AKP marifetiyle ve gizli/yarı-gizli çete örgütlenmeleriyle, daha doğrusu yeni derin devlet eliyle, tertip ve komplolar eşliğinde ülkemize bir rejim dayatılıyor. Mafyatik yöntemlerle vahşi bir rejimin önü açılmakta, temeli atılmaktadır. Bugüne kadarki süreçte yol döşendi, şimdi sıra Türkiye’ye biçilen bu yeni rejimin oturtulmasına ve kurumsallaştırılmasına gelmiş bulunuyor. “Kritik dönemeç” derken kastımız budur. 12 Haziran seçimlerine bu koşullarda gidiyoruz.
İktidar partisinin “çılgın proje” adıyla pazarladığı Kanal İstanbul Projesi’ni ele alan kapak dosyamızın sloganı: Vahşi proje! Vahşi olan sadece bu uygulanması olanaksız proje olsaydı, bu kadar önem vermeye gerek duymazdık; bir iki eleştirir geçerdik. Ama bu ve benzeri projeler, epeydir ayak sesleri duyulan ve seçimlerden sonra gerçekleştirilmesi hedeflenen “vahşi rejim”in göstergeleridir.
İpini koparmış bir sınıf
Baştan belirtelim, buradaki “vahşi” sözcüğünü antropolojik anlamıyla kullanmıyoruz. Uygarlık öncesi insan topluluklarının yaşam tarzını ve düşünüş biçimlerini bugünün ölçütleriyle yargılamak ve olumsuzlamak zaten bilimsel bir tutum olmaz. “Vahşi” sözcüğünü, insanlığın binlerce yıllık (vahşi insan topluluklarının da katkısını içeren) kültürel birikimini yok sayan ve yıkıma uğratan yeni bir rejimi tanımlamak için kullanıyoruz.
Doğadan, insandan, tarihten, kültürden, felsefeden, bilimden, sanattan, ahlaktan, hukuktan, emekten, üretimden, her türlü “toplum sözleşmesi”nden bağımsızlaşmaya çalışan, tüm bu birikimi önünde engel olarak gören ve yıkmayı hedefleyen, deyim yerindeyse “ipini koparmış”, mafyalaşmış bir sınıfın, küresel burjuvazinin, tüm dünyada ve ülkemizde yerleştirmeye çalıştığı bir rejimden söz ediyoruz.
Küresel burjuvazi bir “devrim” peşinde, bir “dünya devrimi”… Modernizmi ve onun iki büyük tarihsel ürününü, Aydınlanmayı ve sosyalizmi yıkmayı hedefleyen bir “devrim”. Kısacası, insanlığın son 500 yıl içinde attığı ileri adımlarla hesaplaşmaya çalışan kapsamlı bir karşı devrim.
Küresel burjuvazi, bazılarının iddia ettiği gibi, burjuva aydınlanmasını, burjuva demokrasisini ve sosyalist deneyleri eleştirerek aşmayı hedefleyen, geleceğe dönük, yapıcı ve devrimci bir sınıf değil. Tam tersine, bütün bu büyük akımların hataları ve sevaplarıyla insanlığa kattığı değerleri düzlemeye çalışan, geçmişe özlem duyan, yıkıcı ve karşı devrimci bir sınıf. Bu nitelikleriyle küresel çapta bir “yeni aristokrasi”.
Yöntemin neyse rejimin de o
İşte gerek seçim sürecine gerekse seçim sonrasına yönelik hazırlıklara bu ipini koparmış sınıfın ülkemizdeki uzantılarının ve temsilcilerinin yöntemleri damgasını vuruyor. Hedefe ulaşmak için yapabileceklerinin hiçbir sınırı yok. Machiavelli’yi bile utandıracak bir Makyavelizm! Ülkemizde siyasi mücadelenin araçları artık örgüt, propaganda, miting, gösteri, tartışma, eleştiri vb. değil. Politikanın en etkili araçları artık, yalan olduğu açıkça belli olan boş vaatler, çılgın projeler, uydurma anketler, siyasi rakiplere yönelik düzmece davalar, gözaltılar, tutuklamalar, operasyonlar, komplolar, kanunsuz dinlemeler, alenen tehdit, şantaj, rüşvet, belden aşağı vurma, uçuşan kasetler, yetmezse belki suikastlar, kurşunlar, bombalar… Vahşi rejim, bu mafyatik yöntemlerle önünü açmakta, yolunu döşemekte ve temelini atmaktadır. Muhalifler bu yöntemlerle ekarte edilmekte, siyaset arenası bu yöntemlerle yeniden tasarımlanmaktadır. Bu yöntemlerle kurulacak bir rejimin niteliğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Önümüzde yakın tarihten bir örnek var: 12 Eylül rejimi hangi yöntemlerle kurulmuştu? 1 Mayıs 1977 ile 12 Eylül 1980 arasında yaşananları anımsamak yeter.
Rejimler, kuruluş yöntemlerini yasallaştırırlar. Yalan, dolan, komplo, tehdit ve şantajla gelen bir rejim, yalan, dolan, komplo, tehdit ve şantajı kurumsallaştırır. Vahşi yöntemlerle gelen bir rejim, vahşi bir rejim olacaktır.
Bu süreç sadece ülkemize özgü değil; tüm dünyada benzer biçimde yaşanıyor. Arap dünyasındaki halk hareketlerine yönelik emperyalist müdahaleleri, Libya müdahalesini, Usame bin Ladin’in “tesadüfen” tam da bu sürecin ortasında tasfiye edilmesini, ABD Başkanı Obama ve İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “tarihi” demeçlerini vb. bir kenara bırakalım. Rönesans’ın kaynağı İtalya’yı, tüm dünyaya ışık olmuş bir devrimi gerçekleştirmiş Fransa’yı bugün kimlerin yönettiğini de bir kenara bırakalım. IMF Başkanının tespiti süreciyle ülkemizin seçim süreci birbirine ne kadar benziyor değil mi?
Her sınıf kendine özgü yöntemlerle sınıf mücadelesi verir ve kendi içinde rekabet eder. İnsanlığın kültürel evriminin dışına düşmüş küresel burjuvazinin yöntemleri de bunlar.
Bölgede ve ülkede çatışmalı bir süreç
Ülkemiz (daha doğrusu bölgemiz) bir dönemeçte. Özgürlük için ayağa kalkan Arap halklarının hareketi emperyalist odaklarca kendi çıkarlarına göre yönlendirilmeye çalışılıyor. Tunus ve Mısır’da gördüğümüz gibi halklar -şimdilik- devrimlerine sahip çıkacak örgütlülükten ve öncüden yoksunlar. Emperyalist odaklar gerek küresel burjuvazinin yerli ortaklarının ayak oyunlarıyla, gerek ordunun iktidara el koymasıyla, gerekse direkt silahlı müdahale ve işgalle (Libya), artık kesinlikle eskisi gibi yürüyemeyecek olan bölgeyi kendi çıkarlarına göre yeniden düzenlemeye uğraşıyorlar. Fakat bu henüz bir başlangıç. Halkların yakın gelecekte daha örgütlü, bilinçli ve “kendileri için” bir yanıt üretmeleri olasılık dahilinde. Mısırlı Marksist iktisatçı ve siyaset bilimci Samir Amin’in Mısır’ı ve bir ölçüde de Tunus’u analiz ettiği elinizdeki sayıda yayımladığımız makalesini dikkatle okumanızı öneriyoruz.
Türkiye’de de benzer bir süreç işliyor, fakat kendine özgü bir biçimde. AKP marifetiyle ve gizli/yarı-gizli çete örgütlenmeleriyle, daha doğrusu yeni derin devlet eliyle, yukarıda sözünü ettiğimiz tertip ve komplolar eşliğinde ülkemize bir rejim dayatılıyor. Bugüne kadarki süreçte yol döşendi, şimdi sıra Türkiye’ye biçilen bu yeni rejimin oturtulmasına ve kurumsallaştırılmasına gelmiş bulunuyor. “Kritik dönemeç” derken kastımız budur. 12 Haziran seçimi sonrasının ana gündemi yeni anayasa ve Kürt sorunudur, yani Türkiye’nin rejimi tartışılacaktır. Bu tartışma panellerde ve televizyon programlarında uzmanlar eşliğinde yapılmayacak, bizzat “arazide” gerçekleşecek. Kozların teker teker açılacağı, yasal/yasadışı zor yöntemlerinin kullanılacağı, çatışmalı/uzlaşmalı bir süreç olacaktır bu. Rejimler böyle yıkılır ve böyle kurulur zaten. Söz konusu sürecin başladığını da görüyoruz. Yeni CHP, yeni MHP, yeni TSK, yeni Gladyo, yeni Anayasa, yeni rejim… her kurumun “yenisi” gündemde.
Ülkemiz emekçilerinin henüz bu sürece ağırlık koyacak güçte ve örgütlülükte olmadığı ortada. Fakat böylesi çatışmalı süreçlerde, hele ülkenin rejimi tümden söz konusuysa, bu vatanın gerçek sahipleri olan emekçilerin uzun süre örgütsüz ve öncüsüz kalması düşünülemez. Şöyle veya böyle oluşturulacaktır bu güç. 12 Haziran seçimlerine de bu açıdan yaklaşmak gerekir.
AKP’ye oy verme, gönlündekine ver!
Son derece kritik bir seçime gidiyoruz. Hangi siyasi oluşumların meclise gireceği, kimin iktidar, kimin muhalefet olacağı, kimin ne kadar milletvekili çıkaracağı bile üç aşağı beş yukarı belli; bunun neresi kritik denebilir. Ama kritik olan 12 Haziran değil, 12 Haziran sonrası. 12 Haziran akşamı genel çerçevesiyle belli, ama 12 Haziran’dan sonra başlayacak süreç son derece belirsiz, kaotik, çatışmalı ve dolayısıyla birçok olası seçeneğe gebe. Türkiye’nin parlamentosu, Türkiye’nin sosyolojisinin çok küçük bir bölümünü yansıtıyor. Dolayısıyla oylar, esas olarak parlamentoyu değil, sosyolojiyi düşünerek verilmeli. Sadece parlamentoya değil, esas olarak sosyolojiye müdahale etme perspektifiyle verilmeli.
İki nokta önemli:
Birincisi, yukarıda anlatmaya çalıştığımız vahşi rejimin Türkiye’deki koçbaşı olan AKP’nin oy oranının düşmesi, ivmesinin aşağıya dönmesi hayati önemde. AKP bir önceki seçimde yaklaşık yüzde 47 oy alarak iktidar oldu. Bu oy oranındaki ciddi bir düşüş, örneğin yüzde 40’ın altına düşüş, AKP’nin, yeniden tek başına iktidar olsa bile, pervasızca hareket etmesini engelleyecektir. Bu perspektifin sloganı, doğal olarak, “AKP’ye oy verme!” olacaktır.
İkincisi ve daha önemlisi, kurulmak istenen vahşi rejime karşı dinamik ve etkili bir set yaratmanın da hayati önemde olmasıdır. Küresel burjuvazinin (ve sınıfın ülkemizdeki esas ve has temsilcisi AKP’nin) oluşturmayı hedeflediği rejime kökten karşı çıkışı temsil eden bir odağın güçlendirilmesi, ülkenin (şimdilik parlamentosuna olmasa bile) sosyolojisine müdahale edebilecek dişe dokunur bir odağın yaratılması hayatidir. Bu perspektifin sloganı da “Gönlündekine oy ver!” olacaktır. Parlamentarist değil, sosyolojik oy verme çağrısıdır bu.
Eşiğine geldiğimiz çatışmalı ve puslu (pusulu) süreçte, esas mücadelenin parlamentoda değil arazide olacağı bu süreçte, halka önderlik edebilecek bir odağın yaratılmasına katkıda bulunmak için oy ver. Çünkü seçimden hemen sonra yakıcı bir biçimde anlayacağız ki, emekçilerin esas ihtiyacı bu odağın yaratılmasıdır.