Döneminde hangi dil geçerliyse, anlaması gereken çevre hangi dili anlıyorsa Anadolu tarihinde o dile çeviri yapmak en eski çağlardan bu yana gelenekselleşmiştir. Bu dönem, antik çağlardaki iki dilli yazıtlara değin geri gider. Bunlar olmasa şimdi uzmanlar pek çok eski Anadolu dilini bilmiyor, pek çok metni okuyamıyor olacaktı. Söz gelimi en eski Mezopotamya söylencesi olan Gılgamış Destanı’nın Hititçe tabletleri de bulunmuştur. Kimi zaman çeviriyi sosyal-tarihsel olaylar zorlamış, söz gelimi Kadeş anlaşmasının metinleri hem Antik Mısır, hem Hitit dilinde yazılmıştır.
Roma İmparatoru Augustus’un, yaptıklarını anlattığı ve günümüzde Ankara’da Augustus tapınağının duvarlarında bulunan, “Ankara Anıdı” adıyla anılan metin, hem özgün dili olan Latincesiyle, hem de o günlerde Anadolu’nun yaygın dili olan Rumca çevirisiyle kazılıdır.
13.yüzyıl Anadolu’sunda Ahi Evren, Hace Nasuri’d Din Mahmut, yani Nasrettin Hoca’nın Arapça’dan Farsça’ya yaptığı Sühreverdi al-Maktul, İbn Sina, Fahru’d Din Râzî, Sadru’d Din Konevî çevirileri bugün elimizdedir.
Yine aynı yüzyılda Hace Bektaş’ın “Makalât” adlı kitabının hem düzyazı, hem de şiir olarak Türkçe’ye çevirileri vardır. Bu kitapların Arapça’dan çeviri olduğu savı varsa da Arapça aslına henuz rastlanamamış olması, elimizdeki metinlerin Hace Bektaş tarafından Türkçe olarak yazılmış olabileceği düşüncesini de uyandırmaktadır.
Osmanlı’da kitapların çoğaltılması ve dağıtılması
13.yüzyıl bilimci Ekberiye kültürünün yansıması ile Osmanlı da bilime önem vermiştir. Orhan Gazi tarafından 30 yıl içinde İznik’te kurulan medreseleri (beş medresenin adı var, ancak bugün yalnızca Süleyman Paşa Medresesi görülebilir durumdadır), örgütlemekle görevlendirilen Davud-u Kayserî, bu İslam akılcılığını, doğa bilimlerini de içerecek biçimde genişletmiştir. Bu çalışmalar sırasında İznik medreselerinde pek çok çeviri ortaya çıkmıştır.
Daha sonra çeviri hareketini hızlandıran Sultan II. Mehmet (Fatih), yeni bir kültürel dalga başlatmış, bunun içinde çeviriler de yerini almıştır. Sadru’d Din Konevi düşüncesinin temel kitabı olan “Müftah ül Cem ül Ğayb”ı, İznik, bilimci Ekberiyye ekolünden gelme Molla Ahmed İlahî ile İznik’te yetişmiş olan Kutbu’d Din-i İznikî’ye şerhettirdiğini ve bilim dili olan Farsça’ya çevirttiğini biliyoruz.
Osmanlı, kitaba verdiği önemi ahiler eliyle yürütmüştür. Yeni yazılan ya da çevrilen bir kitap beyaza çekilmek (elyazısıyla çoğaltılmak) üzere hattata verildiğinde, hat öğrencilerinin sayısı kadar çoğaltılırdı. Çok güzel olmasa da usta hattat tarafından denetlenmiş ve düzeltilmiş olan öğrenci hatları, kervancıbaşına teslim edilir, o da Osmanlı’nın çeşitli yerlerinde satılmak üzere kervanlara dağıtırdı. Kitaplar ulaştığı yerlerde yeniden aynı çoğaltma ve dağıtma işlemine tabi tutulurdu. Böylece altı ay içinde bir kitap bütün Osmanlı illerine ulaşır, şerh edilir (açıklamaları yazılır, eleştirilir), haşiyyeleri (notları) hazırlanır, yazıldığı yere döner, böylece üzerine olan tartışmalar olgunlaşır, sona bile ererdi.
Yazında Cumhuriyet mirası
Cumhuriyet dönemi de çeviriye önem veren bir dönem olmuştur. Özellikle 1940 sonrası Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde Ankara’da kurulan Tercüme Bürosu ve bunun çıkardığı Tercüme dergisi ile Milli Eğitim Klasikleri kitap dizisi, bugün hâlâ araştırmacıların temel kaynaklarından olmaktadır.
Bu kültürel yapının etkisi, hem bilim hem yazın alanında, yazarların, kendi yazıları kadar çevirilere de önem vermelerine ve zaman ayırmalarına neden olmuştur. Bu dönemde pek çok kitap, hem yabancı dil, hem de kültür bakımından yetkin yazarlar tarafından Türkçe’ye kazandırılmıştır. Birkaç örnek vermek gerekirse, felsefede İsmail Tunalı’nın, Bedia Akasu’nun, Suat Baydur’un; yazında Orhan Veli’nin, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın, Attila İlhan’ın, Behçet Necatigil’in çevirileri aranan çeviriler olarak zamanımıza kadar ulaşmıştır. Bilimde pek çok üniversite hocası, bildikleri dillerin temel kitaplarını Türkçe’ye çevirmiştir.
Karanlıkta kalan eserler
Cumhuriyet döneminde önemli bir eksiklik, bilimsel alanlarda Arapça ve Farsça’nın, dışlanması ile ortaya çıkmış, bu diller yalnızca ilahiyatçıların alanında kalmıştır. İlahiyatçıların onayladığı metinler dışında, Osmanlı elyazması kütüphanelerinde adını ve yerini bildiğimiz pek çok düşünsel ve bilimsel yapıt, çevrilmemiş, günümüze ulaştırılmamıştır. Bu durum, Ahi Evren Şeyh Nasuri’d Din Mahmut’un 25 kadar kitabından yalnızca ikisinin, Şeyh Bedreddin’in 42 kitabından yalnızca birinin Türkçe’ye çevrilmesi sonucunu doğurmuştur. Davud-u Kayserî başta olmak üzere İznik Ekberiye ekolünün hemen hiç bir kitabı günümüze ulaşamamış, bu İslam akılcılığı ekolü bütünüyle karanlıklara gömülmüştür. Dolayısıyla, bugün bilim dünyası araştırdığında, Müeyyedi’d Din Cendi, Davud-u Kayseri, Yar Ali Şirazi, Fahrü’d Din-i Iraki, Kutbu’d Din-i Şirazî, Fenarî ailesi, Kara Hoca, Tacü’d Din-i Kürdî’nin yalnızca adlarına rastlayabiliyoruz. Söz gelimi, Davud-u Kayserî’nin, maddenin ve evrenin enerjiden oluştuğunu söylemiş olduğunu bir dedikodu gibi biliyoruz. Kitaplarını göremediğimiz için bunun hangi bağlamda söylenmiş olduğunu bilmiyoruz. Selçuklu ve Osmanlı kültürünü tam olarak tanıyabilmek ve üzerine bilimsel araştırmalar yapabilmek için üniversitelerde ve bilim alanlarında hızla Arapça, Farsça bilen biliminsanları yetiştirilmesi ve belki de Arap ve Fars filolojilerinin geliştirilmesi zorunluluk olarak önümüzde durmaktadır.
Tarih alanında, Ahmet Yaşar Ocak gibi, Mikâil Bayram gibi ilahiyat kökenli Farsça bilen hocalar çalışılmaktadır. Bunlara bir de ilahiyat alanı dışına çıkmamakla birlikte, bu çalışmaları doğrultusunda bilimsel araştırmalar da yapmakta olan ve bunu kitaplarına yansıtan Yaşar Nuri Öztürk’ün çalışmalarını eklemek doğru olur.
Son dönem: Geçimlik çeviri
1970’li yıllarda Türkiye’de yazın alanında çeviride bir atılım daha görülür. Yazarlar ve çevirmenlerin birleşip kurdukları Yazarlar Kooperatifi / YAZKO, 1940’ların Tercüme Bürosu’nun çıkardığı Tercüme dergisini, yeni bir anlayışla ve Çeviri adıyla sürdürme çabasına girer. Bu dergi, çeviri üzerine çok değerli düşünce yazıları ve çeviriler yayınlamıştır. Ancak Yazarlar Kooperatifi gibi, bu çaba da, uzun soluklu olmaz. “Çeviri” dergisi 16 sayı yayınlanır ve sona erer.
Türkiye’de çevirinin son dönemi neredeyse bütünüyle ticari bir etkinlik haline gelmiştir. Artık felsefe, bilim ve yazın alanlarında çalışan biliminsanları, çeviri yapmak yerine yalnızca kendi yapıtlarını yazmaya zaman ayırıyor. Çevirmenlerse çeviriye, geçim sorunu olarak bakmak zorunda olduklarından, olabildiğince hızlı çalışmayı yeğliyor. Bu durumda da yapılmakta olan çeviriler, “yapıt” niteliği kazanamıyor. Çoğunlukla, çevirenin bile ne dediğini anlamadığı, dolayısıyla ne dediği anlaşılmayan, Türkçesi bozuk çeviriler ortaya çıkıyor. Satışa uygun olduğu düşünülmeyen kitaplar çevrilmeye değer bulunmuyor. Şeyh Bedreddin’in Varidat adlı kitabı pek çok kez çevrildiği halde, 42 kitabından geri kalanların ele alınmamış olması gibi, pek çok önemli ve değerli yapıt bu yüzden hâlâ çevrilmeyi bekliyor.
Özellikle Turgut Özal sonrası, kâr bağlamlı kapitalist ekonomik yapının iyice oturması, bütün alanlarda olduğu gibi kültür alanında da “geçim” denilen “ayıcı halkası”yla insanları zorlamaktadır. Özellikle eğitim, sağlık vb. sosyal alanlarda olduğu gibi felsefe, bilim ve sanat alanlarında da satışa gelmeyen pek çok önemli konunun dışlanmasına, unutulmasına neden olmaktadır. Geçim sağlayabileceği düşünülen alanlarda da, inanılmaz sayıda niteliği düşük çevirinin ortaya çıkması sonucunu doğurmaktadır.
Günümüzde kültür emperyalizmi, artık ulusların kendi kültürlerini başka kültürlere baskın kılma çabası olarak değil, burjuva devlet yönetimlerini elinde tutan sermaye sınıfının, yalnızca katıldığı üretimde emeğini kullandığı robotlaşmış insanlara, yani tanrılaşmış paranın kullarına gerek duyması, “insan”ı tehlikeli bulması ve bireyin düşünsel gelişimini önlemeye çalışması olarak anlaşılmalıdır. Emperyalizme karşı savaşım, artık, insanı insan yapan felsefe, bilim ve sanat alanlarında, sermayenin kullaştırmasına karşı, insanın kendisini kurtarma savaşımı olarak anlaşılmalıdır:
“Ne kadar az yer, içer, kitap okursan, tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin; mezar böceklerinin ve toprağın yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan o kadar çoğa sahip olursun; kendi öz hayatını dile getirmenle dışsallaşmış hayatını dile getirmen ters orantılıdır; yabancılaşmış varlığın gitgide büyür.” (Karl Marx, 1844 El Yazmaları’ndan)