İslam dünyası 12. ve 18. yüzyıllar arasında, sanki kilisenin Avrupa’da yaptıklarını taklit etmiştir. Yunan felsefesi ve bilimi terk edilmiştir. Artık, ilim Halik’e ulaşmak için yapılacaktır. Akli ilimler yerine vahyi ilimler öne çıkarılmıştır. Bunun sonucu ağır olmuş, İslam’ın altın çağı, giderek İslam’ın ortaçağına dönüşmüştür.
Bu yazıda, kendisi inançlı bir Müslüman olan nükleer fizikçi Pervez Hoodbhoy’un görüşleri esas alınarak, İslam’da bilimin neden gerilediği anlatılacaktır. Eğitimin görevlerinden birisi, toplumda biriken bilgi ve değerlerin yeni kuşaklara aktarılmasıdır. Ancak, toplumun bilgisi kendisine “nakledilen bilgi”den ibaretse, o toplumda bir kuşaktan ötekine geçişte bir ilerleme olamaz. Toplumun sürekli ilerleyebilmesi için, her kuşak kendisine “nakledilen bilgi”ye yeni bilgiler ekleyerek sonraki kuşağa nakletmelidir. Yeni bilgi ekleyebilmek için, “bilgi”nin üretilmesi gerekir. Bu düşünce bizi, kaçınılmaz olarak şu sorulara götürür:
– Neden bazı toplumlar bilgi üretiyor, bazıları üretemiyor?
– Günümüzde bilgi üreten (dolayısıyla teknoloji üreten) toplumlar nasıl oluştu?
– Bilgi üretemeyen toplumlar nasıl oluştu?
Yanıtı kolay olmayan bu sorulara, farklı bakış açılarıyla farklı yanıtlar verilebilir. Verilebilecek yanıtlar ancak kitaplar dolduracak, ciddi bilimsel araştırmalarla ortaya konabilir. Bu yazı, böyle büyük bir iddiayı taşımadığı gibi, konuyu biraz daha daraltarak İslam ülkelerinde bilgi üretiminin neden geri kaldığını, güvenilir araştırmacıların ortaya koyduğu düşünceleri özetleyerek vermeye çalışacaktır.
Uzun zamandır siyaset bilimciler dünya ülkelerini üç sınıfa ayırırlar: gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkeler ve az gelişmiş ülkeler. Ulusal gelirden kişi başına düşen payın oranları esas alınarak dünya coğrafyasına baktığımızda, bu sınıflandırmaya çekincesiz katılabiliyoruz. Bu sınıflandırmada İslam ülkelerinin yerlerini belirlemek istediğimizde, petrol zengini olanları dışlarsak, geri kalanları gelişmemiş ülkeler sınıfına koymakta tereddüt etmiyoruz. Bu tabloda Türkiye’nin yeri istisnai bir durumdadır ve o istisnayı yaratan neden, yönetim biçiminin bir İslam devleti olmayışıdır.
Gelişmişliği, bilgi üretim düzeyleri ile sınıflandırmak için İslam ülkelerine topluca baktığımızda, bugün hiçbirisinde bilgi üretiminin gelişmiş ülkelerin ulaştığı düzeyde olmadığını görüyoruz. Petrol zengini olan İslam ülkeleri de bu kategori içindedir. O zaman karşımıza çıkan soru şudur: Neden İslam coğrafyasında bilimsel devrim olmadı?
Bu soruya yanıt arayan çok sayıda bilim insanı vardır. 18. ve 19. yüzyılın batılı oryantalistleri, İslam dünyasındaki bilimsel hareketleri görmezden geldiler. Bunun nedeni, Avrupa’nın, bilim ve teknolojide (dolayısıyla askerlikte) kesin üstünlüğünü kurana kadar, İslam dünyasını kendisine yönelik bir tehdit olarak görmesidir. Özellikle, Hıristiyan teolojisinin İslam’a karşıtlığı bilinçli bir güdüm altında sürmüştür. Bir bakıma, İslam’ın kendi yerini almasını engellemek için ortaya koyduğu reflekstir. Ancak 20. yüzyılda, batılı bilim insanları İslam bilimini tarafsız incelemeye başlamışlar ve sonuçta, İslam’ın altın çağı dediğimiz 8. ve 12. yüzyıllar arasındaki döneme haklı övgüler yağdırmışlardır.
Sorumuzun yanıtı İslam ve Hıristiyan toplumlarında bilgi üretiminin karşılaştırmalı tarihinde yatar. Henüz, doyurucu karşılaştırmalı bilim tarihi araştırmaları ortada yok. Ama 20. yüzyıl araştırmacılarının ortaya koyduğu gerçekler bize ışık tutacaktır.
Bilim, bilimsel bilgi, bilimsel yöntem nedir?
Bilimin yüzlerce tanımını bulabilirsiniz. En genel biçimiyle, bilim, sistematik bilgiler topluluğudur. Bu tanım esas alınırsa, bilginin nasıl üretildiği sorusuna yanıt vermek gerekir. Felsefe açısından, bilgi üretiminde iki yol izlenir: tümdengelim ve tümevarım.
Tümdengelim: Tümdengelim, genel bir yasadan özel sonuçlar çıkarma işidir. Örneğin, “Düzlemsel bir üçgenin iç açıları toplamı 180 deredir.” diyen yasadan “İkizkenar bir üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir.” diyen özel sonucu çıkarabilirsiniz. Bu çıkarımı deney ve gözlemle yapmayız; yani, çok sayıda ikizkenar üçgen çizip onların iç açılarını ölçmeyiz. Doğrudan mantığın p à q çıkarım kuralını kullanırız. Bu çıkarımda her deney ve gözlemde kaçınılmaz olarak oluşan hatalar yoktur; bizi kesin ve doğru sonuca ulaştırır. Bu sürece akıl yürütme (logical reasoning) diyoruz. Matematikte teorem diye ifade ettiğimiz yasalar böyle elde edilir. Tabii, bir matematiksel sistemin temelinde aksiyomlar yatar. Onlar, ispat edilemeyen varsayımlardır. Bütün matematiksel yapı onlara dayanır. Aksiyomları değiştirdiğimizde, farklı bir matematiksel yapı ortaya çıkar. Bunun tipik örneğini, farklı geometrilerin ortaya çıkışında görüyoruz. Öklid geometrisi, bir doğruya dışındaki bir noktadan bir ve yalnızca bir tane doğru çizilebileceği aksiyomunu kabul eder. Öklid’in beşinci postülatı ya da paraleller postülatı diye bilinen bu kuralı ispatlamak için, dünyanın en zeki insanları 2000 yıl boyunca boşuna uğraştılar. Hiçbiri ispatlayamadı. Sonunda, 19. yüzyılın ilk yarısında birbirlerinden habersiz olarak Macar matematikçi János Bolyai ile Rus matematikçi Nikolai Ivanovich Lobachevsky, Öklid’in beşinci postülatı yerine “Bir doğruya dışındaki bir noktadan sonsuz sayıda paralel doğru çizilebilir” aksiyomunu koyarak hiperbolik geometriyi kurdular. Tabii, bu yol açılınca, Öklid’in beşinci postülatı yerine “Bir doğruya dışındaki bir noktadan hiçbir paralel doğru çizilemez” aksiyomunu koyan parabolik geometri de ortaya çıktı. Şimdi ortaya çıkan üç geometri sisteminin her biri kendi içinde tutarlıdır; yani bir sistem içinde elde edilen teoremler birbirleriyle çelişmez. Ama farklı sistemler içinde aynı hipotezler farklı sonuçlara götürür. Başka bir deyişle, herhangi bir aşamada ulaştığımız yasa (sonuç) en başta varlığını kabul ettiğimiz aksiyomlara dayanıyor. O demektir ki, en başa sistemin değişmez temel yasalarını koyuyoruz. Her sonuç o yasalardan ya da o yasalardan çıkan başka sonuçlardan elde ediliyor. Çıkarım işlemi, mantık biliminin kurallarına uygun yapıldığı sürece, sistem içindeki bilgiler arasında çelişki olamaz. Bu tür bilgi sistemlerine tümdengelimli diyoruz. Matematik tümdengelimli bilgiler topluluğudur. O nedenle, bir matematik sistem içinde çelişki doğamaz.
Öte yandan, değişmez yasaların başlangıçta kabul ediliyor olması nedeniyle, tümdengelimli bilgiler, bilimsel bilgi olarak kabul edilmez. Çünkü kabul edilen temel yasaların (aksiyomların) gerçekliği doğrulanamaz.
Dinler de öyledir. Her din, en başa değiştirilemez yasalarını koyar. O yasaları doğrulayamazsınız. Ama bir dine inanan kişi, o yasaları sorgusuz kabullenmiş olur. Ahlak kuralları da öyledir. Bir toplumun benimsediği ahlak kurallarının doğruluğu ispatlanamaz. Ama toplumu biçimlendirir. Farklı toplumlar farklı ahlak kurallarını benimseyebilir. Evrensel ahlak kuralı yoktur.
Bu nitelikleri nedeniyle, tümdengelimli bilgiler, bilimsel bilgi olarak kabul edilmez. Bundan çıkan sonuç şudur: Dini bilgiler ve ahlak kuralları bilimsel bilgi değildir.
Tümevarım: Tümevarım, fizik, kimya, biyoloji gibi temel bilim dallarında bilimsel bilgi üretiminin asıl yöntemi olarak kabul görür. Deney ve gözlemlerden elde edilen sonuçlardan genel doğa yasaları çıkarılmaya çalışılır.
Temel bilimler doğanın gizlerini arar. Dolayısıyla, doğaya ait gerçeklerin var olduğunu kabul ederek yola çıkar. Gözlemlere ya da sezgilere dayalı hipotezler kurar. Ondan sonra hipotezlerini bıkmadan, usanmadan denemeye, gözlemeye başlar. Deney ve gözlemlerden çıkan sonuçları yasalaştırmaya çalışır. Yasalar genelleşerek kurama dönüşür. Bilim insanını sıradan insanlardan ayıran mihenk taşı buradadır. Çok sayıda deney ve gözlem sonucuna bakarak, oradan doğanın bir yasasını çıkarmak sıradan bir iş değildir. Elbette, bu işi yapabilmek için yeterli bilgi birikimine sahip olmak yanında her insanda olmayan bir yaratıcı akıl gücüne sahip olmayı da gerektirir. Örneğin, antik çağlardan beri yıldızların hareketleri gözlenmekte ve gökyüzü haritaları hazırlanmaktadır. Bugünkü astronomi bilgilerimize sahip olmayan birisinin, söz konusu gökyüzü haritalarını inceleyerek Kepler’in gök cisimlerinin hareketlerini belirleyen yasalarını ortaya koyması beklenemez. Bunu yapabilen kişi, doğanın bir yasasını açığa çıkarabilen ve bir teori kurabilen bilim insanıdır.
Bütün bu aşamalarda, bilim insanı, ulaştığı sonuca giden hipotezler ile yaptığı deney ve gözlemleri bütün ayrıntılarıyla ortaya serer. Ondan sonra, dünyanın dört bir yanındaki bilim insanları, ortaya konan yasa ya da kuramı aynı hipotezler altında tekrarlamaya başlarlar; aynı sonuca varıp varamayacaklarını denerler. Bu demektir ki, bilimsel bir yasa ya da kuram, isteyen herkes tarafından tekrarlanabilir olmalıdır. Bu tekrarların asıl hedefi yasayı doğrulamaktan çok, yanlışlamaktır. (1) Eğer birisi aynı hipotezler altında yasanın söylediği sonucun çıkmadığını gösterebilirse, o yasa bilimsel olma sıfatını yitirir. Tabii, yasayı yanlışladığını söyleyenin yaptıklarının da tekrarlanabilir ve her tekrarda aynı sonucu veriyor olması gerekir.
Bilimsel bilgi üretiminde deney ve gözlemin asıl yöntem olarak kabulü, bugüne dek elde edilen çok sayıda doğa yasasını ortaya koyan sağlam bir yöntemdir. Özellikle, tekrarlanabilir ve yanlışlanabilir oluşu, ona bilimsel bilginin gücü dediğimiz üstün bir nitelik kazandırmaktadır. Ancak, bazı deney ve gözlemler tekrarlanamaz. Örneğin bir deprem tekrarlanamaz. Milyon yıllar öncesine ait bir fosil tekrar yaratılamaz. Bu durumlarda, mukayese ve mantıksal çıkarım yollarına başvurulur. O nedenle, bilimsel bilgi üretimini yalnızca tekrarlanabilen deney ve gözleme dayandırmak, konuya aşırı sınır koymak olur.
Antik Yunan bilim ve felsefe anlayışı
Antik Yunan bilim ve felsefe anlayışı farklı doğrultularda gelişmiş ve MÖ 300’lü yıllarda doruğa erişmiştir. Mantık ve geometride yaptıkları günümüzde dimdik ayaktadır. Bilim ve felsefe alanında canlıyı, insanı, maddeyi, doğayı bilebilmek için üstün çaba harcamıştır. Kuşkusuz, antik Yunan bilim ve felsefesi çağdaş mantık, matematik, felsefe, fizik, kimya ve biyolojinin temeli olmuştur. Akıl melekesini öne çıkaran bu düşünce sistemi, önce İslam uygarlığının sonra batı kültürü dediğimiz egemen kültürün harcını da karmıştır. Çok incelenen bu alan, bu yazının konusu değildir. Ama İslam kültürünün, sonunda bu harçla inşa edilen yapıyı nasıl yıktığına değineceğiz.
Ortaçağ Hıristiyanlığı bilime karşı
Hıristiyanlığın Avrupa’da yayılmasıyla, antik Yunan bilim anlayışı, uzun süreli bir kesintiye uğramıştır. Özellikle, 5. yüzyıldan başlayarak 15. yüzyıla dek süren 1000 yıllık bu uzun kesintiyi yapan ve bu dönemin “ortaçağ karanlığı” diye adlandırılmasına neden olan etmenin kilise olduğu tartışmasız kabul edilir. Avrupa’daki bu karanlık dönemin Rönesans ile sona erdiğini biliyoruz. Elbette Rönesans aniden ortaya çıkmadı ve ortaçağ birden sona ermedi. Hiçbir sosyal oluşum aniden başlamaz ya da aniden bitmez. Karanlık çağa giriş gibi çıkış da bir süreç yaşamıştır. Ortaçağ karanlığını yaratan kiliseye başkaldıran düşünceler, gene o kilisenin mahzenlerinde yeşermeye başladı. Ortaçağ Hıristiyanlığı, insan aklının prangaya vurulduğu 1000 yıllık trajik bir öyküdür. Sonunda, insan, kendi aklını özgürleştirmek istedi ve bunu başardı.
Her inanç kurumunda köktenciler kolayca türemiştir ve onlar daima aklın özgürlüğüne karşı durmuşlardır. Köktenciler, bağlı oldukları dinin Ortodokslarıdır; inançsız saydıkları kişileri tanrı adına cezalandırmayı kendilerine verilmiş ilahi bir görev sayarlar. Bu olgu her inanç kurumunda yaşanmıştır. Ancak, köktencilere bu ortamı ya da olanağı sağlayan süreci doğru tanımlamalıyız. O süreci yaratan gene inanç kurumunun kendisidir.
Pervez Hoodbhoy’un (5) sözleriyle, konuyu önce Hıristiyan teolojisi açısından ele alacağız. Kilisenin apaçık amaçları şunlardı:
– Toplumların düzeni kilisenin koyduğu kurallara (dogmalara) uyacak şekilde biçimlendirilmelidir. Bunun için ibadet, yemek, evlilik, seks, çalışma gibi bireyin yaşamını etkiyen her alanda kilise kural koymuş ve koyduğu kuralları gerektiğinde şiddet kullanarak uygulatmıştır.
– Kilise kuralları tanrının buyruğudur; asla sorgulanamaz; ona karşı gelinemez.
– Ortaya konulan kurallardan birinin ihlaline bile göz yumulamaz. Çünkü bir kuralın ihlal edilebilmesi, ötekilerin de ihlal edilebileceği sonucunu doğurur. Böyle olması kilise otoritesinin çökmesi anlamına gelir.
– Özellikle, özgür düşünceye yol açacak bilim kesinlikle yasaktır. Evrenin gerçeklerini zaten kutsal kitap ve onun tercümanı kilise ortaya koymaktadır.
Hıristiyan Ortodoksluğu, Rönesans’tan önceki 1000 yıl boyunca Avrupa’yı bu katı kurallarla yönetmiştir. Ortaya koyduğu kurallar zinciri, giderek, batıl inançlara dönüşmüştür. Aklın özgürlüğüne gem vurmuş, bilgi üretimini ve bilimin gelişimini engellemiştir. Kendi öğretisi dışında kalan bilginin öğretilmesini şiddetle bastırmıştır. Dini mahkemeler (engizisyon mahkemeleri) on binlerce kişiyi sorgudan geçirmiş; çoğunu işkenceyle ve ölümle cezalandırmıştır.
Sonuçta toplumlar, yüzyıllarca süren din bağnazlığının esiri olmuştur. Bugün hepimize apaçık görünen bilgileri ortaya koyanlar şiddetle ceza gördüler. Hıristiyanlığın karşı çıktığı bilimsel gerçeklerden bazıları tipiktir ve İslam kültürüne de (kılık değiştirmiş olsa bile) geçmiştir. Bazılarını anımsamak, konuyu açıklamaya yetecektir.
Wycliffe, fosillere dayanarak dünyanın yaşının birkaç yüz bin yıldan çok olduğu görüşünü ileri sürdü. Bu söylem kutsal kitabın söylemiyle uyuşmuyordu. Başpiskopos James Ussher (1581-1656), dünyanın kuruluşunun MÖ 23 Ekim 4004 Pazar günü saat 09:00 olduğunu, İncil’i inceleyerek hesapladığını söyledi. Sonra, o zaman ölmüş olan Wycliffe’in kemiklerinin mezarından çıkarılarak parçalanıp denize atılmasını emretti. Böylece, münafıklık mikropları dünyadan temizlenecekti.
Kilise, 2. yüzyılda İskenderiye’de yaşayan Claudius Ptolemaeus’ün (Batlamyus, MS 85-165) ortaya koyduğu dünya-merkezli (geocentric) evren modelini, Hıristiyan ve İslam teolojileri benimsediler. 1540 yılında Nicolaus Copernicus (1473-1543), güneş-merkezli (heliocentric) evren modelini ortaya koyana kadar, bu modelin toplumlarca benimsenen bir alternatifi ortaya çıkmadı. (Aslında, Copernicus’tan çok önceleri antik Yunan, Hint ve İslam bilginleri arasında evrenin yer merkezli olmadığına işaret edenler çıkmıştır. Bunu söyleyenler arasında matematikçi ve astronom Sisamlı Aristarchos (MÖ 310-230), İslam bilgini Nasureddin Tusi (1201-1274), Uluğ Bey’in Doğancıbaşısı Ali Kuşçu (1403-1474) anılmalıdır.)
Hıristiyan teolojisini sarsan Copernicus, dünyanın ve diğer gezegenlerin güneş etrafında döndüklerini söyleyen kuramını ancak ömrünün sonlarında yayınlayabilmiştir. Çünkü kilise, geocentric evren modelini benimsemişti ve onun aksini düşünenler engizisyon mahkemesince ölüme mahkûm edilirdi. Gerçekten, kiliseninkinden farklı görüşleri savunduğu için Galileo Galilei (1564-1642) engizisyon mahkemesince müebbet hapse mahkûm edildi. Bu olaya Bernard Show şu yorumu getiriyor:
“Hangi evren modelinin seçildiği konusu, aslında kiliseyi bu denli gazaba getirmesi gerekmeyen basit bir fiziksel gerçektir. Ama kilise otoritesi daha derin düşünür. Çünkü Hıristiyan teolojisi bir yandan İbrani yazıtlarına ve antik Yunan felsefesine uzanır; öte yandan İsa’nın göğe çıkışını anlatır. Evren modelini yıktığınız zaman, tanrı kelamı kabul edilen kutsal kitapları yazanın evreni bilmediği sonucuna ulaşılır. O nedenle, kilisenin evren modelinin değiştirilmesine hoş görüyle bakması beklenemez.”
Andrew Dickson, Hıristiyanlıktaki batıl inançlara ilginç örnekler veriyor. Onlardan bazı alıntılar yapmak, İslamlığa giren batıl inançlara benzerliğini ortaya koyması bakımından ilginç olacaktır.
Kilisenin tezleri
Dünyanın yuvarlak olduğu tezine şiddetle karşı duran teologlar şöyle diyordu: Dünyanın öteki tarafında ağaçlar aşağı doğru büyüyecek ve yağmurlar yukarı doğru mu yağacak? Buna inanacak kadar akılsız insanlar olabilir mi?
Aziz Paul (5-67): “Bütün hastalıkları iblisler yaratır.”
Origenes (185-253): “Açlığa, kısırlığa, havanın bozulmasına, salgın hastalıkların yayılmasına yol açanlar cinlerdir. Cinler, alt atmosferin bulutları arasına gizlenerek dolaşır ve kendilerini tanrı olarak gören kâfirlerin sunduğu kan ve tütsülere gelirler.”
Aziz Augustin (354-430): “Hıristiyanların bütün hastalıkları cinlere atfedilmelidir; en çok da yeni vaftiz olmuş Hıristiyanlara ve hatta yeni doğmuş masum bebeklere eziyet çektirmektedirler.”
Papa V. Pius (1504-1572), “Vücut zayıflıkları günahtan kaynaklanır. Günahtan arınmak için bir maneviyat tedavisi gerekir” emrini verdi. Bunun üzerine şifalı kutsal nesnelere sahip olduğu bildirilen kilise ve manastırlara muazzam paralar aktı.
Kilise: “Çiçek ve kolera gibi bulaşıcı hastalıklar İlahi Takdir’indir. O hastalıklara karşı aşılanmak, hastalığı savuşturmaya kalkışmak Tanrıyı daha çok kızdırır.”
Kilise, kadavraların kullanılması yasaklayarak bilimsel tıbbın gelişmesi engelledi.
Kilise, “Kuyruklu yıldızlar, adalet mahkemesinde Tanrının günahkâr dünyaya salladığı infaz kılıcı yerine geçen ateş toplarıdır.” demişti. 17. yüzyılın sonuna kadar, astronomlar içtikleri ant yüzünden, kuyruklu yıldızların bilinen fiziksel yasalarla hareket eden gök cisimleri olduğu gerçeğini söyleyemediler. 1705 yılında Edmond Halley, şimdi kendi adıyla anılan kuyruklu yıldızın yörüngesini Newton ve Kepler yasalarını kullanarak buldu. Ayrıca periyodunu da hesapladı ve yıldızın 76 yıl sonra tekrar görüneceğini söyledi. Halley’in hesaplarının doğruluğu, o zamandan beri hep gözlenebildi.
Aziz Augustin: “Fırtınalar şeytanın işidir.”
Papa XIII. Gregory, şeytan kovmak için fırtınalı günlerde çan çaldırdı.
Papa VIII. Innocent, 1484 yılında büyücü kadınların kasırga, don, dolu, sel gibi afetlerin oluşmasında rol oynadıkları gerekçesiyle cadı avı başlattı. Binlerce kadın işkenceye tabi tutuldu.
Çevrelerindekilere göre daha yüksek olan kilise binalarını sık sık yıldırım çarpıyordu. Sonunda, kilise yıldırımın şu beş günahın sonucu olduğunu ilan etti: pişman olmamak, şüphecilik, kiliselerin onarımını ihmal etmek, din adamlarına ödenen aşar vergisinde hile yapmak.
1750-1783 yılları arasında Almanya’da 400 kilise yıldırımdan hasar gördü, 120 çancı yaşamını yitirdi. 1752 yılında Benjamin Franklin, yıldırımın bir elektrik akımı olduğunu keşfetti ve binaları korumak için paratoner kurulmasını önerdi. Boston’da kiliseler paratoner kullanmaya başladı. Ancak 1755 yılında Massachussetts’de meydana gelen depremin sorumluluğu Benjamin Franklin’in paratonerlerine yüklendi.
Ortaçağ Hıristiyanlığının aklın özgürlüğünü bastırmak için yaptıklarının listesi çok uzundur. Listeyi uzatmak yerine, Avrupa halklarının geçmişten iyi ders aldıklarını vurgulamak daha öğretici olacaktır. Bugün Avrupa halkları, hiçbir toplumda olmadığı kadar din ile devlet işlerinin ayrımına duyarlıdır. Bu duyarlılığın kilise üzerindeki etkileri büyük olmuştur. Kilise artık geçmişteki hatalarından dikkatle sakınmakta ve hatta geçmişte yaptığı hatalar için özür dilemektedir. Bunun iki önemli örneği Vatikan Kilisesi’nin Galileo’dan ve Anglikan Kilisesi’nin Darwin’den özür dileme anlamına gelen açıklamalarıdır.
Galileo ve Darwin’den özür
9 Mayıs 1983 günü özel bir törende Papa II. John Paul Galileo’nun engizisyon mahkemesinde yargılanıp ömür boyu evinde mahkûm edilmesi için özür sayılan şu mesajı yayınlamıştır:
“Galileo olayı sırasında ve sonrasında edindiği deneyim, Kilise’nin daha olgun bir tutum içine girmesine yol açmıştır… Mütevazı ve sürekli bir incelemeden sonra, kilise inancın temelini, belli bir çağın bilimsel sistemlerinden ayırmayı öğrenmiştir.”
Darwin’in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı yapıtı bütün inanç kurumlarının şiddetli tepkisine neden oldu. Çünkü inanç kurumlarının dayandığı temel ilke “yaratılış” inancıdır. Darwin ise, bu inancın yerine “evrim” kuramını koymuştur. Çatışma kaçınılmazdı.
Ne var ki, gene toplumsal bilinç, kiliseyi yola getirdi. Darwin’i aforoz etmiş olan Anglikan Kilisesi, onun doğumunun 200. yılı bağlamında Eylül 2008 tarihinde şu mesajı yayınladı:
“Seni yanlış anladığımız, sana karşı gösterdiğimiz ilk tepkide hatalı oluşumuz ve bu sebeple başkalarının da seni yanlış anlamasına yol açtığımız için özür dileriz.”
Güneş merkezli evren modeli evrene bakışımızı, evrim kuramı ise canlılığa bakışımızı kökünden değiştirdi. Her ikisine de inanç kurumları başlangıçta şiddetle karşı çıktı. Sonra toplum baskısı altında kalan Hıristiyan teolojisi her iki kurama daha hoşgörülü bakmaya başladı. Ancak, inanç kurumlarının karşı durduğu üçüncü büyük kuram Einstein’in 1904 yılında ortaya koyduğu görelilik kuramıdır. En azından cennet ile cehennemin evrenin neresinde olduğu konusunda kafaları karıştırdığı için, inanç kurumları henüz Einstein’dan özür dileme noktasına gelemediler.
Görünüş odur ki, bilimin alanı genişledikçe, teolojinin alanı daralıyor. Çatışkılar devam edecektir; ama sonunda kazanan bilim olacaktır.
İslam’ın altın çağı
8. ve 12. yüzyıllar arasında İslam dünyasında bilgi üretimi ve eğitim kilise etkisindeki Hıristiyan dünyasından farklı bir gelişim çizgisi izledi. Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarından miras kalan çok zengin bir kültüre sahip olan Ortadoğu, ayrıca, antik Yunan ve Bizans’tan gelen eğitim görenekleri yanında İran ve Hint eğitim görenekleriyle de tanıştı; onları harmanladı. Bunun sonucu olarak Ortadoğu’da çok verimli bir bilim ortamı oluşmaya başladı. İslam bilimi bu zengin kültürün üzerinde yeşermeye başlamıştı. Abbasiler döneminde (750-1258) bilginlerin önü açılmıştı. Bağdat dünyanın bilim merkezi olmuş, bilginler bu merkezde toplanmaya başlamıştı. Beytü’l Hikme (Abbasihalifesi Me’mun tarafından 830’daBağdat’ta kurulan kütüphane), Yunan, Latin, İran gibi farklı kültürlerin Arapça çevirilerini içeren büyük bir kütüphane ve bilim merkezi oldu. MÖ 300’lü yıllarda var olan İskenderiye Kütüphanesi’nin rolünü oynayabilecek hale geldi. Francis Ghiles (2) Nature dergisindeki makalesinde bu durumu şöyle özetliyor:
“Bin yıl önce Müslüman bilimi doruğa çıktı; bilime ve özellikle matematik ile tıp alanında çarpıcı katkılar yaptı. İslam, görkemli günlerinde, Bağdat’ta ve Güney İspanya’da binlerce kişinin akın ettiği üniversiteler kurdu. Yöneticiler çevrelerini bilim insanı ve sanatçılarla doldurdular. Museviler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar özgürlük ruhu içinde yan yana çalışabildiler. Bugün tüm bunlar birer anıdan başka bir şey değildir.”
Beytü’l Hikme, Moğolların istilasıyla, 1258’de Hülagû Han tarafından yakılmış, Bağdat sokaklarında binlerce kişi katledilmiş, bilim insanları bölgeyi terk etmiştir. Beytü’l Hikme dışında başka bir bilim merkezi olmadığı için, Ortadoğu’da İslam o tarihten sonra bilgin ve filozof yetiştiren ortamdan yoksun kaldı. Bunun sonucu olarak, İslam’ın altın çağı (İslam Rönesansı) diye adlandırılan bu parlak dönem, meyvelerini veremeden kapanmış oldu. Bu olgu, kuşkusuz, yalnız İslam kültürü için değil, dünya kültürü için de büyük bir kayıptır. Ama İslam’ın altın çağını kapatan başka nedenler de vardır.
İslam’da bilimin gerilemesi tek bir nedene bağlanamaz. Kuşkusuz, Haçlı Seferleri ve Moğol istilası gibi askeri etmenler, İslam bilimini gerileten nedenler arasındadır. Köktencilere göre, İslam’da bilimin gerileyiş nedeni İslami değerlerin yok olmasıdır. Elbette, İslam dünyasında siyasi istikrarın sağlanamayışı tek başına önemli bir etkendir. Bunlara toplumsal ve ekonomik nedenler her zaman katılabilir. Gerilemenin ağırlıklı nedenini askeri yenilgilere bağlamak alışkanlığı vardır. Bu alışkanlığın da çok gerçekçi olmadığını söylemeliyiz. Çünkü istilacı ordu sayıca sınırlıdır ve işgal kalıcı olursa, zaman içinde istilacı, farkına varmaksızın yerel kültürle kaynaşır.
Bu durumda, gerilemenin başlıca neden(ler)ini belirlerken, belgelere dayalı tarih araştırmalarına güvenmek daha doğrudur. Geçen yüzyıl içinde, İslam bilimi ve toplumu ile ilgili çok sayıda güvenilir tarih araştırmaları yapılmıştır. Bu araştırmalar şu gerçeği ortaya koyuyor: İslam biliminde gerilemenin başlangıcı ile İslam’da köktenciliğin ortaya çıkışı eşzamanlıdır. Katı softalık, hoşgörüsüzlük ve fanatiklik güç kazandıkça bilim insanlarının alanı daralmış, sayıları azalmış ve giderek bilim gerilemiştir.
Peki ama, katı softalık İslam’da nasıl ve neden ortaya çıktı? Buna verilecek yanıt, İslam’da köktenciliğin ortaya çıkışının ve önlenemez gelişiminin, öteki inanç kurumlarındaki gelişim çizgisini izlediğidir. İnancın dogmalarıyla, özgür aklın ortaya koyduğu gerçeklerin bağdaştırılması gibi zor bir görev her dinde yaşanmıştır. Hemen her inanç sisteminde, başlangıçta yapılan şey şudur: Akli bilgi ile vahyi bilgi karşı karşıya gelince, geçiş hakkı daima vahyi bilgiye tanındı. Bu olgu, sonunda bilimsel gelişmeyi durdurdu. Hıristiyanlıkta ortaçağın oluşmasını yaratan neden, İslam’ın altın çağını sona erdiren nedenle aynıdır.
Mutezileci akım
İslamlığın erken dönemlerinden başlayarak, kadercilerle özgür iradenin savunucuları sonu gelmez tartışmaların içine düştüler. Aristoteles’in mantık kurallarıyla donanan ve aklın özgürlüğünü savunan Kadâriler insanın, önünde duran birçok seçenekten istediğini seçebileceğini, Kuran’daki bazı ayetlerle savunuyorlardı. Bu doktrin açıkça kaderciliğe karşıdır ve aynı zamanda politik içeriklidir. Çünkü bu doktrin “zalim” nitelemesini yapıştırdıkları Emevi yönetiminin, toplumun kaderiymiş gibi kabul edilemeyeceği anlamını özünde taşıyordu. Bu olgu, adaletsizliğe karşı isyan hakkını içinde barındıran devrimci bir İslam anlayışıdır.
Bu anlayışın karşısında “Cebriye” denilen bir mezhep oluştu. Aslında Cebriye üç ayrı mezhepten oluşur: Cahmiye, Naccariye ve Zirariye. Cebriye mezhebinin mensupları her olayın tanrının emriyle olduğuna inanan katı kadercilerdi. Emeviler, kendi egemenliklerini tehdit eder gördükleri için, özgür iradenin savunucuları olan Kadâriler’e büyük darbe indirdiler ve liderleri olan Ma’bed Cuhani’nin kafasını uçurdular.
Büyük baskı altında kalmasına rağmen, Kadâri doktrini ortadan kaldırılamadı, zamanla Mutezilecilik (sıra dışılık) hareketine dönüştü. 8. yüzyılın başlarında Vasil İbn Ata Mutezilecilik okulunu kurdu. Cebriye mezhebinin katı köktenciliğine karşı duran Mutezilecilik, İslam’da inançla aklı bağdaştırmayı amaçlayan bir doktrin olarak varlığını hep sürdüregelmiştir. Özellikle Abbasiler döneminde etkili oldular. Bu düşünce akımın düşünce alanlarının ne denli geniş ve özgür olduğunu gösteren aşağıdaki örneği vermek uygun olacaktır.
Mutezileci doktrin, mantığın vahiy kadar önemli olduğunu savunarak, akli bilgi ile vahyi bilginin uyuşmazlık gösterdiği yerlerde, Kuran’a güncel yorum getirerek akli bilgiyi öne çıkaran pratikler geliştirmişti. Elbette karşı görüş, bu pratiği kutsal kitaba saygısızlık olarak yorumluyordu. Mutezile doktrini bunu şu zekice düşünceyle savuşturuyordu: Kuran ezeli değildir, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Eğer Kuran ezeli ise; yani onu Tanrı yaratmadıysa, ezeli Kuran’ı yaratan başka bir Tanrı olmalıdır. Böyle olması Tanrı’nın birliğine aykırıdır. Bir başka dayanakları da şuydu: Kuran Musa’nın sözlerini içeriyor. Musa dünyevi bir yaratıktır. Ezelden gelen bir kitap, sonradan gelen birinin sözlerini nasıl içerebilir?
Günümüzde çoğu ilahiyatçının dillendirmeye cesaret edemeyeceği bu tartışmanın özünde yatan şey şudur: Mukaddes kitap ezeli değildir; o halde ayetler çağın koşullarına göre yorumlanabilir.
Pervez Hoodbhoy, bu akımı şöyle yorumluyor: Mutezilecilik, İslam karşıtı ya da İslam’ın dışından gelen bir doktrin değil, doğrudan doğruya İslam’ın içinden gelen devrimci bir görüştür.
Mutezilecilere karşı duran akımın öncüsü, eski bir rasyonelci olan Ebu Hasan el-Aşari’dir. Köktenci Sünni İslam’ın düşünce sistemini yerleştiren Aşari, Tanrı’yı insan biçiminde betimliyor:
“Tanrı’nın tahtına sağlam biçimde yerleştiğini kabul ediyoruz. Nasıl olduğunu sormadan, Tanrı’nın iki eli olduğunu kabul ediyoruz. Nasıl olduğunu sormadan, Tanrı’nın iki gözü olduğunu kabul ediyoruz. Nasıl olduğunu sormadan, Tanrı’nın bir yüzü olduğunu kabul ediyoruz. O’nu duyup gördüğümüzü doğruluyoruz.”
Bu görüşe karşı çıkan Mutezileciler Tanrı’yı şöyle betimliyor:
“O ne bir vücut, ne nesne, ne hacim, ne şekil, ne et, ne kan, ne kişi, ne de maddedir… Duyuların ona erişemeyeceği gibi, insan O’nu herhangi bir şeye benzeterek betimleyemez… Gözler O’nu göremez, görüş O’na ulaşamaz (1, 4).
Hem Şiileri hem Sünnileri kapsayan Mutezileci akım ciddi bir güce erişmişken, neden İslam’da doktrin kavgalarına son veremeyip çöküşe geçti? Hoodbhoy’un buna yanıtı şudur: Mutezilecilik doktrininin, inancın akılcı bir temelini oluşturduğu kabul edilebilir. Ancak kesin olarak reddedilmesi ve yok edilişi iki nedene dayanır. Birincisi, devlet erkine erişmeleri dürüstlük ve hoşgörü yolundan sapmalarına yol açtı. Bazı baskıcı halifelere yakın olan Mutezileciler de halifelerin hoşgörüsüzlüğüne alet oldular. İkincisi, akıl ile vahyin bağdaştığını söylemelerine rağmen, pratikte kaçınılmaz olarak akli bilgiyi vahyi bilgiye üstün tuttular. Örneğin, Kuran’ın ezeli olmadığı gibi görüşler dini dogmaya ciddi tehdit oluşturuyor ve dolayısıyla kendi karşıtını kolayca yaratıyordu.
Sünni Halife el-Mütevekkil (9. yüzyıl) döneminde tutucu kesim büyük bir güç kazandı. Şiiler ve Mutezileciler tüm yönetim kademelerinden temizlendiler, işkence gördüler ve büyük ölçüde yok edildiler. Akılcılığı benimseyen bilginler yavaş yavaş ortadan yok oldular. Bu olgu, İslam’da akli bilgi ile vahyi bilgiyi birleştirme hareketinin sonu oldu. 19. yüzyıl reformcularının cılız ve bireysel çabaları dışında, İslam’da bu yönde ciddi düşünce akımları oluşamadı.
Zaman zaman İran, Moğol, Selçuklu ve Haçlı ordularının tehdidi altında kalan Emeviler ve Abbasiler, Müslümanlığın yayıldığı geniş topraklarda merkezi bir otorite kuramadılar. Merkezi otoritenin olmadığı yerlerde yetişen Fârâbî (879-950), İbn Sînâ (980-1037) ve İbn Rüşd (1126-1198) gibi filozoflar İslami öğretiyi bilim ve felsefenin akılcı öğretisiyle birleştirmeye uğraşıyordu. Bilginin tevhidi diye adlandırılan bu akımın düşünürleri, kendi önlerine ördükleri bu duvarı aşamadıkları için, ilham aldıkları antik Yunan düşünürlerini geçemediler.
İslam’ın ortaçağı
Beytü’l Hikme yakıldıktan sonra, İslam dünyası onun yerini alabilecek bir bilim merkezi kuramadı. Merkezi yönetimden uzak coğrafyalarda önemli filizlenmeler başlamıştı. Rasathaneler iyi almanaklar (zîc) düzenlediler. Almanaklar yıldızların gök haritasındaki yerlerini, kıbleyi, namaz vakitlerini belirlemek gibi önemli sayılacak astronomi bilgileri ürettiler. Ancak daha öteye gidip İskenderiyeli Batlamyus’u aşamadılar. El-Harezmi (770-840), El-Battani (858-929), Ebul Vefa (940-998), Beyruni (973-1051) gibi isimler matematik, trigonometri ve astronomi alanlarında önemli pratik bilgiler ürettiler. Bunlar da büyük teoremlere dönüşemedi. Biyolojik bilimler, pratik tıp ve eczacılığın sınırlarını aşıp doğa araştırmasına dönüşemedi. Henüz kimya ile simya ayrımı yokken Câbir ibn Hayyân, İbnü’l Heysem gibi bilginler doğa bilimlerinde (fizik, kimya) deneye başvurdular. Bütün bu çabalar, dünyada bilimsel bilgi üretimine atılan ilk adımlar sayılırlar. Ancak kurumlaşamadılar, bilimin gerektirdiği sürekliliği kazanamadılar. Bilgi üretimi kuşaktan kuşağa geçmek yerine, hevesli kişilerin çabaları ve yaşamlarıyla sonlandı. Dolayısıyla, ortaya çıkan pratik bilgiler bilimsel teorilere dönüşemedi.
İslam araştırmacısı Ignac Goldziher’e göre, daha 1250’lere gelmeden, İslam dünyası bilimde ve eğitimde ortaçağ Katolik Kilisesi’nin düşünce sisteminin etkisine girmeye başlamıştı. Antik Yunan felsefe ve mantığı yavaş yavaş terk ediliyordu. Bu yönelişte, akli ilimler yerine vahyi ilimleri öne çıkaran İmam Gazzâlî’nin (1058-1111) etkisi büyüktür. Gazzali, Mutezilecilerin tam tersini söylüyor, vahyi bilginin akli bilginin önüne geçmesi gerektiğini savunuyordu. Aristoteles, Platon ve Sokrates gibi antik Yunan filozoflarına saldırmakla kalmıyor; İbni Sina, Farabi ve öteki İslam düşünürlerini imansızlar olarak niteliyordu. Gazzali’nin Müslümanlıkta ağırlık kazanan görüşleri, Selçuklulara ve Osmanlılara da geçmiştir.
İslam dünyası 12. ve 18. yüzyıllar arasında, sanki kilisenin Avrupa’da yaptıklarını taklit etmiştir. Yunan felsefesi ve bilimi terk edilmiştir. Artık, ilim Halik’e ulaşmak için yapılacaktır. Bunun sonucu ağır olmuş, İslam’ın altın çağı, giderek İslam’ın ortaçağına dönüşmüştür. Bu dönemde, önce Selçuklu Türkleri, sonra Osmanlılar merkezi İslam devletinin (en büyük) sahibidirler. Her büyük imparatorlukta olduğu gibi, devletin güvenliği ve devamı her şeyin üstündedir. İnanç (mezhep) tartışmalarına son vermek, İslam hukuku oluşturmak, amaca uygun eğitim kurumları kurmak öncelikli hedefler arasındadır. Sünni öğretisi bu işe çok uygundur. “Akli bilimler” geriye itilmiş, “nakli bilimler” öne konmuştur. “Halik’e ulaşmayan mahlukat’ın bilgisi değersizdir”. Medreseler, dergâhlar, tarikatlar din merkezli eğitim verirler. Bu dönemin mükellimleri “vahyi” bilgiyi “akli” bilgi ile bağdaştırmaya uğraşırken, mutasavvıflar “vahyi” bilgiyi insanın duyu ve sezilerine dayandırmaya uğraşıyordu. Bilim ve bilgi üretimi ancak fıkıh, hadis, kelam, tefsir gibi İslami ilimlerden ibarettir. Bu çerçevede, “akli” bilgiler, ancak “vahyi” bilgileri açıklamak için vardır. Devlet desteği ile yaygınlaşan ve kurumlaşan medreselerde yapılan iş bilim değil, Ehlü’l- İlm adı verilen İslam bilginlerinin İslami bilgiler öğretimidir. Bazı medreselerde matematik ve astronomi derslerine yer verildiği görülse de, bu alanlarda bilgi üretimi yoktur. Üstelik altın çağ döneminde, Ehlü’l- İlm geçimini başka uğraşlarla kazanıyor, bilgi üretiminde bağımsız kalabiliyordu. Bu dönemde ise, medresede öğretim yapan müderrisler, geçimlerini yaptıkları öğretim faaliyetinden kazanıyorlardı. Dolayısıyla, medresenin ilkelerine uymak zorundaydılar; bilgi üretiminde, altın çağın alimleri kadar özgür değillerdi.
Geri kalmışlığa tepki
İslam’da geri kalmışlığa karşı üç türlü tepki doğmuştur: Kutsal savaşçılar (restorasyoncular), yeniden yapılanmacılar, pragmatistler.
Kutsal savaşçılar: Başarısızlığın tek nedeni olarak İslam’da doğru yoldan sapılmasını görürler. O nedenle, idealize edilen eskiyi aynen geri getirmek için kutsal savaş çağrısı yaparlar. 70’li yıllardan beri Ortadoğu’da, Pakistan’da ve Uzakdoğu’da ortaya çıkan ve potansiyel güç kazanan Müslüman Kardeşler, Cemaat-ül İslam, Hizbullah, El-Kaide gibi örgütler laik bilimsel düşünceye ve tüm yeniliklere karşıdırlar. Onlara göre modern bilimin bütün dallarına kötülük bulaşmıştır, hiçbir ahlaki değerle yönetilmemektedir.
Yeniden yapılanmacılar: Modern uygarlığın beklentilerini İslam’ın öğretileri ile bağdaştırmayı amaçlayan bir akımdır. Bu akım, teolojiyi yeniden yorumlamayı gerekli görür. Gerekçeleri oldukça gerçekçidir. İslam, başlangıçta bilim ile çatışmaya girmedi ve altın çağını yarattı. Demek ki, İslam inancının bilim ile bir sorunu yoktur. Beliren çatışma, İslam teolojisinin dini yanlış yorumlamasından kaynaklanıyor.
Pragmatistler: Bu akımın amacını şöyle tanımlamak yanlış olmayacaktır. Siyasal ve ekonomik yaşamın gerekleri ile inancın gereklerini birbirleriyle çatıştırmamak için, onları gündeme almadan hayatın akışını sürdürmek. Günümüzde Müslümanların çoğunluğunun, belki farkında bile olmadan bu akımın içinde olduğunu söyleyebiliriz.
Avrupa uyanıyor
İslam dünyası kendi ortaçağına girmişken, Hıristiyan dünyası Rönesans’ı yaşamaya başlar. 15. yüzyılda Avrupa kiliseye baş kaldırmıştır. Kentlerde üniversiteler kurulmaya başlanmıştır. Bu üniversitelerin medreselerden önemli bir farkı vardır. Üniversiteleri kuran devlet değil, burjuva sınıfıdır. Dolayısıyla, üniversiteler merkezi bir otoriteye bağlı değildir. Her biri kendi öğretim programını serbestçe düzenleyebilmektedir. Rönesans’ın ortaya çıkış nedeni, kilise baskısını yok etmek, aklı özgürleştirmektir. Bu olgunun Avrupa üniversitelerine büyük etkisi vardır. Her şeyden önce, üniversiteler laik eğitim veriyor, profesörleri özgürce araştırma yapıyor ve düşüncelerini yayabiliyor. Orada yapılan iş, medreselerde olduğu gibi “vahyi bilgi”nin nakli değil, “akli bilgi”nin üretilip yayılmasıdır. Sonunda modern bilimin doğuşu başlamıştır.
İslam toplumu ile Hıristiyan toplumunu farklı biçimlendiren esas etmen budur. Beş yüzyıl “vahyi bilgi”nin nakli ile uğraşan İslam toplumu bilgi üretimini unuttu. Hıristiyan toplumu ise, bu süre içinde, bağnazlıklardan sıyrılıp “akli bilgi” üretmeyi sürdürdü.
Akdeniz’in güney sahilindeki toplumları kuzey sahilindeki toplumlardan farklı yapan neden, kaderleri değil, yüzyıllar boyunca onlara sunulan eğitim sistemidir. 12. yüzyıldan beri akıl melekelerini kullanmaktan alıkonulan toplumların bilgi üretmesi nasıl beklenebilir?
Bugün, dünya siyasal haritasına bakan her göz şu gerçeği görür: İslam ülkelerinin coğrafyası iklim, yerüstü ve yeraltı zenginlikleri, insan kaynağı (nüfus) vb kıyaslamalar yapıldığında gelişmiş ülkelerin çoğundan daha avantajlıdırlar. Öyleyse, içinde yaşadıkları geri kalmışlığı, yokluğu ve sefaleti yaratan nedeni arayıp bulmalıdırlar. Ortaya çıkan yedi yüzyıllık açığı kapatmanın, özgür akıldan başka bir yolu yoktur.
KAYNAKLAR
1) A. J. Arberry, Revelation and Reason in Islam, George Allen&Unvin, London, 1965.
2) Francis Ghiles, “What is wrong with Muslim Science”, Nature, 24 Mart 1983.
3) Ignac Goldziher, Studies in Islam, Oxford Univ. Press, 1981.
4) A. Guillaume, Islam, Penguin, New York, 1954.
5) Pervez Hoodbhoy, Islam and Science, Zed Books, London, 1990.
6) A. I. Sabra, Greek Science in Islam, History of Science, XXV. 1987.
7) George Sarton, Introduction to the History of Science, New York, Krieger, 1975.
8) Bernard Shaw, The Complete Prefaces of Bernard Shaw, Paul Hamlyn, London, 1965.
9) Andrew Dickson White, A History of the Warfare of Science with Theology, 1978, Gloucester, Mass, 1978.