Ana Sayfa Dergi Sayıları 116. Sayı AKP davalarında ortaklaşan yönler yönler ya da “İddianameler çağının eleştirisine giriş”

AKP davalarında ortaklaşan yönler yönler ya da “İddianameler çağının eleştirisine giriş”

991
0

 

AKP davalarını ve bu davaların parçası olduğu büyük “operasyonu” doğru tahlil etmek, doğru yöntemi oluşturmak ancak doğru sorular sormakla başlayacaktır. Bu yöntemi oluşturamazsak yaşananları hakim ve savcıların eğitimsizliğine, yasaların eksikliğine kadar indirgeyebiliriz. Giderek despotik bir hal alan, ülkenin toprağına, suyuna, havasına, aydınına, emekçisine saldıran asıl sorumlular gözden kaçırılabilir.

Bu yazı 2011 yılının sonlarında Sosyalistlerin Meclisi’ne sunulmak üzere bildiri formatında hazırlanmıştı. Kaleme alınırken AKP davaları olarak adlandırdığım davalardan sonuçlanan olmamıştı henüz. Bilim ve Gelecek için bir güncelleme yapma ihtiyacı doğduğunda metnin bütünlüğünü bozmak yerine bir giriş yazısının daha uygun olacağını düşündük.

Geldiğimiz noktada Balyoz, Ergenekon ve Devrimci Karargah davasının ilk derece yargılamaları tamamlandı. Aynı “şablona” uyan yeni davalar, soruşturmalar eklendi; Askeri Casusluk, 28 Şubat ve Şike davası gibi. En önemlisi de “Haziran/Gezi direnişi” ile ilgili soruşturmalar geldi gündeme. Ceza hukuku tekniği ve hak ihlalleri açısından benzer kaba hukuksuzluklar yaşansa da önceki AKP davalarındaki “sofistike” delil uydurma mekanizmasının -şimdilik- çok etkin işlemediğini görüyoruz. Bu durumun ne kadarı güvenlik bürokrasisindeki “tasfiye”ye, ne kadarı “hazırlıksız” yakalanmalarına bağlanabilir, bugünden kestirmek güç. Ama tartışmasız olan “Haziran/Gezi direnişi” için önümüzdeki günlerde yeni oyunlar sahneye konulmasını beklenilmelidir. Artık “intergalaktik darbe lobisi” mi olur, yoksa yeni bir örgüt mü keşfedilir bilinmez. ABD den fırça yedikten sonra çark etmiş olsa da, 2011 yılındaki bir panelde “kafa sallama”yı 2013 yılının sonundaki Mısır darbesinin belgesi olarak sunan bir zihnin hayal gücü sınır tanımaz.

Sonuçlanan davalar çok önemli “sağlamalar” yaptı bizlere. Her şeyden önce bu davalar açısından suçlanmak/idari suçlamaya konu olmak/polis fezlekesinde yer almak hükümlülükle eşdeğerdir. Daha polis aşamasında çürütülmüş iddialar önce iddianameye, sonra mütalaaya, daha sonrada karara olduğu gibi aktarılmaktadır. Bu anlamıyla yargılama faaliyeti çelişmesiz (tez-antitez-sentez diyalektiğinden yoksun) yürütüldüğü için delillerin tartışılması yapılmaz ve zaten gereksizdir. Esas hakkındaki mütalaa için savunmanın alınmasına bile gerek yoktur. Balyoz davasında savunmanın alındığı celsede yüzlerce sayfalık “mütalaa”nın sunulması tipik örnektir. Yargılama heyetlerinin savunmaya yaklaşımı amiyane tabirle; “anlat anlat heyecanlı oluyor!” ya da “bitse de gitsek”ten öteye geçmemekte. Özetle; AKP davalarında “yargılama faaliyeti gereksiz bir angaryadır”. Örnek verecek olursak: Merdan Yanardağ, Ergenekon davasında kendisinin kullanmadığı ve kendisine ait olmayan bir telefondan atılan bir mesaj, kendisi zannedilen bir kişinin katıldığı bir toplantı ve telefonda gazetecilik/yayıncılık üzerine yaptığı konuşmalar nedeniyle on yıl altı ay ceza aldı. Oysa bu durum daha savcılık ifadesi ile çürütülmüştü. Bu iddialar önce iddianameye konuldu, sonra mütalaaya nihayet karara. Şimdi bu “mızrağa” nasıl bir gerekçe “çuvalı” hazırlanacak göreceğiz.

Yazımda, MİT krizi sonrası yaşananları “iktidar/cemaat” ortaklığının sonu olarak okumak henüz erken demiştim. Bu konuda da çok önemli gelişmeler yaşandı. Özel yetkili mahkemeler kaldırılıyor görüntüsünde, isimleri değiştirilip yetkileri arttırıldı. Bu arada eski ÖYM’lerin sembol isimleri yeni mahkemelere atanmadı. Danıştay tarihinde ilk kez başkan seçiminde -cemaat ve hükümet anlaşamadığı için- birkaç turda aday çıkmadı. Yüksek mahkemelere seçilmek için gerekli kıdem süresi arttırıldı. Tüm bunlar cemaat ve hükümetin yargı üzerindeki kavgası (ve ağırlıklı olarak yargıdan “cemaatin tasfiyesi”) olarak okundu. Gezi “olaylarının” büyümesinin nedeninin, “cemaatçi hakimlerin” tutuklama kararı vermemelerinin olduğu iddia edildi. Hükümet ve cemaat “kalemleri” aracılığıyla önce inceden inceye, şimdilerde nerede ise küfürlerle polemiklere başladılar. Hatta ellerindeki belgelerle birbirini tehdit eder oldular. En önemlisi, 13 Ağustos muhtırası olarak adlandırılan 11 maddelik bir bildiri yayınlandı. 13 Ağustos bildirisinin özellikle, “…Hizmet’e yakın olduğu iddia edilen yargı mensuplarının zaten tasfiye edildiği de bilgisi kamuoyunun bilgisi dahilindedir.” kısmı, yargıda cemaat kadrolaşmasının ve sonrasındaki tasfiyenin “içeriden” itirafı. Ama tüm bu gürültüye rağmen AKP ve cemaat arasındaki koalisyonun yargı üzerinden çözüleceği kanaatinde değilim. Aradaki bağ kurgu davalar, kanundışı izleme ve takipler, uydurulan deliller, kadrolaşmalar, ihaleler gibi boyutlarıyla “kriminaldir”. Ve bu kriminal ortaklığın “omertası” vardır, bozulursa maliyeti ağır olur. Daha önce yaptığım benzetmeyle “dehşet dengesinin” başka bir boyutta yeniden kurulma olasılığı yüksektir. O nedenle iktidar bloğuyla simbiyotik ilişkide bulunanlar sık sık “durun siz kardeşsiniz” uyarısı yapıyorlar.

Bu arada yaşanan bir değişiklikte “düşman ceza hukukunun” mevzuata en tipik yansıması olan TCK 220. madde de yapılan değişiklik. AKP nin büyük gürültü ile demokratikleşme adı altında yaptığı bir diğer “üçkâğıt”. Aynen özel yetkili mahkemelerin kaldırılması yalanının yeni bir kadrolaşmaya vesile edilmesi gibi; TCK 220. maddenin 6. fıkrası “örgüte üye olunmasa da örgüt üyeliğinden ceza” verilebileceğini öngörüyordu. Yapılan değişikliklerle, önce cezanın yarıya indirilebileceği, sonra da bu uygulamanın “sadece silahlı örgütler hakkında uygulanacağı” hükmü eklendi. Yani ileri demokrat devletimiz hukuksuzluğun ve adaletsizliğin farkına vardı ama söz konusu olan “silahlı örgüt ise” devam edebilir dedi. Hukuksuzluğunu “taammüden” yapmaya başladı. Mafyatik çıkar amaçlı suç örgütlerini ise bu madde kapsamından çıkarmış oldu. Aynı maddenin 8. fıkrasına ise, daha da muğlaklaştırarak “övme ve teşvik” gibi belirsiz kavramlar eklendi. TMK’daki değişikliklerle beraber artık evinizdeki posterler bile terör suçunun delili haline getirildi. Uygulamaları yansımaya başladı bile. Düşman ceza hukuku ve mevzuata ilişkin tespitlerim bakidir.

Biten davaların gösterdiği bir diğer önemli husus, bu davaları “savunanların” oynak savunma argümanlarına ihtiyaç duymaları. “Hukuki hata”, “kurunun yanında yaş da yanar” “davayı savunmak”, “karşısında olmak”, “itibarsızlaştırmak” gibi kavramların kullanılıyor olması bile, “ceza hukukunun” alanında “şıkışılınca” boş laflara sığınıldığının ispatıdır. (Ben sadece eleştirilerimin “adresini” belli etmek için kullanıyorum). Önceleri faili meçhullerden derin devlete, gladio’dan Jitem’e, Susurluktan darbelere kadar bir çok “şeyin” yargılandığını iddia ediyorlardı. Ancak kararla beraber ağızlarından baklayı çıkardılar. Meğerse yargılanan “bir zihniyetmiş”, üstelik Cumhuriyet tarihinin en büyük “hesaplaşmasıymış”.

* * *

I- Karşı devrim, II. Cumhuriyet, pasif devrim, renkli devrim, yeni rejimin inşası… Adlandırma/ kavramlaştırma ne şekilde yapılırsa yapılsın tartışmasız bir gerçek var: Türkiye, AKP iktidarının “ustalaşması” sürecine paralel olarak iddianameler ve davalar üzerinden “dönüştürülüyor”. İlk bakışta “AKP davaları” nitelendirmesi sorunlu gibi görülebilir. Ancak başta Başbakan olmak üzere bakanlar ve iktidar blokunun/koalisyonunun diğer bileşenlerinin (cemaatler, belli sermaye grupları, dış destekçiler, iktidara angaje basın) resmi ve gayri resmi sözcülerinin bu davalara/iddianamelere verdikleri -açıkça hukuka aykırı- canhıraş destek bu adlandırmayı haklı kılmaktadır. Başbakanın “savcı aradık” ya da “bu davanın savcısıyım” yaklaşımı, davalara ilişkin gelişmeleri önceden haber veren açıklamalar, şikayet edilen savcılarla ilgili “kıllarına dokundurtmayız” söylemi vs., bazı bakanların yargı süreçlerini ve davaları da içeren “entegre bir stratejimiz var” itirafı, yargının hükümetin çizdiği “rotanın” dışına çıkmaması, AKP’nin bazı davalara doğrudan müdahale dilekçesi vererek “müdahil” olması, referandum sonrası oluşan yeni yargı düzeni ile AKP arasındaki mesafenin kapanmış olması da bu adlandırışı haklı çıkarmaktadır. Daha birçok örnek verilebilir.

İktidar bloğu içindeki çatlağı, MİT krizi sonrası yaşananları ve özel görevli/yetkili mahkemelerle ilgili tartışmaları bu “birlikteliğin” sonu olarak okumak için henüz çok erken. Tam tersi yargının da görece özerk konumunu kaybederek, tarikatlar ve sağ unsurlardan oluşan AKP koalisyonunun/iktidarın bir parçası haline geldiği söylenebilir. (Danıştay Başkanının “artık yürütmeyi durdurma kararı vermek yok” şeklinde özetlenebilecek açıklaması en açık itiraf olsa gerek.) Operasyonel davaların marjinal faydalarının azalması, dış tepkiler ve bertaraf edilmiş rakiplerden sonra ertelenmiş kavgaların su yüzüne çıkması ve paylaşım çatışmalarının olması kaçınılmazdı. Muhtemelen “ince ayarlar” ve bazı tayinlerle yargı krizi atlatılacaktır. Hatta mevzuatta yapılacak bazı iyileştirmelerle demokratikleştirme “parsası” toplanacaktır.

“İddianameler çağı” terimi ise daha kolay kabul görecek bir nitelendirmedir. Artık politik konum ile “iddianameler” arasında birbirini besleyen hatta belirleyen bir ilişki kurulur oldu. Binlerce sayfalık, iç tutarlılığı olmayan, şişirilmiş (ya da bilinçli şekilde incelemeyi imkânsız kılacak) hacimde, redakte etme gereği bile duyulmadan polis rapor ve gizli tanık ifadelerinin kes/yapıştır yöntemi ile aktarıldığı “ucube” metinler temel politik referanslar haline gelmiş durumda. Burada davadan daha çok iddianameye vurgu yapılmasının nedeni, aşağıda daha detaylı anlatılacağı üzere, halkın haber alma hakkını gerçekleştirme işlevinden uzaklaşmış, iktidarın ve sahibi olan sermaye grubunun çıkarlarını önceleyen ve “özel yetkili/görevli” savcılığın operasyon aracı haline gelmiş (ya da tersi) medyanın, tüm ağırlığını “iddialara”, servis edilmiş gizli tanık ifadelerine verirken, savunmalara, yalanlanmış/yanlışlanmış iddialara yer vermemesi ve gündemin/güncelin bu çarpıtılmış veriler üzerine inşa ediliyor olmasıdır. Örnek verilecek olursa; bir avukatın şaka/mizansen/bölge gerçeği ne dersek diyelim ama kesinlikle “gerilla eğitimi/silahlı eğitim/terörist eğitim” denilemeyecek fotoğrafları manşetlerden verilmiş, ama gerçek ortaya çıkınca aynı “ağırlıkta” basında yer bulamamıştı. Aynı eşitsiz yaklaşım dava süreçlerinde de görülmektedir. İddianamede camileri bombalayacak ekibin parçası olarak gösterilip tutuklanan bir askerin, eylemin/planın yapıldığı tarihte yurt dışında olduğu savunması aynı ilgiyi görmedi. İlk önce büyük puntolarla “el bombalarının ele geçirildiği” haberi verildi, daha sonra bombaların süs (fünyesi ve patlayıcısı alınmış) olduğu anlaşılınca haber bile olamadı. Bu arada yurttaşların önemli bir kesimi “kurguya” inanmıştı artık. Yüzlerce örnek verilebilir.

Bu arada şu tespit de zorunludur: Savcılık, savcı, güvenlik kuvveti, bakan, hükümet unvanını elinde bulundurmak ve bunlar adına yazmak/konuşmak; sözün/yazının daha “inanılır, güvenilir” olması sonucunu doğurmaz, doğurmamalı. Aksine geçmiş yargı pratiği ve istatistik olgular tam tersini, yani ciddi bir “güven” sorununu işaret etmekte. Bomba davası, Donanma davası, Barış Derneği davası, Aydınlar Dilekçesi davası , titrek hamsi vakası, Veysel Güney davası , Hrant Dink davası, Yassıada, sıkıyönetim, 12 mart, 12 eylül, 28 şubat yargılamaları, 3. Yol davası, yargının Güneydoğu’daki yaygın hak ihlalleri ve işkence suçu karşısındaki konumu bir çırpıda akla gelenler. Bu “sorunlu” geçmişe ceza hukukunun masumiyet karinesi, ispat yükümünün iddia makamında olması ve şüphenin sanık lehine yorumlanması gibi evrensel ceza hukuku kuralları eklenince, “iddianın” sözünün daha bir şüpheli okunma zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Bu “güven” sorunu yargılama kültürü, hukuk pratiği, mevzuat vs. gibi nedenlere dayansa da, hukuken malullüklerine aşağıda ayrıntılı değineceğimiz, gizli tanık ifadelerinin ve ihbar mektuplarının kes-yapıştır yöntemi ile metin haline getirildiği “savcı iddiasını” savunmadan daha inandırıcı kılacak hiçbir hukuki/pratik/mantıki gerekçe yok elimizde. O zaman şu soru sorulabilir: Örnekleri verilen geçmişten kadro ve zihniyet olarak koptuğuna dair hiçbir emare olmayan, hatta daha sorunlu angajmanlara tabi olduğu açıkça tartışılmasına rağmen (MİT müsteşarları hakkındaki soruşturmada yargı ve emniyetin açıkça Fethullah Gülen grubunun emrinde olduğu tartışıldı, hatta genel kabul gördü!), bu kaygıları gidermeyen bir “mekanizma”, nasıl birden bire sözüne adeta “iman” edilir hale gelir? Bu pratiğin sağdaki/hele hele soldaki mağdurları iddianameleri nasıl politik konum belirlemede referans alabilirler?

Konuya sadık kalma kaygısı nedeniyle, burada sürecin sınıfsal niteliği ve hukuk devleti ile evrensel adalet/hukuk gibi kavramlarla ilişkisi tartışma konusu yapılmayacaktır. Burjuva hukukuna yönelik marksist/anarşist/radikal eleştiriler de rezerv olarak tutulup mevcut hukuk düzeninin kuralları referans alınacaktır. AKP davaları bu kurallar temelinde haklılaştırılıp meşrulaştırıldığı için bu yöntem tercih edilmiştir.

Gene aynı kaygıyla iddianamelerin iç çelişkilerine, mantıksal tutarsızlıklarına, kronolojik uyumsuzluklarına, ispat hukukunun delil yasağı, mutlak delil yasağı, delillerin hukukiliği gibi detay tartışmalara çok fazla girilmeyecektir. Bu tarz tartışmalar, yaşanan süreçte en büyük tuzaklardan birisidir. Şöyle ki; her şeyden önce büyük resmi gözden kaçırmakta ve eleştirel yaklaşımları zayıflatmaktadır. Büyük torbaların içerisine “sos” niyetine atılan kriminal durumlar/unsurlar asıl büyük hukuksuzlukları, hak ihlallerini perdelemektedir. Davalar ve soruşturmalar eş zamanlı ve açık uçlu yürütüldüğü için, kurguları yapan ya da yumuşatarak söyleyelim süreci yöneten “büyük akıl”a yeni deliller “üretilmesi” için yol göstermektedir.

 

II- Terör kavramı ve Düşman Ceza Hukuku

AKP nin özel yargı düzeni hatta siyasi retoriği konu edildiğinde iki kavrama mutlaka yakından bakmak gerek: “terör” ve “düşman ceza hukuku” kavramları. Ceza hukuku alanında terörün ve terör suçunun üzerinde uzlaşılmış bir tanımı olmamakla birlikte, bu sözcük hiçbir dönemde ve ülkede şu andaki belirsizliğiyle ve “operasyonel” olarak kullanılmamıştır. AKP ve yargısı, DGM’lerden miras aldığı insan düşmanı yargı pratiğini ve çocuğu (giderek şampiyonu) olduğu küreselleşmeci neo-liberal politikaları adalet sisteminde fütursuzca uygularken en çok “terör/terörist/terörizm/terörle mücadele” kavramlarını kullanmaktadır. Sağlıkta, eğitimde, sendikal örgütlenmede yaptığını adalette de yapmakta; “dosya çıkarma” amaçlı performans kriterleriyle hıza odaklı, iş bitirici, adaleti değil serbest piyasayı önceleyen bir yüksek yargı anlayışını hayata geçirmektedir. Bunlar hayata geçirilirken sihirli sözcük: terör.

Bir hukukçunun değil, sosyolog Kadir Cangızbay’ın terör üzerine (teorik çerçeveyi oluşturması kadar 2000’lerin başında kaleme alınması nedeniyle de önemli olan) yazdıkları (Globalleş(tir)me Terörü, 2003), AKP ve özel yetkili yargı düzeninin beslendikleri kaynağı, murislerini ve zihin dünyalarını ortaya koymakta:

“Yeni dünya düzeni, merkezden periferiye gidildikçe artan bir oranda terör rejimlerine muhtaçtır ve bu kesinlikle tesadüf değildir. Yine tesadüf olmayan bir husus vardır ki, o da bu terör rejimlerinin kendi meşruluklarını büyük ölçüde ‘terörle mücadele’ temelinde kurmalarıdır… belirsizlik, insanı doğrudan doğruya dehşete düşürmez ama, bu belirsizliğin, yani bizim tarafımızdan yaşanan belirsizliğin bizim dışımızdaki birileri tarafından belirlenir olduğunu biliyor ya da öyle olduğunu düşünüyor olmak kadar da, insanın terörize olmaya, dehşete düşmeye hazır ve yakın olduğu hiçbir durum da yoktur.

“Bu durumda insan, ya söz konusu belirsizliğin kaynağındaki/kaynağında bulunduğunu sandığı güce biat/secde/kulluk edecek ya da bu gücün uygulama kudretine sahip olduğu/olduğunu sandığı yaptırımlara hedef olmamak için, sanki kendisi hiç yokmuş/hiç bir zaman var olmamış, ya da ölüymüş gibi yapacaktır: duymayacak, görmeyecek, söylemeyecek, eylemeyecek, kısacası olmayacaktır.

“Terör ise belirli bir fiil kategorisi temelinde tanımlanması mümkün olan bir olgu değildir. Bu durumda rejimin tasarrufları ‘terörle mücadele’ temeline oturtulduğu, hele ki terör, başlı başına ayrı bir suç kategorisi, hem de verilecek cezanın ve de infaz koşullarının ağırlaştırılmasını öngören bir suç kategorisi olarak tanımlandığı ölçüde, devlet erkini kullananların eline adeta açık bir keyfilik çeki de verilmiş olur: terörün belirli bir fiil temelinde net ve kesin bir biçimde tanımlanabilir olmaması, ister istemez suç ile fiil arasındaki bağın iyice gevşek, dolayısıyla da esnek ve her tarafa çekilebilir olması sonucunu verecektir. Bu durumda, bir yandan hemen hemen her fiil pekâlâ terör suçu addedilebilir hale gelirken, diğer yandan da, belirli bir fiilden kalkılarak doğrudan tanımlanabilir olmayan bir suç kategorisinin varlığı, ister istemez herhangi bir fiilden bağımsız olarak önce suçlunun belirlenip, yani birilerinin önce terörist ilan edilip, sonra da onların her yaptığının -sırf onlar yaptığı için- terör suçu addedilmesi türünden uygulamalara sözde bir yasallık zemini hazırlar.

“Terörist diye bir insan kategorisi var ve de bu kategoriye mensup olanların her yaptığı şey/bir şey onlar tarafından yapılmışsa terördür, diye bir şey olmayıp, tam tersine ‘terörist’, teröre yani tedhişe başvuranlar için ve de teröre başvurdukları çerçevede/sürece kullanılabilecek olan bir sıfattır.

“Bu terör ‘terörist’in değil, kendisinin yüreklere dehşet salma, yani tedhiş demek olduğu unutturulup, içi tümüyle boş bir halde emre/keyfe amade hale getirilmiş bir ‘terör’ün kapsamını, dolayısıyla da kimin terörist olup, kimin de olmadığını belirleme gücünü tekellerinde bulunduranların terörüdür: ‘terör siyasallaşıyor’un tercümesi, ‘siyasal olan her şey, terör (suçu) kapsamına alınmıştır’, yani ‘siyaset yasaktır’dır.

“Suçun fiilden koparılmışlığı dolayısıyla da işe cürümden değil de mücrimden başlanıyor olması ölçüsünde, terör suçu olarak nitelenebilecek hiçbir fiilde bulunmuş ve bulunuyor olmamak suçsuzluğun değil, tam tersine teröristliğini belli etmeyecek kadar kurnaz, tabii bu durumda daha da tehlikeli bir terörist olduğunun delili olarak görülüp gösterilir hale gelebilecektir ki, böyle bir ortamda artık neyin suç, neyin de suç olmadığının bilinmezliği bir yana, bugün suç sayılmayan bir fiilin daha sonra suç addedilip failinin cezalandırılmasına yol açmayacağının da hiçbir garantisi bulunmayacaktır. Bu durumda artık herkes yaptığı herhangi bir şeyden dolayı bu gün değilse bile pekâlâ yarın suçlu hem de terör suçlusu, yani cezaların daima en ağırını hak eden türden bir terör suçlusu durumuna düşürülebilecektir ki, bu riski bertaraf etmenin de tek bir yolu vardır: ‘yapmamak’; yani herhangi bir ‘şey’ değil ama ‘insan’ olmamak.

“Ortada suç teşkil eden bir davranış/fiil olmadığı halde birileri yine de suçlanıyorsa, suç da suçluluk da fiilden kopartılmış; dolayısıyla aynı bir fiilin şunlar tarafından yapılırsa suç, ötekiler tarafından yapılırsa masum addedilmesi söz konusuysa; aynı anda hem bir insanlık suçu, hem de engizisyona geri dönülmüş oluyor”.

Engizisyon ise insanların kafalarının, niyetlerini, içlerine girmiş şeytanları yargılar.

Bu tespitlerin ceza hukukuna özet tercümesi aklın ve binyılların birikimi olan ceza hukuku ilkelerinin iflası anlamına gelir ve orta çağa dönüştür:

Suç ve cezaların yasallığı/kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi geçerli değildir! Bir eylemin (terör) suç(u) olup olmadığına “ben” karar veririm! (“Ben”i tüm kurumları ile iktidar olarak okuyabiliriz. MİT yasası ile zirve yapmış, dolambaçlı yolları bir tarafa bırakmıştır bu zihniyet.) Kimi, ne zaman hangi eyleminden dolayı suçlayacağıma “ben” karar veririm! Hatta suçlamak için bir ‘eylem’ olması gerekmez! Seni suçlamaya karar verdiğimde herhangi bir delil olmasa bile suçlamamı yaparım! Delil olmaması da masumiyetin değil “daha tehlikeli” bir suçluluğun “delili” olur! AKP davaları ve özel yetkili yargı düzeninde en sık rastladığımız pratik budur. Ergenekon iddianamesinde İlhan Selçuk hakkında ve KCK davasında Ragıp Zarakolu hakkındaki suçlamalar akla ilk gelen somut örnekler.

Aşağıdaki alıntı Ergenekon iddianamesinin İlhan Selçuk‘ a ait kısmından;

“… Bundan 35 yıl öncesinde bu derece örgütçülüğünü ortaya koyan kişinin, geçen zaman ve edindiği tecrübeler de hesaba katılırsa, soruşturmamız kapsamında atılı suçları işlediğine ilişkin iletişim tespit tutanakları, aramalarda ele geçen malzemeler ve yazıları dışında, kendi ifadeleri ile olayın aydmlatılabilmesinin ne kadar zor olacağı açıktır. Şüpheli İlhan SELÇUK’un daha önce yargılanıp beraat ettiği bir davayı burada hatırlatmamızın nedeni, şüphelinin önceki sorgulamalarda ve ifadelerinde ne kadar tecrübeli ve profesyonel olduğunu vurgulamak içindir. Yoksa şüpheli hakkında daha önce kesinleşmiş bir hüküm bulunan davayı tartışmak değildir. Şüpheli İlhan SELÇUK Cep telefonu kullanmamaktadır. Sabit telefondan yaptığı görüşmelerde de çok dikkatli konuştuğu örgütsel yapıyı deşifre edebilecek her türlü söz ve tavırdan uzak durduğu tespit edilmiştir.”

Bu da KCK basın iddianamesinin Ragıp ZARAKOLU hakkındaki kısmından bir alıntı:

… şüpheli Ragıp ZARAKOLU gibi araştırmacı bir şahsın yapılan yasa dışı faaliyetlerden haberdar olmadığının düşünülemeyeceği, yapılan faaliyet her ne kadar ders vermek gibi insani ve masum bir faaliyet olarak gözükse de, bu eylemin terör örgütünün eleman ve lojistik ihtiyacını karşıladığı, nitekim bir örnek vermek gerekirse; herhangi bir şahsın bayiden bir cep telefon alması ya da evinde tamiratta kullanmak üzere çivi alması normal ve insani bir ihtiyaç giderme gibi görülse de, PKK/KCK terör örgütünün sık sık yaptığı üzere, cep telefonuyla uzaktan aktif hale getirilen ve çivilerle etkisi arttırılmış bir patlayıcı hazırlamak için herhangi bir şahsın telefon yada çivi alırken yakalanması halinde suçun icrasına iştirak ettiğini kabul etmek gerektiğinin her türlü izahtan vareste olduğu, şüphelinin terör örgütüne katkısının da aynen bu örnekte ki gibi olduğu, Ragıp Zarakolu’nun terör örgütünün dağ kadrosuna silahlı militan ve şehir merkezlerindeki hücrelerine eleman yetiştirilmesine katkıda bulunduğu…”

Bu bakış açısıyla terör örgütüne eleman yetiştiriyor diye “normal, insani, masum” bir faaliyet olan “üreme eyleminin” de örgütsel faaliyet kapsamına alınmasının yakın olduğu her türlü izahtan varestedir!

Görüldüğü gibi “terör suçu” bu kadar keyfi ve operasyonel hale getirildikten sonra “düşman ceza hukuku”nun da odağında “terör” vardır ve uygulayıcılarının elinde artık gerçek bir “terör aracı”dır. Düşman ceza hukuku ilk kez seksenli yılların ortasında Alman hukukçu Günter Jacobs tarafından kullanılmıştır. Yeniden gündeme 11 Eylül saldırıları sonrası gelmiştir. Bu yaklaşıma göre Ceza muhakemesinin konusu olan şüpheliyi, usulü güvencelere sahip, hak sahibi bireyler olarak gören ve cezanın amacını suçun karşılığı olarak gören “yurttaş ceza hukuku”nun karşısına; amacı tehlikeyi bertaraf etmek olan, şüpheliyi birey olarak değil, “düşman” olarak, giderek kişi olarak değil “unperson” olarak kabul eden yaklaşım konulur. Genel olarak dört belirti düşman ceza hukukunun varlığını gösterir: a) cezalandırılabilirliğin öne çekilmesi, b) cezanın orantılı biçimde azaltılmasının hazırlık hareketleri aşamasına çekilmemesi, c) yasa mantığından “mücadele” mantığına geçiş ve d) şüphelinin usulü güvencelerden yoksun bırakılması. Avukatla görüşmenin kısıtlanması, TCK 220. maddedeki örgüt üyesi ile üye olmayana aynı cezayı ön gören düzenleme, soruşturma evrakının hatta tutuklama gerekçesinin şüpheli ve müdafiinden gizlenmesi, TMK vs. bu mevzuat ve özel yetkili yargı tam bir “düşman ceza hukuku” pratiği sergilemektedir. Kimin düşman olduğuna ise polis, savcı ve verdiği işaretlerle siyasi iktidar karar vermektedir. Tüm uygulamaları ile özel yetkili/görevli yargı düzeni ve AKP davaları düşman ceza hukukunun benzersiz bir örneğidir.

 

II- BAŞLANGIÇ SORULARI

AKP davalarını soruşturmaların başlangıcında, geçmişinde kontrgerilla, 12 Mart, 12 Eylül, sıkıyönetim dönemleri gibi birikim ve deneyimler olan birçok kişi/parti/hareket -kanımca- doğru tahlil edemedi. Kimileri Ergenekon ve Balyoz davalarını eleştirirken KCK ve Devrimci Karargah’a duyarsız kaldı. Hopa sanıklarına kitlesel destek verilirken, OdaTV davası arkadaş/meslektaş dayanışmasının ötesine geçemedi. Kuşkusuz bir soruşturmaya/davaya yaklaşım ve destek siyasi önceliklerle de ilgilidir. Ya da öngörüsüzlük/yanlış analiz de bu sonuca götürebilir. Ancak tartışmasız olan, bu durumun “kurguyu” yapanlarca çok güzel kullanıldığıdır. O nedenle önce temel soruları sormakla işe başlanmalıdır.

1- Dış politikada emperyalistlerin sözünden çıkmayan, gönüllü taşeronluk yapan, giderek kendini neo-Osmanlıcı emperyalist bir çizgiye oturtan bir iktidar bu davalarla ima ettiği hedefi gerçekleştirebilir mi?

2 Anti-semitik, aydınlanma karşıtı, ırkçı kökenleri ile zihinsel bir hesaplaşma/kopuş yaşamak bir yana son referandum ve seçim propagandasına nefret söylemini/ırkçılığı temel alan bir koalisyon (AKP, bazı cemaatler), Maraş katliamı, Sivas katliamı, Dink cinayeti, Danıştay saldırısı, Malatya cinayetleri vs. gibi olayların üzerine gidebilir mi?

3- Kadroları arasında 12 Eylül’ün ve faili meçhullerin yoğun yaşandığı günlerin “kritik” politikacılarını ve bürokratlarını barındıran bir yapı etkin bir hesaplaşma yapabilir mi?

4- Herhangi bir davada örneğin Ergenekon’da hukuksuz davranan bir mekanizmanın KCK’da (ya da tersi) hukuk içerisinde kalabileceği ön kabul olarak alınabilir mi?

5- Kadrolaşma sürecini tamamladığı bürokratik yapının yanlışlarını sorgulamak yerine üzerini örtüp teşekkür eden bir iktidar karanlık olayları aydınlatabilir mi?

6- Düşman ceza hukukunun aparatı haline gelen TMK, TCK, CMK, PVSK gibi yasaları demokratikleştirmek bir yana fiili hukuksuzlukları yasal güvence altına almak isteyen (soruşturma aşamasında şüphelinin ifade tutanağının dahi verilmemesi ve müdafisiz karar verilebilmesi için yasa hazırlayan ) bir iktidardan demokratikleşme beklenebilir mi?

Sorular arttırılabilir.

AKP davalarını ve bu davaların parçası olduğu büyük “operasyonu” doğru tahlil etmek, doğru yöntemi oluşturmak ancak doğru sorular sormakla başlayacaktır. Bu yöntemi oluşturamazsak yaşananları hakim ve savcıların eğitimsizliğine, yasaların eksikliğine kadar indirgeyebiliriz. Giderek despotik bir hal alan, ülkenin toprağına, suyuna, havasına, aydınına, emekçisine saldıran asıl sorumlular gözden kaçırılabilir.

 

 

III- AKP davalarının ortak yönleri

 

1- Tüm davalarda ceza hukukunun bel kemiği olan suç ve cezaların yasallığı/kanuniliği ilkesinin yok sayılması.

Kanunsuz suç ve ceza olmaz şeklinde formüle edilen bu ilkenin kökeni 12. yüzyıla kadar gider. Zorunlu sonucu şudur: suç sayılan eylem açık seçik bir şekilde kanunla tespit edilmelidir. Tersinden tanımlanırsa eğer bir eylem suç olarak tanımlanmamış ise “özgürlük” alanına girer. Anayasa’nın 38. maddesinde güvence altına alınan bu ilkenin AKP davalarında ihlal edildiğini çok sık görmekteyiz. Hatta anayasal güvence altına alınan haklar (basın özgürlüğü çerçevesinde haber yapmak, gösteriye/basın açıklamasına katılmak, kitap yazmaya teşebbüs etmek, siyasi faaliyetler, vs.) suç olarak nitelendirilmekte, eylem/fiil yerine “faaliyet” gibi suç teorisi açısından belirsiz bir kavram kullanılmaktadır. Örnekler:

– Legal siyasi faaliyetler

– Kara propaganda yapmak

– Hükümeti yıpratıcı faaliyet

– Kitap taslağı hazırlamak

– Şüphelinin yazdığı yazıyla davası sonuçlanmamış x’ i suçsuzmuş gibi göstererek suç işlemek

– Gösteri yürüyüşüne katılmak, slogan atmak,

– Toplantı yapmak

– Davaları yıpratmak

– Türk devletini zora sokacak haberler yapmak

– Bir televizyon kanalının ya da partinin yönetimini ele geçirmeye çalışmak

– Parti okulunda ders vermek

(KCK, Balyoz, Ergenekon, OdaTV, Hopa)

 

2- Maddi gerçeğin açığa çıkarılmasına yönelik etkin soruşturma yapılmaması

Suç soruşturmasının temel amacı maddi gerçeğin yani suç fiilinin nasıl gerçekleştiğinin araştırılıp, şüpheye yer bırakmayacak şekilde, olgulara dayanarak ortaya konulması böylece “doğru” karar verilmesinin sağlanmasıdır. Bu amaç gerçekleştirilirken kuşkusuz hukukun temel ilkeleri, insan hakları göz önünde bulundurulacaktır. Bu sürecin tüm aşamaları mantıki (akla uygun) ve gerçekçi şekilde delillerle ortaya konulmalıdır (varsayıma dayalı olamamalıdır). Aşama aşama kuşkular giderilmelidir. Bu da soruşturma konusu ile ilgili tüm iddiaların ve şüphelerin üzerine aynı hassasiyetle gidilmesini gerektirir. Ancak AKP davalarında/soruşturmalarında bu ilke sistematik olarak ihlal edilmektedir. Baştan kabul edilen büyük iddia/kurgu ile uyumsuz olabilecek hiçbir “şüphe” giderilmemekte ve etkin bir şekilde soruşturulmamaktadır. Tutarlı bir bütünlük yerine amaca yönelik parçalarla yetinilmektedir. Örnekler:

* Tüm AKP soruşturmalarında/davalarında kullanılan “silinen verilerin geri getirilmesi” yöntemi nedense Hrant Dink soruşturmasında silindiği iddia edilen kayıtlarla ilgili kullanılmamıştır. Daha basit gerekçelerle “kozmik odalar” dahi aranırken, Trabzon Emniyeti’nde arama yapılmamıştır.

* Diğer soruşturmalarda nerede ise selam vermek bile “örgütsel bağ” kabul ediliyor iken, Hrant Dink ve Danıştay saldırısı -ki bu soruşturma aslında Ergenekon davalarının en önemli parçasıdır- davasında bazı isimler ısrarla soruşturma dışı bırakılmıştır.

* Balyoz davasında iddiaya konu “seminere” katılanlar ve suçlamaların dayanağını oluşturan 11 no.’lu CD’de ismi olanların hangi kritere göre sanık yapıldığı belli değildir. Aynı şekilde KCK soruşturmalarında “siyaset akademisinde ders vermek suçunu (!)” işleyenlerin hangi kritere göre belirlendiği de belirsizdir.

 

3- Silahların eşitliği ve çelişmeli yargı ilkesinin uygulanmaması

Bu ilke adil yargılama hakkının en temel unsurlarından olup, bu hak uluslararası sözleşmeler, Anayasa ve yasalarla güvence altına alınmıştır. Kabaca; iddia ile savunma arasında hakkaniyete uygun bir dengenin bulunması, mahkeme önündeki haklarda eşitliğin olması, bir tarafın diğer tarafı dezavantajlı konuma sokmaması anlamına gelir. Bu ilkelerin karşı delil sunma, tanık dinletebilme, bilirkişi davet etme, delillere, bilgi ve belgelere ulaşmada eşit imkânlara sahip olma, savunma için gerekli kolaylıklara sahip olma, delillerin sanığın huzurunda tartışılması gibi alt görünümleri vardır. Bu ilke çerçevesinde, AKP davalarında özellikle vurgulanması gereken bir husus ise süreçte rol alan kamu görevlilerinin konumudur; üstlendiği “görev” gereği davanın “tarafı” haline gelen (hatta şüphelilerle husumeti davalara yansıyan) kamu görevlilerinin davada “etkin rol oynamaları” silahların eşitliğini ihlal edebilir. Soruşturma aşamasında görev alan polisler, savcılar, arama/tutuklama kararı veren hakimler daha sonra duruşmalarda görev alabilmektedirler. Hatta sanıklarla aralarında dava olan savcılar/hakimler davalara bakmaya devam etmektedirler. TMK gibi yasalardan kaynaklanan ihlaller bir tarafa bırakılırsa örnek ihlaller:

* Binlerce sayfayı bulan iddianame ve eklerini incelemek için gerekli teknik olanaklar sağlanmamaktadır. O kadar ki, ekler CD ortamında verildiği halde ve birçok delil elektronik ortamda (dinleme/görüntü kaydı, telefon trafiği, vs.) tutuklu sanıklara bilgisayarı bırakın daktilo bile verilmemekte ortak kullanımdaki bilgisayarlardan yetersiz bir süre faydalanmaları istenmektedir.

* Sorgu yalnızca savunmanın değil, hakimin de evrakı (hatta iddiaları) incelemesi mümkün olmayan sürelerde sonlandırılmaktadır.

* Şüphelilerin ifadelerinde belirtikleri, dinlenmelerini talep ettikleri tanıklar dinlenmemektedir.

* Savunmanın bilirkişi talepleri reddedilmektedir.

* Deliller savunmanın incelenmesinden kaçırılmakta, delillerin tartışılması aşaması atlanmaktadır.

(KCK, Balyoz, Ergenekon, OdaTV, Hopa, Islak imza)

 

4- Lehe delil toplanmaması.

Akp davalarının/soruşturmalarının en belirgin yönlerinden birisi soruşturmada lehe delillerin toplanması bir yana, bazı lehe delillerin dosyaya konulmamasıdır. Yanlış anlamaların

* Savunmaca talep edilen parmak izi incelemeleri, telefon trafiği (HTS kayıtları), imaj incelemeleri, vs. yaptırılmamaktadır.

* Savunma tanıklarının dinlenmesi ısrarla rededilmekte ya da ertelenmektedir.

(Islak imza, Balyoz, Ergenekon, Odatv)

 

5- Ucu açık soruşturmalar yapılması ve “imkansız” davalar.

Ceza muhakemesinde iddianame düzenlendikten sonra artık tek söz sahibi mahkeme olmalıdır. Aksi takdirde kamusal gücü elinde bulunduran savcılığın süreci domine etme, belirleme riski ortaya çıkar. Bir de soruşturmayı gerçekte polisin yaptığı, polis fezleke ve raporlarının birebir iddianameye dönüştüğü göz önünde bulundurulursa, AKP davalarında savunmanın çürüttüğü bir delili çürüten yeni bir gizli tanığın, imzasız ihbar mektubunun, güncellenmiş bir CD’nin, adeta savunmaya cevap veren delillerin ortaya çıkması sıradan bir olay olmaktadır. Bu aslında doğrudan adil yargılama sürecine müdahaledir.

Binlerce sayfayı bulan iddianamelerle, milyonlarca sayfaya ulaşmış eklerle, binlerce saate ulaşmış görüntü/ses kayıtlarıyla, birleştirilerek “bitirilmesi” engellenmiş davaların/verilen kararların hukuki kontrolü imkânsız hale ge(tiri)lmiştir.

(Balyoz, Islak imza, Ergenekon, KCK, Hopa)

 

6- Medyaya servis yapılarak masumiyet (suçsuzluk) karinesi ilkesinin ihlali ve peşin hükümlülük algısı yaratılması.

AKP davalarının/soruşturmalarının en belirgin niteliği medya ile kurduğu “marazi” ilişkidir. Aslında bazı olgulara bakıldığında belirleyici olanın medya olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Daha önceden yargının elinde olan bazı suç iddiaları ancak medya hedef gösterince soruşturma konusu olmuştur. Hatta bazı gazetecilerin verdiği delillerle davalar açılmış ama benzer suç delillerini haber yapan başka gazeteciler terör suçlusu sayılmıştır. Gizli tanıklar adliyeden çıkmadan ifadeleri medyada yer bulmuştur, ancak ne hikmetse, ulaşılması daha kolay olan “savunmalarda” aynı “gazetecilik başarısı” gösterilememektedir. İfadeyi alanlarca servis edilmiş olduğu açık olduğu halde hiç birinde (MİT soruşturması hariç) ilgililer hakkında etkin soruşturma yapılmamıştır. Birçok soruşturmada henüz savcılık ifadesi alınmadığı halde belli medya ve hükümet mensupları büyük bir öngörü ile detaylı bilgi vermişler, sanıkları açıklamışlardır.(Danıştay soruşturması ibretliktir!) İddialar sonradan çürütülse bile artık yurttaşların aklında kalanlar itiraflar, bombalar, suikast planları ve yerle bir edilen “masumiyet karinesidir”. (KCK, Balyoz, Islak imza, Ergenekon, OdaTV)

 

7- “Terör” ve “örgütsel” sözcüklerinin sihri!

Evrensel ve ceza hukuku anlamlarından koparılmış “terör” sözcüğü ve önüne getirildiği her aktiviteyi kriminalize eden “örgütsel” sözcüğü, soruşturmayı yapanlara sınırsız bir keyfiliğin kapılarını açmaktadır. Bir kez hedefe koydukları kişinin eyleminin artık “suç” olarak tanımlanmasının bir önemi yoktur. Artık gündelik hayatta yapılan her türlü beşeri/sosyal/kişisel aktivite suçtur, hem de en ağırından terör suçu. Gündelik gazetelerde yayınlanmış yazıları okumuş olmak, halen satılan kitapları bulundurmak, başbakanın ardından (timsah) gözyaşı döktüğü kişileri anmak, birisini tanıyor olmak vs. terör suçu/örgütsel faaliyet olmuştur. “Ele geçirilenler” ise örgütsel doküman. Tutuklananlar ise gazeteci/öğrenci/bilim adamı/politikacı/bürokrat (sivil-asker) değil terörden tutuklanmış tehlikeli (!) kişiler. (KCK, Balyoz, Ergenekon, OdaTV, Hopa)

8- Teknoloji Fetişizmi; telefon dinleme, dijital delillere dayanan iddianameler. Konuşma tutanaklarının (tapelerin) seçilerek iddianameye konulması.

AKP davalarının tamamında, delillerin ağırlığı dijital delililer ve iletişim tespit tutanaklarına dayanmaktadır. Dijital delillerin (hard disk, taşınabilir bellek, CD, vs) ceza hukukumuzdaki geçmişi çok gerilere gitmediği için bu konuda henüz yeterli içtihat oluşmamakla birlikte bu tarz delillerin hükme esas alınmasının sıkı şartlara tabi (ilgili kişiye aidiyeti, cihazları başkalarının kullanıp kullanmadığı, müdahaleye açık olup olmadığı vs.) tutulması gereği tartışmasızdır. Yan delillerle desteklenmeyen ve her türlü şüphenin giderilmediği bu tarz delillere dayanılamaz. AKP davalarında onlarca bilirkişi raporuyla ve uygulamalı olarak bu delillerin “güvenilmezliği” ortaya konulduğu halde, halen dijital delillere dayanılarak kararlar verilmektedir. Aradan geçen yaklaşık dört yıla rağmen hala bu delillerin “çok tehlikeli” suçlularca niye muhafaza edildikleri sorusunu bir tarafa bırakalım.

CMK ile 2005 yılından bu yana kolluk ve savcılık belli suçlarda temel soruşturma yöntemi olarak telefon dinlemelerini (iletişimin tespiti) kullanmaktadır. İsimsiz imzasız ihbar mektupları ile başlatılan telefon dinlemeleri yan delillerle doğrulanmadan, ayıklanmadan, paranoyak, komplocu, septik yaklaşımlarla suç delili gibi dosyalara konulmaktadır. (KCK, Balyoz, Ergenekon, OdaTV, Devrimci Karargah)

 

9- Hukuk dışı/kanuna aykırı delillere dayanarak açılan davalar.

Anayasa da güvenceye alınmış evrensel kuraldır: kanuna aykırı olarak elde edilmiş bulgular delil olarak kabul edilemez. Oysa başta dijital deliller olmak üzere kanuna aykırılığı tartışmasız olan yöntemlerle delil toplanması (özel hayatın gizliliği ihlal edilerek elde edilen bilgiler, yetkisiz/görevsiz hakimlerce verilen kararlar, el konulduğu anda imajı alınmayan bilgisayar ve CD’ler, şüpheli ya da avukatı gelmeden yapılan aramalar, avukat/eş gibi kişiler arasında kaydedilen görüşmeler, yasaya aykırı olarak yapılan teşhis ve yüzleştirmeler, makul şüphe dahi olmadan yalnızca ihbara dayanılarak verilen dinleme/arama kararları vs) halen devam etmektedir.

(KCK, Balyoz, Ergenekon, OdaTV, Hopa)

 

10- Masumiyet (suçsuzluk) karinesi ve ispat yükümünün terse çevrilmesi.

Masumiyet (suçsuzluk) karinesi temel insan haklarından olup adil yargılamanın da en önemli ilkelerindendir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasa tarafından güvence altına alınmıştır. Üstelik savaş gibi olağanüstü hallerde bile dokunulamayacak nitelikteki “çekirdek” haklar kategorisindedir. En kaba tanımıyla bir kişinin suçlu olarak kabul edilebilmesi ve hukuki (hatta toplumsal) müeyyidelerin uygulanması, ancak kesin yargı kararı ile mahkûm olmasına bağlıdır. Dolayısı ile kişi, kesin hükümle mahkûm oluncaya kadar suçsuz kabul edilir. Bu ilkenin,

-ispat yükümünün iddia makamında olması, yani sanığın suçluluğunu ortaya koyacak yeterlilikte delili savcılığın sunması,

-şüpheden sanığın yararlanması,

-savunma hakkı tanınmadan karar verilmemesi,

-yargıçların suçluluğa dair ön yargılarının olmaması gibi alt görünümleri de vardır.

Bu ilkeler yalnızca yargılama makamlarını değil kamu otoritesini kullanan tüm kurum ve kişileri bağlar. Oysa AKP davalarında Cumhurbaşkanı’ndan HSYK’ya, bakanlardan hakim/savcılara, neredeyse “gücü” elinde bulunduran herkes suçluluğu ön kabul olarak/karine olarak kabul etmekte bunu da dillendirmektedirler. Bir kez iddianamede yer almış olmak tüm sonuç ve görünümleri ile masumiyet karinesinin terse çevrilmesi demektir. Artık suçsuzluğunu -hücredeki- sanık ispatlamak zorundadır. Üstelik lehte delillerin toplanmadığı bir süreçte, yıllar geçmiş olmasına rağmen “durun canım suçsuzsa anlaşılır, yargılansın aklansın” yaygaraları arasında! Sanıklarla kişisel tartışmaya giren hakim/savcılar, başbakanın servetini haber yaptığı için ya da ayağa kalkmadığı için tutuklandığı söylenen sanıklar, tutuklama gerekçesini tavzih eden bakanlar, “çok sağlam soruşturma yaptık” diye açıklama yapan kolluk, suç ya da suçlamalarla ilgisi olmayan özel hayata dair bilgiler, birbirleriyle davalı sanıklar, hakim/savcılar, sanığın savunmasını yaptığı celsede bin sayfalık mütalaa verilmesi gibi örnekler arttırılabilir.

(KCK, Balyoz, Ergenekon, OdaTV, Hopa, Devrimci Karargah)

11- Soruşturmayı savcının yapmaması, soruşturma sürecinin nerden geldiği belli olmayan ihbar, gizli tanık ve polis raporlarına dayanması (yargının taşeronlaşması/neoliberalizasyonu!).

CMK ve Adalet Bakanlığı genelgelerine göre özel yetkili/görevli mahkemelerin görev alanına giren suçları cumhuriyet savcıları doğrudan soruşturmak zorundadır. Bu zorunluluğun sonucu, tüm soruşturma işlemlerinin savcı tarafından yapılmasının yanı sıra, koruma tedbirleri ve soruşturmanın yönüne de savcılığın karar vermesi demektir. Ama AKP davalarında soruşturmaların başlaması, genişlemesi, kimin telefonunun dinleneceği, kimin takip edileceği, nerede arama yapılacağı, kimlerin gözaltına alınacağı, hatta tutuklanacağı “ihale” edilmiştir. İhaleyi alanlar, hâlâ tek bir tanesi bile ortaya çıkarılmamış/çıkmamış muhbirler, her biri kriminal geçmişe sahip (birçoğu aynı davanın sanığı olması nedeniyle hukuken tanık olmaları mümkün olmayan) çook gizli tanıklar ve amatör/gönüllü savcı rolündeki gazeteciler ve kolluk görevlileridir. İfadeleri ve raporları olduğu gibi iddianamelere aktarılan, muhbir/gizli tanık/polisler iddianamelerin gerçek yazanları ve soruşturmacılarıdır. Hatta savcının soracağı soruların bile polis tarafından hazırlandığı artık bir vakıadır.

(KCK, Balyoz, Ergenekon, OdaTV, Hopa, Devrimci Karargah)

 

12- Birbirini ilk kez duruşmada tanıyan, aynı anda birden fazla örgüte üye olan sanıklar.

Nerede ise tüm AKP davalarının bir diğer ortak özelliği, birbirleri ile ilk kez dava nedeni ile tanışan, isimlerini sorguda öğrenen sanıklardır. Hatta duruşma salonunda diğer sanıklardan korunan, kavga eden, dünya görüşü, ideoloji ve yaşam tarzı olarak bir araya gelmeleri mümkün olmayan aynı “örgüt mensubu” sanıklar. Aynı örgüt yapılanması içerisinde, işbirliği, hiyerarşiye tabii olma, aynı amaç etrafında birleşme olanağı olmayan sanıklardan birbirlerini tanımadıklarını ispat etmeleri istenmektedir. Oysa bir kişinin suçlu da olsa başka bir kişiyi tanıması -hele bu kişiler gazeteci, politikacı vs. ise son derece doğaldır- gibi olağan bir durum, kriminal bir olgu imiş gibi gösterilmektedir. Sanıklar bazen çoktan tarih sayfalarında kalmış örgütlere, bazen de birbirleri ile anlaşması bile mümkün olmayan birden fazla örgüte üye gösterilmektedir.

(KCK, Balyoz, Ergenekon, OdaTV, Hopa, Devrimci Karargah)

 

13- Kronoloji ve mantık hatalarının sorgulanmaması, delil uydurma iddialarının ve kanunsuz dinlemelerin üzerine gidilmemesi.

Ceza muhakemesinin amacı maddi gerçeği bulmaktır. Maddi gerçeğe ispat araçları (deliller) ile ulaşılacaktır. Muhakemede kullanılacak ispat araçlarının gerçekçi, bilime ve hukuka uygun olması, ayrıca olayı temsil etmeleri gerekir. İspat vasıtalarının değerlendirilmesinde ise “mantık” kurallarına bağlı kalınacaktır. Şüphenin yenilmesi ve tam bir kanaate varılması ancak bu yolla gerçekleşebilir. AKP davalarında tam tersine mantık ve kronoloji hatalarıyla ilgili şüphelerin giderilmesi bir yana, her seferinde daha “vahim” mantıksızlıklara dayalı deliller esas alınmaktadır. Detaya inildiğinde çok sayıda örneği görülecek bu durumla ilgili yalnızca birkaç soru yeterli olacaktır: Aradan geçen bunca zamana rağmen bu “tehlikeli” suçlular nasıl olur da delilleri yok etmezler, e-posta aracılığı ile haberleşirler? Niye teknik olarak ispatı çok kolay olan, “şüpheli delillerle” ilgili soruşturma işlemleri (bilirkişi incelemesi, parmak izi incelemesi vs) yapılmaz; hatta bu konuda soruşturma yapan savcılara ceza verilir? Hemen tüm davalarda sanıkları (bazen soruşturma başlamadan) kanundışı dinleyip, izleyen, özel hayata ilişkin görüntülerini kaydedip medyaya servis edenler (hatta intiharlara neden olanlar) kimlerdir ve niye tek bir olayda bile bu kişiler açığa çıkarılmamıştır? Ve en önemlisi bu güç, savcıların iddianameleri/iktidar/medya ile nasıl bu kadar fikir/eylem/amaç birliği içerisinde ve senkronize çalışmaktadırlar? Bu davaları haklılaştırmak için niçin yaygın hukuk dışı dinlemeler ve medya servisleri yapılmaktadır?

(KCK, Balyoz, Ergenekon, OdaTV, Hopa, Devrimci Karargah)

 

14- Örgüt kurma, yönetme, üyelik, örgüt adına faaliyette bulunma, örgüyün amacının propagandası suçunun belirsiz hale gelmesi.

Çok teknik ayrıntılara girmeden belirtelim: Örgüt (dolayısı ile bağlantılı) suçlarının oluşabilmesi için; üye sayısının az üç kişi olması, belirsiz sayıda ve belirsiz süreli suç işleme için anlaşılmış olması, gevşek de olsa bir hiyerarşi ve işbölümünün olması, suç işleme iradesinde devamlılık, son olarak, amaçlanan suçların işlenebilmesi için tüm bu unsurların elverişli olması gerekmektedir. Örgütler genellikle üye kayıt defteri tutmadıklarına göre bu suçların işlenip işlenmediği şüphelilerin eylemleri temelinde değerlendirilecektir. Kuşkusuz eylemden kast edilen de, başlangıçta belirtilen suçların kanuniliği ilkesi çerçevesinde belirlenen suç oluşturan eylemler olmalıdır. Ancak AKP davalarında önce (hiçbir irtibat kurulmadan artık şablon haline gelmiş, henüz ikna edici delillerle ortaya konulmamış, yasal unsurları karşılamayan) bir suç örgütü tarifi yapılmakta, daha sonra suçlanan kişi yalnızca ve yalnızca o iddianame metninde ismi yazıldığı için örgüt suçlusu kabul edilmektedir. Hiyerarşiyi, işbölümünü, suç için anlaşma iradesini ve en önemlisi de eylemi değerlendirme konusu yapmadan, bu bakımdan bir suç olmasa bile, “yaptığı her ne ise” örgüt üyeliğinin delili sayılmaktadır. Somutlaştıracak olursak; evini kiraladığı kişinin örgüt üyesi olması, davayı yurtdışında duyup kendiliğinden gelse bile ev sahibini örgüt üyesi yapmaktadır. HES’lere karşı gösteriye katılan kişi HES’lere karşı olduğu için örgüt üyesidir. Suçsuzluğuna inandığı bir kişinin suçsuz olduğunu yazan gazeteci artık örgütün amacının propagandasını yapıyordur. Kamudaki skandalları yazan bir gazeteci devleti zora sokarak örgütün “propaganda” ayağını oluşturmuştur. Suç oluşturduğu iddia edilen eylemin olduğu tarihte yurt dışında olmasına rağmen adı “güvenilir” kişiler listesinde olan askerler artık silahlı örgüt üyesidir.

Örnekleri çok görüleceği üzere sadece TCK 220. maddenin 6 ve 7. fıkralarıyla açıklanamayacak bir durumla karşı karşıyayız. Ceza soruşturması mantığı tamamen baş aşağı çevrilmiş durumda; önce suçlanacak kişi belirlenmekte, sonra ait olduğu (hangi örgüt yakışırsa/uyarsa, bazen Devrimci Karargah ve Ergenekon da olduğu gibi dalga geçercesine) örgüt belirlenmekte, en son olarak o kişinin tüm “eyledikleri”, dehşet verici olanı “eylemedikleri/yapmadıkları (OdaTV davasında yapılmayan haber suç sayılarak sorguya konu olmuştur) kriminalize edilerek medya servisi ile iddianame ve davaya dönüşmekte.

(KCK, Balyoz, Ergenekon, OdaTV, Hopa, Devrimci Karargah)

 

15- AKP davalarının bazılarındaki suçlamalar “yüksek motivasyonlu” siyasi suçlar olmasına rağmen hiçbir şüphelinin eylemini kabul ederek siyasi savunma yapmaması,

Darbe davaları dahil anayasal düzene karşı suçlar siyasi suçlardır. Örnekleri daha önce görüldüğü üzere, gerçekte bu tarz suçların failleri siyasi savunma yaparak “eylemlerini” haklılaştırırlar. Birçoğu 12 Eylül, 12 Mart, sıkıyönetim mahkemeleri yargılamalarından geçmiş kişilerin, iddia edilen suçları eylem olarak reddetmelerini daha inandırıcı bulmak gerekir.

(KCK, Balyoz, Ergenekon, OdaTV, Hopa, Devrimci Karargah)

 

16- Savunmaya baskı yapılması Avukatların tutuklanması savunma sırasında söylenenlerin suç sayılması, avukatların duruşmadan men edilmesi.

AKP davalarında, savunma “saldırı altında” denilirse abartı olmayacaktır. Genel olarak savunma ve avukatlar görülmemiş ölçüde baskı altındalar. Sanıkların davaları bitmeden savunma amacıyla söylenen sözlerden sorumlu tutulmaması yönündeki açık yasa hükmüne rağmen, savunmalarında söyledikleri sözlerden dolayı onlarca yılı bulan mahkûmiyetlerle karşı karşıya kalmaları, savunmaları nedeniyle uyarılmaları, savunma ve konuşma sürelerinin kısıtlanması, tüm deliller CD ortamında olmasına rağmen bilgisayardan yeterince faydalandırılmamaları, savunmadan gelen taleplerin sistematik olarak reddedilmesi, avukat müvekkil ilişkisinin gizliliğinin ihlal edilmesi ve artık son aşamada “tuzağa” düşürülüp tutuklanan, müvekkili ile görüştüğü için suçlanan, özetle avukatlık yaptığı için tutuklanan ya da duruşmadan men edilen avukatlar ve sanıklar. Avukatsız, sanıksız yargılama için hazırlanan “yargı reformu” yasası.

(KCK, Balyoz, Ergenekon, OdaTV, Hopa, Devrimci Karargah)

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz