Avusturya’da, bir zamanlar Freud’un kahvesini yudumlayıp düşüncelere daldığı, belki de zihninde o ünlü teorilerini şekillendirdiği Cafe Landtmann’da, Freud’un hayatı ve çalışmaları üzerine bir sohbet…
Viyana’ya kış mevsimi çökmüş. Ağaçlar, cıvıl cıvıl yeşil renklerini çoktan kahverengiye bırakmışlar, şehre hâkim gri renkle uyum içindeler şimdi. Güneş yüzünü zor görüyoruz artık. İnsanlar kısalan gün vaktinden olabildiğine yararlanabilmek için sokaklarda birbirlerini umursamadan ve telaşla yürüyorlar. Malum, bir Anadolulu olarak Orta Avrupa’nın depresif kışı ve kültüründe hayat enerjisi bulmak epey zor. Bu bunaltıcı kış havasının insanda depresif ruh hâline dönüşmesi kaçınılmaz. Avusturyalı sinema yönetmeni Haneke’nin dediği gibi taşra sempatikliğinin yanı sıra yaşlanmış ve yorgun bir şehirdeyiz. Dünya’nın en yüksek refah seviyesine sahip şehirlerinden olmasına rağmen intihar oranlarında da önlerdeyiz. (1)
Bilim ve Gelecek dergisi Avusturya temsilcisi Murat Naroğlu ile Cafe Landtmann’da buluşup Freud karakteri merkezinde psikoloji konuşacağız. Viyana kahvelerinin uzun geçmişinde nice insan bu mekânlarda bizim yapacağımız gibi bilim, sanat, siyaset konuşmak için buluşmuşlar. Belki nice fikir nice kuram bu eski kahvelerde doğmuş. Şehir dokusunun organik bir parçası olan Viyana kahvelerinde, bir kahve kırk yıllık hatır değerinde olmasa da, bütün gün boyunca mekânda zaman geçirmenizi sağlıyor. Hatta sizi rahatsız etmemek için garson yanınıza gelip boş bardakları bile almıyor. Çok da sorgulamadan bu hoş geleneğin keyfini çıkarıyoruz biz de.
Buluşma mekânımız Cafe Landtmann 1873’te eski şehir duvarlarının yerini alan Ring caddesinde kurulmuş. Yine Ring üzerinde yer alan Viyana Üniversitesi, parlamento, belediye ve tiyatro binalarına yakınlığından dolayı entelektüel bir buluşma merkezi olmuş tarih boyunca. Tanınmış müdavimleri arasında elbette ki Freud en başta yer alıyor. Biz de Freud ve psikoloji bilimini konuşmak için buradan daha iyi bir yer bulamayız diye düşündük.
Önümde beliren yaşlı bir delikanlı dikkatimi çekiyor. Geçen yüzyıldan çıkıp gelmiş sanki. Ak sakalı, fötr şapkası ve bastonu ile Ring caddesi kaldırımında bizim zamanımıza ait değilmiş gibi aheste aheste yürüyor. Esrarlı hali derin düşünceler içinde olduğuna yorulabilir. Belki de şimdi nice derdini, bunaltılarını düşünüyordur; ya da belki bir başkasınınkini! Delikanlımızla vedalaşıp kahveye giriyorum…
Murat Tuğrul (MT): Selam Dersimli. Nasılız bakalım?
Murat Naroğlu (MN): Gayet iyiyim, yolunda her şey. Sende ne var ne yok?
MT: Ben de iyiyim. Gelmeden önce Kandel’in The Age of Insight kitabındaki (2) Freud bölümlerinin tekrar üzerinden geçtim, notlar çıkardım. Bu arada, kitap genel olarak bir harika. Freud dışında Schnitzler, Klimt, Kokoschka, Schiele karakterleri üzerinden 20. yüzyılın başında Viyana’daki sanat ve bilim etkileşimini irdeliyor. Bana bilim ve sanatın birbirine hiç de uzak alanlar olmadığını gösterdi. Neyse, bu ayrıca ve uzunca konuşulması gereken bir konu, bilahare ele alalım. Sen hangi kitabı okumuştun?
MN: Robert Bocock’un Sigmund Freud incelemesini. (3) Esas olarak, Freud’un sosyoloji için önemine değiniliyor. Önsözde, kitabın, Freud’un çalışmasında büyük bir sosyal teori bulunduğunu göstermeyi amaçladığı belirtilmiş. Marx, Weber, Durkheim ve diğerlerinin yanında Freud isminin de olması gerektiği iddiasında Bocock.
MT: Dur sohbet başlamadan Melange kahvelerimizi söyleyelim…
Freud dönemine gelmeden, modern bilimin felsefemize en köklü etkilerine değineyim ilk önce. Malum, 16. ve 17. yüzyılda Kopernik, Kepler ve Newton’la özdeşleştirilen klasik fizik devrimleri var. Özce, Dünya’nın evrenin merkezinden koparılması ile sonuçlanan devrimsel gelişme. Daha sonra 19. yüzyılda Darwin’le özdeşleştirilen evrim devrimi geliyor: İnsan doğanın sahibi olmaktan çıkıp sıradan bir türe dönüşüyor.
20.yüzyıla gelmeden çok önce insan kişiliği, hisleri, duygulanımı sorgulanmaya başlanmış zaten. “Ruh”sal bir bakış açısı yerini yavaşça organik ve tıbbi olan bir bakış açısına bırakıyor. Bu anlamda Freud’un yetiştiği şehrin Viyana olmasının önemini vurgulamalıyız. O dönem için Avrupa’da Paris ile birlikte tıp biliminin öncü şehirlerinden biri burası.
MN: Stefan Zweig’ın, Dünün Dünyası eseri aklıma geldi. Orada da bahsedildiği gibi, Viyana o dönem için dünyanın belki de en özgür ve entelektüel ortamı ve bunun Freud’a etkisi olsa gerek.
MT: Aynen, yoksa orta sınıf bir Yahudi aileden gelip, dönem dönem yükselen anti-semitik ırkçı politikalar arasında ilerlemesi zor olurdu sanırım. İşte böylesi bir tarihi dönemde, üniversitede tıp okuyor.
Freud’un bilim hayatını belki kabaca iki kısma ayırmak mümkün. 1874-1895 onun daha çok biyoloji temelli çalıştığı dönem. Tıp eğitiminin ilk yıllarında Darwin’den epey etkilendiğini ve ayrıca zooloji ile de ilgilendiğini söyleyebiliriz. Araştırmalara başladığı ilk yıllarda, bugünkü jargonla söylersek, deneysel sinirbilim çalışıyor. Taşemen (İng. Lamprey) ve kerevit (İng. Crayfish) üzerine yaptığı çalışmaları sırasında nöronun sinir sisteminin temel yapı birimi olduğunu gözlemliyor. Ben Kandel’in yalancısıyım; ama sinir hücresi ve ağları üzerine çalışmaları aslında çığır açıcı (Santiago Ramon y Cajal ile kıyaslanacak şekilde); fakat önemini yeterince kavrayamamış.
Daha sonra ekonomik nedenlerle deneysel çalışmalar yerine klinik nörolojiye kaymak zorunda kalıyor. Bu dönemde insan psikolojisini anlamak için hâlâ biyolojik temelli bir model var kafasında. Algı, hafıza, bilinç kavramlarını beynin organik hâli ile açıklayıp buradan bir psikoloji kuramı üretmeye çalışıyor.
MN: Söylediklerin ilginç; çünkü Bocock’a bakılırsa, Freud çalışmalarında ampirik ol(a)mamakla eleştirilmiş. Hastalar, çocuklar, kendisinin ve başkalarının gördüğü rüyalar üzerine gözlemlerini temel alan deneysel malzemeler kullanmış olmasına rağmen, Freud bir ampirist-deneyci-görgücü değildi diye düşünülüyor.
MT: Bu dediğinde haklısın; ama özellikle ikinci bilim dönemi için doğruluk taşıyor diye düşünüyorum. 1900-1939 arasında biyoloji temelli yaklaşımı terk ediyor. Hatta Kandel’e göre bunu bilinçli yapıyor: Belki de, birleştirmeye çalıştığı “beynin biyolojisi” ve “davranışın psikolojisi” bilimlerinin, yaşadığı çağda iki olgun disiplin olmadıklarını fark ediyor. Böylesi bir birleşim için erken olduğunu düşünüp, psikoloji biliminde aklın kuramını organik bileşenler yerine, daha hipotetik kavramlarla oluşturmaya soyunuyor. Hipotetik kavramlardan kastım ego, süperego ve id gibi hep duyduğumuz ama ne olduğunu bir türlü anlayamadığımız terimler. Özellikle bu dönemde, psikoterapilerde gözlemlediği bastırılmış isteklerin, seksüel arzu ve istismarın, rüyaların incelenmesine büyük önem veriyor.
MN: Freud’a yönelik bir başka eleştiri de yaptığı çıkarımların dar bir gruba dayanması. Hastalarının çoğu Yahudi orta sınıfa aitler. Bu arada, “orta sınıf” meselesi üzerinde sıkı tartışmalar yapılıyor. Konuya dönersek, ekonomik ve kültürel bakımdan birbiriyle ortak pek çok yönü bulunan bir çevrenin incelenmesi, vardığı genel sonuçları etkileyebilir. Sen ne düşünüyorsun?
MT: Bu her zaman bilime yöneltilebilecek bir eleştiri. Haklılık payı var gibi görünse de, bir bilimci deneysel ya da kuramsal ne çalışırsa çalışsın her zaman incelediği doğanın küçük bir kısmına yoğunlaşır, çıkardığı sonuçları genellemeye çalışır. Mesela ben basit matematiksel modelleri çalışıp genel prensiplere ulaşma çabasındayım; bir deneyci arkadaşım koli basili bakterisi üzerine çalışıp bütün ya da benzer canlılar üzerine sonuçlar bulmayı hedefleyebilir.
MN: Freud’un fikirleri ve terapi pratikleri söz konusu olduğunda, feministlerin yürüttüğü bir muhalefetle karşılaşıyoruz. Freud’un, çalışmalarında ataerkil olduğunu düşünüyorlar; ama Juliet Mitchell gibi Freud’un görüşlerinin, feministler için yararlı teorik perspektifler sunabileceği iddiasında olanlar da var.
MT: Freud kadın konusunda gerçekten de (bugünden bakarsak) çok gerici olmuş; ama çağına göre bu pek de anormal bir tutum değil. Psikolojilerini incelerken kadın-erkek ayrımını kadınlar aleyhine yapmış. Mesela kadınların, erkeklerin etkisi olmadan cinsel istek duyamayacaklarını düşünmüş, kuramlarını kurarken kafasında hep böylesi bir genel geçer hipotez varmış. Bunların bugün yanlış olduğunu biliyoruz.
Burada bir not düşeyim: Bilim karakterlerini incelerken bilimsel üretimlerini topluca kabul veya ret yerine eleştirel bir tutumla, neresi tatmin edici neresi kuşku uyandırıcı diye irdelemek lazım. Freud’un bazı görüş ve kuramları tamamen saçma sapanken bazıları bize hakikati anlamada yol gösteriyor olabilir. Bilim tarihi bunun gibi örneklerle dolu.
Toparlamak gerekirse, Freud insan psikolojisini anlamamızda öncü bir bilimci olmuş. Onun araştırmaları sayesinde, akıl dünyasının fazlasıyla bilinçaltının etkisinde olduğunu ve hatta irrasyonel olabileceğini; düşünce ve davranışların agresif ve seksüel dürtülerden beslendiklerini; normal ve anormal olarak ayrılan akıl yetilerinin (hastalıklar vesaire) aslında sürekli bir yelpazede olduğunu fark ettik.
Farkında olsak da olmasak da Freud’un bilimi, bizim bugün nasıl yaşadığımızı etkiledi. Bunun üzerine tavsiye edeceğim bir BBC belgeseli var, Adam Curtis’ten Ben Devri, orijinal adıyla The Century of the Self.
MN: Evet, izlemiştim onu. Freud ailesi üzerinden, yaklaşık 100 yıllık bir tarih anlatısı. 1915’lerden bugüne, tüketim toplumunun oluşumu, psikoloji ve psikanaliz başlıklı ayrı bir incelemeyi hak ediyor bu belgesel. Freud’un yeğeni ve çalışmalarının hayranı Edward Bernays’in, modern propagandanın ve halkla ilişkiler denilen bir tuhaf sektörün öncüsü olduğunu görüyoruz. ABD’nin savaş politikalarının kabul edilmesinden Guatemala’daki darbeye, reklamların çeşitlilik kazanıp yaygınlaşmasından kitlelerin kontrolüne kadar her yerde karşımıza çıkıyor. Bernays özetle, vatandaştan tüketen bireye geçişin zeminini hazırlayan bir isim. Onun dışında özellikle Freud’un kızı Anna Freud belgeselde önemli bir yer tutuyor. Kendisi de insanlarda irrasyonel güçlerin bulunduğu ve bunların kontrol edilebileceği iddiasında. Toplumsal yaşamda karşılaşılan pek çok soruna, psikanalizin penceresinden çözüm önerileri getiriyor ve deneysel çalışmalarda bulunuyorlar. Tabii bir de karşı görüş var, bireyin içinden geldiği gibi yaşayıp toplumsal baskıyı aşması gerektiği iddiası. Wilhelm Reich ile Anna Freud arasında sürüp giden bir kavga. Belgesel, her iki görüşün takipçilerinin 20. yüzyıl sonlarına gelinceye kadar yürüttükleri çalışmaları anlatarak devam edip son buluyor; dört bölümlük bir eser. Kimi konuşmacıların da belirttiği gibi, her iki durumda da olan şu: Şirketler ve hükümetler, gücü ellerinde bulundurup iktidarlarını sürdürmeye devam ediyorlar.
Sözü uzattığımın farkındayım; ancak sohbet sona ermeden değinmek istediğim bir konu daha var. Belgeselde ABD (ve kısmen İngiltere) tarafında yaşananların izi sürülüyor, dolayısıyla kapitalist kamptaki gelişmelerden haberdar oluyoruz; oysa bir de Sovyetler Birliği’ndeki “reel sosyalizm”in penceresinden konunun nasıl göründüğüne bakmak gerek. Her ne kadar parti ve devlet nezdinde psikanaliz, burjuva dünyanın ürünü olarak ele alınsa da, Sovyetler içerisinde psikolojiye katkıları olan, Freud’un çalışmalarını yakından takip edip geliştirmeye çalışan iki isim var: Vigotski ve Luria. Dileyenler, Norman Elrod’un bir incelemesini okuyarak araştırmaya başlayabilirler. (4)
MT: Güzel sohbet oldu… Daha başka kim gelip geçmiş bu şehrin kahvelerinden, onları da konuşmalı.
MN: Viyana ve psikoloji demişken, mesele Freud ile bitmiyor tabii. Bir sonraki buluşmamızın kahramanı, matematikçi Kurt Gödel olsun…
MT: Görüşmek üzere diyelim o zaman…
Kaynaklar
1) http://www.edebiyathaber.net/michael-haneke-kelimeler-tehlikelidir-onlara-guvenmem/
2) Eric Kandel, The Age of Insight, Random House, 2012.
3) Robert Bocock, Sigmund Freud, Routledge, Revised Edition: 2002 (ilk basım 1983).
4) http://www.cafrande.org/?p=48462