorudur. Curie’lerin radyumun peşinden koşması, yıllar boyu emek vererek tonlarca balçığın içinden bir gram radyumu damıtması gibi.
Kapitalizm bize, nicelikte yetinmemeyi öğütler (kurtlaştırma). Bu aslında, niteliğe / tamlığa ulaşma çabasının önünü tıkar (koyunlaştırma). Demek ki bazen nicel birikimde ısrar, nitel dönüşüme ulaşmaya engel oluyor. Çoğu zaman, niteliği korumanın yolu, niceliğe önem vermemekten geçiyor. Pierre Curie’nin şatafatlı bir törende kendi kendine oynadığı bir oyun varmış: Süs bebeği kadınların gerdanlıklarındaki elmaslarla kaç tane laboratuvar kurulacağını hesaplama oyunu. İşte, oyunla da olsa, bir “niceliği niteliğe dönüştürme” eylemi…
Marie Curie nicelikler dünyasında, çevresindekileri şaşırtacak kadar umarsız; bir “vahşi”… Ama nitelikler dünyasında? Hiçbir sıfata ve unvana gerek yok. Sadece: Marie Curie…
Bu nedenle “Marie Curie oranı”nı, “nitelin nicele oranı” veya “tam olmadığı zaman sıfır olan şeylerin oranı” olarak da ifade ediyoruz.
***
Toplumda ve bireyde “Marie Curie oranı”nın yüksekliği, yazımızın başında iddia ettiğimiz gibi bir “mutluluk normu” mudur? Örneğin Marie Curie mutlu muydu? Çok zor bir soru. Hatta yanıtı olanaksız, çünkü kendisine sormak gerek. Gözlerini yaşama kapamadan önceki son sözü, “Beni rahat bırakın” olmuş. Belki bu söz bir yanıt içeriyordur.
“Mutluluk” da tam olmadığı zaman sıfır olan bir şey. Dolayısıyla bir oran olarak ifade edilemez. “Marie Curie oranı”nı, bir norm olarak, içinde yaşadığımız toplum için öneriyoruz. Bu toplumu dönüştürmenin bir silahı olarak…
“Marie Curie oranı”na gerek kalmayacak bir toplumun özlemiyle…
Marie Curie’nin yöntemi
Aşağıdaki makale, “soL” günlük internet gazetesinde (www.sol.org.tr) 28 Haziran 2006 tarihinde yayımlandı. Ender Helvacıoğlu’nun gazetede her Çarşamba köşe yazısı yayımlanıyor.
Cennet, cehennemin içindedir; düzen ve uyum kaosun içinde. Ütopya, gerçeğin içindedir; gelecek geleneğin, ilericilik tutuculuğun içinde. Başka hiçbir yerde değil… Altın tepsiyle sunulacak bir cennet yoktur; cennet söke söke elde edilir.
Buna Curie yöntemi de diyebiliriz: Bir ton balçık içindeki bir gram radyumu ayrıştırmak. Emek yöntemi. Çoğumuz o balçığa baktığımızda, doğal olarak kocaman bir çamur yığını görürüz. Ama Curie’ler o bir ton balçığa baktıklarında bir gram radyumu görebilmişlerdi. Ve radyum başka hiçbir yerde değildir.
Halk da böyle bir şeydir; tonlarca balçık. İçinde birkaç gram radyum var. Devrimci, Curie yöntemiyle o bir gram radyumu ayrıştırır ve aslında bu ayrıştırma işlemidir devrim. “Ayrıştırma” derken, samanlıkta iğne aramak gibi bir eylemden söz etmiyoruz. Fiziksel değil kimyasal bir işlemdir kastımız; “damıtma” işlemi. Curie’nin radyumu, tonlarca çamurun bir yerinde saklı değildi; öyle olsaydı işler kolay olurdu. Curie radyumu damıttı, bir ton çamuru bir gram radyuma dönüştürdü. Devrim budur.
Türkiye halkının ne kadar tutucu, gerici, cahil, milliyetçi ve dinci olduğuna dair anketlerden söz etmiştik. Hepsi doğrudur; ama anketler fotoğraf çeker. Toplumbilim için fotoğraf makinesi (anketler, alan çalışmaları vb.) gereklidir ama yeterli değildir; bize sadece statükonun resmini çıkarır. Aslolan “uç vereni”, değişimi, geleceğe uzananı yakalayabilmektir; bunun için daha gelişmiş yöntemlere ihtiyaç duyulur.
İleriye doğru sıçrayacak atlet, önce gerilir; binasını yüksek yapacak olan usta, temelini derin kazar; kökü ne kadar derinlere gidebilirse bir ağacın, tepesi o kadar göğe erer. Demek ki her gerileme aynı değildir. Ne için gerilendiğine bağlı. Dipsiz karanlığa savrulmak için mi, ileriye sıçramak için mi? İşte bu noktada, anın fotoğrafıyla yetinmek yanıltıcı olabilir. Gerileyişin fotoğrafını çekip karamsarlığa kapılanlar, bir süre sonraki sıçrayışı kaçırabilirler.
Önceki yazımızda sözünü ettiğimiz iki anketi yan yana koyduğumuzda ilginç bir tabloyla karşılaşıyoruz. Hem tutuculuk artıyor, hem de anti-Amerikancılık. Bir ton çamur, ama içinde radyum var! Nasıl yaklaşacağız bu çamura? Sızlanıp duran aristokratlar gibi mi, Marie Curie gibi mi?
Ne yapmıştı Madam Curie? Bu işi nasıl becermişti?
Birincisi, Curie, o tonlarca çamura âşıktı. Aylar boyunca, soğuk, loş bir barakada, yemeyi, içmeyi, uyumayı unutarak o çamurla uğraşmak… Aşkın bundan daha güzel tanımı var mı? Aşkın gözü kördür derler ya, inanmayın. Tam tersine, âşık, kimsenin göremediği bir cevheri görmüştür; onun için gözünü ayıramaz bir türlü. Herkes bakar çamur görür, âşık bakar cevher görür. Kim kördür?
Demek ki ilk ders: Halka aşk ile yaklaşmak gerek.
Bazıları halka nefretle yaklaşıyor; bunlar baktıklarında çamur görenlerdir. Akılları sıra dincilikle, milliyetçilikle, tutuculukla “mücadele” ediyorlar, halkı karşılarına alıp. Bu arkadaşlar, gericilikle mücadelenin bir sınıf mücadelesi olduğunu kavramamışlardır.
İkincisi, Madam Curie “aman çamura bulaşmayayımcı” değildi. Çamura bulaşmadan radyuma ulaşamayacağının bilincindeydi. Sınıf mücadelesi insanı kirletebilir, bundan korkmamak gerekir. Politikada, evdeki hesap hiçbir zaman çarşıya uymaz. Devrimci, çarşıda kazıklana kazıklana, evdeki hesabı doğruya daha yakın (ve olasılıklı) yapmayı öğrenecektir. Çarşıya çıkmazsanız, evdeki hesabınız “doğru” olarak kalır; ama radyum da o balçığın içinde kalır.
Demek ki ikinci ders: Ancak bulaşan ulaşabilir.
Üçüncüsü, Madam Curie çamurlaşmadı. Bulaşmaktan korkmayalım dedik ama bu işin tehlikeleri de var. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olunabilir. Geniş güçlerle birleşeceğim derken, o “geniş güçler”e dönüşenleri görmüyor muyuz? Bu tehlikeyi bertaraf etmenin bir yolu evdeki bulguru sağlama almaktır; diğer yolu da radyum hedefini hiçbir zaman kaybetmemek. Radyum hedefini kaybederseniz, evdeki bulgurdan da olursunuz; bunun örneklerini de görüyoruz.
Curie, yola çıkış hedefini hiçbir zaman kaybetmedi. Demek ki üçüncü ders de budur: Hedefe kilitlenmek.
Dördüncüsü, Marie Curie “budala âşık” değildi. Radyumu istiyordu ama, çamurla uğraştığının da farkındaydı. Bazıları (popülistler), bir ton çamuru bir ton radyum gibi göstermeye çalışırlar. Sanırlar ki, bu yolla halkla birleşecekler. Oysa çamur olduğunu en iyi bilen halkın kendisidir; onun bilmediği içindeki radyumdur. Çamur radyum olsaydı, Curie’ye ne gerek vardı? Halkçılık, halklaşmak değil, halkı dönüştürmektir. Halk kendisi gibi olanı değil, kendisine bir şeyler katabileni sever.
Curie’den alacağımız dördüncü ders de “devrimci gerçekçilik”tir.