Yeni rejimin ve Sünni-Ulus projesinin en büyük krizine tanıklık ediyoruz. Yeni rejimi kuran güçler, yani AKP ve Cemaat, kendi aralarında çok ciddi bir iktidar mücadelesine t u tuşmuş durumda. Bu ise yeni rejimin esas sahibinin kim olacağına dair bir kavga anlamına geliyor. Rejimin krizinin derinleşmesi de, bir restorasyonla krizi ertelemeyi başarması da muhtemel. Bizim için önemli olan ise denkleme başka bir faktörün, yaniyeni bir Haziran’ın eklenip eklenmeyeceği. Bir ihtimal daha var: O da halkın kendisözünü söyleyerek yeni rejimi ve Sünni-Ulus projesini tarihin çöplüğüne yollaması
1) Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı eliyle yeni bir rejim inşa edilmektedir.
AKP iktidarı ile kastettiğimiz aslında AKP ile Gülen Cemaatinin 17 Aralık 2013 tarihi itibariyle sona eren gayri resmi koalisyonudur. Türkiye’de siyasal İslam’ın partili geleneği olan Milli Görüş çizgisinden gelen ve merkez sağın siyaset sahnesinden çekilirken bıraktığı boşluğu dolduran AKP’yle, Milli Görüş’le her zaman belli bir mesafeyi korumuş olan Gülen Cemaati özellikle 2007’den itibaren bir koalisyon hükümeti gibi davranmaya başlamış, yaklaşık altı yıl boyunca Türkiye’yi birlikte yönetmişlerdir. Dolayısıyla “iktidar” derken bir AKP-C koalisyonundan söz etmek mümkün hale gelmektedir. Parti, sendika, dernek, vakıf vs. olmayan bir illegal tarikat yapılanmasının iktidar ortağı olarak Türkiye siyasetinin en önemli aktörlerinden biri haline gelmesi yeni rejimin alametifarikalarından biri olarak mutlaka not edilmelidir.
Yeni bir rejim inşasından söz ederken kastettiğimiz bir anayasa değişikliğiyle, örneğin parlamenter sistemden başkanlık sistemine ya da resmen bir diktatörlüğe/tek parti rejimine geçiş değildir. Eğer rejimi sadece anayasal düzlemde, yani biçimsel olarak tanımlarsak, elbette ki Türkiye’de bir rejim değişikliğinden söz etmemiz mümkün olmayacaktır; çünkü anayasal, dolayısıyla teorik olarak parlamenter rejim varlığını hâlâ devam ettirmektedir. AKP, anayasayı değiştirmek ve parlamenter rejim yerine başkanlık esasına dayalı bir rejimi getirmek için yoğun bir çaba göstermiş, ancak nesnellik buna izin vermemiştir; dolayısıyla, bu anlamda ama sadece bu anlamda-Türkiye’de bir rejim değişikliğinden söz etmek mümkün değildir.
Peki o halde “yeni bir rejim inşası”ndan söz etmek ne demektir? Öncelikle rejimle kastettiğimizin ne olduğunu açıklığa kavuşturalım. Bir siyasal rejim, egemenliğin kaynağının ne olduğuna, egemenliğin kim tarafından ve nasıl kullanıldığına, erkin devlet aygıtı içerisinde nasıl dağıtıldığına, devletle yurttaş arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğuna dair bütünlüklü bir yapıya işaret eder. Bununla birlikte her siyasal rejimin bir devlet, toplum, egemenlik ve yurttaş tasavvuru vardır ve bu tasavvuru rejimin kurucu paradigması, kurucu felsefesi belirler. Dolayısıyla rejimleri sadece anayasa metinlerine bakarak tarif ve tahlil edemeyiz. Her rejim toplumsal ve sınıfsal mücadeleler neticesinde tarihsel olarak ortaya çıkar ve belli bir küresel konjonktüre göre şekillenir. Tüm bu mücadeleler, tarihsellik ve konjonktür ise bize o rejimin ana karakteristiğini verir. O karakteristik aynı zamanda siyasal, toplumsal ve kamusal olanın nasıl kurulduğunu, nasıl inşa edildiğini de belirler.
1923 Türkiye’si ya da aynı anlama gelmek üzere Birinci Cumhuriyet, 28 Ekim akşamı Mustafa Kemal’in birdenbire aklına esivererek “yarın Cumhuriyeti ilan ediyoruz” demesiyle kurulmamıştır elbette. Cumhuriyetin kökenleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıldan itibaren içerisine girdiği ve birbirine koşut olarak ilerleyen yarı-sömürgeleşme ve modernleşme sürecinde aranmalıdır. Bir yandan ülkenin iktisadi ve siyasi açıdan emperyalizme bağımlı hale gelişi ve feodaliteden kapitalizme doğru yaşanan dönüşüm, bir yandan milliyetçilik hareketleriyle birlikte başlayan dağılma süreci, bunlara yanıt olarak ise Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışı, dinin ilerlemenin önündeki en büyük engel olduğuna dair düşünceden hareketle başlayan laikleşme ve sekülerleşme süreci gibi faktörlerin hepsi bir arada Cumhuriyete giden yolun yapıtaşlarını oluşturur.
Bu açıdan 1908 devrimi ile 1923 devrimi Türkiye’nin burjuva devrimi olma anlamında bir süreklilik arz ederler. Kapitalizmle geç tanışmış feodal, monarşik, teokratik ve yarı-sömürge bir ülkenin burjuva devrimidir elbette bu ve büyük ölçüde “tepeden” bir karakter ta-şır. Modern anlamda sınıfların ortaya çıkışına izin vermeyen böylesi bir toplumsal formasyonda devrime damgasını vuran ise sermaye sahibi olma anlamında burjuvazi değil, kapitalistleşme ve modernleşmenin ülkeyi kurtarmak için tek yol olduğunu düşünen askeri-sivil bürokrasiyle entelijansiya olacaktır elbette.
1908 devrimi, “devrimlerin yarattığı domino etkisi”ne uygun bir şekilde, Meksika, İran ve Rus burjuva devrimleriyle aynı tarihselliğin bir ürünü olarak ortaya çıkar ve mutlakıyetçiliğe karşı meşrutiyeti savunur; 1923’ü ise 1917 Ekim devriminden bağımsız bir şekilde değerlendirmek ve Cumhuriyet fikrinin hâkim oluşundan ayırarak anlamak mümkün değildir. Cumhuriyet, kimi kurum ve kadrolar açısından Osmanlı’nın devamı olarak görülebilecekse de süreklilik ilişkisi yalnızca ve yalnızca bundan ibarettir, odaklanılması gereken yer ise elbette ki üretim ilişkileri ve zihniyet dünyası bağlamındaki radikal kopuştur. Kopuş, bu bağlamda feodalizmden kapitalizme, teokrasiden laikliğe ve monarşiden cumhuriyete geçiş anlamına gelir. 1923, egemenliği saraydan ve dolayısıyla gökyüzünden alıp millete/ ulusa verir, yani yeryüzüne indirir.
1923’ün temel paradigması tam da bu olarak görülmelidir: Egemenliğin kaynağının ve kullanım biçiminin değişmesi. Bu, aynı zamanda bir ulus ve ulus-devlet inşası anlamına geldiği gibi tebaadan yurttaşa geçişe de işaret eder. İşaret ettiği başka bir şey ise vahyin yerini aklın ve bilimin almasıdır, bu açıdan 1923 bir aydınlanma devrimi olarak da görülmelidir elbette. Dolayısıyla 1923’ün yani Birinci Cumhuriyet rejiminin paradigması ve siyasal tasavvurunun, egemenlikle ulusun özdeşleştirilmesi, ulusal bir devlet/ekonomi modelinin kurulması ve aydınlanma felsefesi olduğunu söylemek mümkün görünmektedir. (1)
İşte rejim değişikliği derken kastettiğimiz tam da bu paradigma ve tasavvurun değişimidir; rejim, biçimsel düzeydeki birtakım değişikliklerle birlikte, esas olarak “içerik” düzeyinde değişmektedir. Yani söz konusu olan, basitçe bir anayasa değişikliği ya da parlamentarizmden başkanlığa doğru bir dönüşüm değil; toplumsal/siyasal/kamusal olanı inşa eden ve devletle birey arasındaki ilişkiyi belirleyen kurucu felsefenin değişmesidir. Tam da bu nedenle Türkiye’de rejim, AKP iktidarı (ve Gülen Cemaati) eliyle değiştirilmekte, yeni bir rejim inşa edilmektedir dememiz olanaklı hale gelmektedir.
2) Yeni rejim neoliberalizmle İslam’ın otoriter bir zihniyet, fiili bir tek parti ve tek adam rejimi altında bir araya gelmesi anlamına gelmektedir.
AKP, açıkça neoliberal ekonomi modelini savunan, ona uygun politikalar geliştiren, bu anlamıyla da 24 Ocak kararlarının ve 12 Eylül darbesinin devamı olan bir partidir. Onu farklı kılan ise neoliberalizmle İslam’ı sentezlemeye çalışmasıdır. İktisadi yaşamın neoliberal ilkeler doğrultusunda belirlenmesine paralel olarak bunların yoksullaştırıcı etkileri İslam’ın tevekkül anlayışı ve aynı zamanda, hayırseverlik mekanizmaları üzerinden hafifletilmeye çalışılmaktadır. Benzer şekilde, emek rejimi/çalışma hayatı da yine İslami bir anlayışla, “aynı camiye gidip aynı namazda saf tutan patron ve işçi arasında sınıf çatışması yoktur/olmayacaktır” düşüncesinden hareketle ve sınıf çatışmalarını minimize edecek bir İslami solidarizm anlayışıyla düzenlenmektedir. Yine de şunu unutmamak gerekir: İslam’ı, yeni rejimi inşa eden güçler açısından yalnızca neoliberalizmin sürekliliğini sağlamak adına kullanılan bir araç olarak görme tuzağına düşmek büyük hata olur. Böylesi bir araçsallığın ötesinde, söz konusu güçler için İslam esas olarak dünyayı algılamanın ve ona nizam vermenin, “manalı” bir hayat yaşamının ve ölümden sonraki sonsuz hayatla ödüllendirilmenin yegâne unsuru olmak gibi bir nitelik taşımaktadır ve bu niteliğiyle de bir weltanschauung/ dünya görüşüdür.
Neoliberalizmle İslam’ı sentezleyen yeni rejim otoriterdir. Kâğıt ü-zerinde demokrasiyi savunur ancak bu demokrasideki demos hak sahibi ve o hakları için mücadele eden aktif özne yani yurttaş değil, kendisi için en doğruyu bilen partiyi/önderi seçimden seçime sandığa giderek onaylayan ve kendisine bahşedilen haklarla yetinen pasif öznedir.
İktidar partisine oy verdiği sürece “milli irade” olarak adlandırılan bu özne iktidarın hikmetinden sual edemez ve bu nedenle de yurttaştan çok tebaayı andırır.
Söz konusu pasif özne, söylemsel düzeyde merkeze karşı çevre, modernleştirici elitlere karşı halk kitleleri, seküler egemen sınıflara karşı muhafazakâr/mütedeyyin yoksullar gibi ikilikler üzerinden inşa edilir. (2) Yeni rejimin kurucu unsuru AKP ise bu kitleleri temsil eder ve onlar adına konuşur, Türkiye liberalizminin ve muhafazakârlığının o çok sevdiği kavramı kullanacak olursak, yeni rejim temsil edilemeyenleri siyasal alanda temsil etme ve onlar adına konuşma iddiasıyla vesayetçiliği muhafazakâr bir düzlemde yeniden üretir. Bu sefer konuşanlar ve yönetenler muhafazakâr elitlerdir, temel fark ise bu elitlerin kendilerini elit olarak sunmaktan ısrarla kaçınırken en iyisini bilme iddiasını tekellerinde bulundurmaya devam etmeyi arzuluyor oluşlarıdır.
Yeni rejim “milli irade” dışında saydığı ve “öteki” olarak gördüğü kesimlere karşı gösterdiği “hoşgörü”yle de otoriterdir. Milli iradenin ya da aynı anlama gelmek üzere, ilerleyen satırlarda daha ayrıntılı bir şekilde üzerinde duracağımız şekilde Sünni-Ulusun dışında bırakılanlar, anayasal düzlemde eşit haklara sahip yurttaşlar olmanın ötesinde, fiilen tahammül edilmesi, “hoşgörülmesi” gereken ötekiler, marjinaller, azınlıklar ve bunların da ötesinde “iç düşman” kategorisine dahil edilirler. Hoşgörü ve tahammülle şiddet kontrol ve cezalandırma pratikleri arasındaki mesafe ise sanıldığından çok daha kısadır.
Yeni rejim fiili bir tek adam ve tek parti rejimidir; tek adam Recep Tayyip Erdoğan, tek parti ise Adalet ve Kalkınma Partisi’dir. Anayasa değişikliklerinden en ufak bir bürokrat atamasına kadar Erdoğan tarafından kontrol edilmek istenen ve devletle hükümet/parti arasındaki açının neredeyse tamamen ortadan kalktığı bir rejimdir karşımızdaki. Bu açıdan bakıldığında parti/devlet özdeşleşmesinin 30’lar ve 40’lar Türkiye’sine hiç olmadığı kadar yakınsandığı söylenebilir. Örneğin, resmen olarak değilse de gayri resmi olarak valiler AKP’nin il başkanları gibi görev yapmakta, parti çıkarları doğrultusunda çalış- makta, parti-devletinin bürokratları olarak iş görmektedirler. (3)
Benzer bir şekilde, neoliberalizmin doğasına uygun olan kuvvetler ayrılığı ilkesinin aşındırılması ve yürütmenin güçlendirilmesi yeni rejimde bunun “aşırı” bir örneği olarak karşımıza çıkmakta, yasama ve yargı, bütünüyle yürütmenin kontrolü altına alınmak istenmektedir.
AKP ile Cemaat arasındaki kavgada bu bağlamda anlam kazanmaktadır. Yaşanılanı, yürütmeyle yargı arasındaki bir mücadele olarak görmek ya da “yargı bağımsızlığı” gibi bir klişeyle değerlendirmek büyük bir yanılgı olacaktır. Söz konusu olan eski rejim tasfiye edilip yenisinin inşasında son noktaya gelindiğinde, Erdoğan ile Cemaat arasında iktidarın nasıl bölüşüleceğine dair bir kavganın patlak vermesidir. Kuşkusuz AKP-Cemaat kavgasının uluslararası bir boyutu da vardır ama, yeni rejim bağlamında bir değerlendirme yapıldığında, Erdoğan yeni Türkiye’yi tek başına yönetmek istemekte, Cemaat ise Erdoğan’a “birlikte yönetelim” demektedir. Kavganın söz konusu iktidar paylaşımında en azından yeni bir dengeye kavuşulana kadar süreceğini söylemek ise çok yanlış olmayacaktır.
3) AKP eliyle inşa edilen yeni rejimin temel paradigması İslam’dır, söyleminin merkezinde İslam bulunmaktadır, toplumsalsiyasal yaşayışın merkezine oturtmak istediği değerler İslami değerlerdir.
Birinci Cumhuriyet için din, gerekliliği kabul edilmekle birlikte, kamusal alanda kontrol altında tutulması gereken ve özel alanda yaşanması arzulanan bir olgudur. Homojen bir toplum/ulus-millet yaratmak açısından elbette ki önemlidir, ancak hiçbir zaman tahayyül edilen kolektif kimliğin merkezi bir unsuru olarak kabul edilmemiş, ancak bu kimliği oluşturan unsurlardan biri olarak görülmüştür. Oysa yeni rejimin kolektif kimlik tahayyülünün merkezinde çok net bir şekilde İslam ve onun Sünni yorumu bulunmaktadır. Bu, Birinci Cumhuriyetle yeni rejim arasındaki temel farktır. Birinci Cumhuriyet hilafeti kaldırarak ve şeriatı ilga ederek Osmanlı’dan çok büyük bir kopuş gerçekleştirmişse de İslam’ı ve onun Sünni yorumunu, homojen bir toplum yaratma hedefi doğrultusunda ve “medenileştirme” anlayışına uygun olarak araçsallaştırarak benimsemiş; onu kamusal alandan büyük ölçüde dışlamakla birlikte milli kimliğin bir parçası olarak görmüştür. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Sünni İslam’ı devlet dini olarak yeniden üretmek için kurulmuş olduğu gerçeği bu noktada akıldan çıkarılmamalıdır. Benzer bir şekilde Alevilik ve Bektaşilik de, hem toplumun homojenliğini bozacağı düşünüldüğü hem de “medenileşme”nin önünde bir engel olarak görüldüğü için, ancak “dışlayarak kapsama” diye tabir edebileceğimiz bir uygulamaya maruz bırakılmıştır. (4)
Yeni rejim ise dini/Sünni İslam’ı kamusal, siyasal ve toplumsal yaşamın merkezine yerleştirmeyi ve devlet-toplum, devlet-birey ilişkilerinin esas referans kaynağı haline getirmeyi arzulamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, yeni rejimin milli kimlik anlayışında “milli” ve esas belirleyici olanın Türklükten ziyade Müslümanlık olduğu söylenebilir; dolayısıyla ortada bir Türk milliyetçiliği değil de Türklüğü de kapsayan bir Müslüman milliyetçiliğinin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
İslam’ın siyasal/toplumsal/kamusal olanın belirleyicisi haline gelişi elbette ki hiçbir zaman anayasal/yasal bir statüye kavuşmayacaktır. Yani yeni rejimde şeriat hiçbir zaman, yasa olarak ilan edilmeyecektir. Ancak yeni rejimi kuran güçlerin, zorunlu din derslerinden 4+4+4 uygulamasına, kürtaj tartışmalarından içki satış yasağına dair geniş bir alanda, toplumu İslami bir perspektif doğrultusunda biçimlendirme ve toplumsal yaşayışı da bu kuralların belirleyici olduğu şekilde dönüştürme arzusu kolaylıkla gözlemlenebilmektedir. Bu arzu, az önce belirtildiği üzere hiçbir zaman hukuk kurallarının doğrudan Kuran ve hadislere referansla belirlenmesi veçhesine bürünmeyecektir hiç kuşkusuz ama yeni rejimin kolektif bilinçaltında varlığını sürdürmeye devam edecektir. Bunun en iyi örneklerinden biri, belli saatler arasında içki satışını yasaklayan düzenlemeye ilişkin tartışmalarda Erdoğan’ın –muhtemelen prompterdan okumayarak- doğaçlama bir şekilde kurduğu “iki ayyaşın yaptığı yasa oluyor da Kuran’ın emri niye yasa olmuyor” minvalindeki cümledir. İki ayyaş derken kastedilenin kimler olduğu da, toplumsal yasanın esas referans noktasının neresi olması gerektiği de, Erdoğan’ın Cumhuriyete bakışı da, bilinçaltından fışkıran bu cümleyle net bir şekilde oraya çıkmıştır.
Bu noktada İslam’la egemenliğin kaynağı arasındaki ilişkiye de dikkat çekmemiz gerekmektedir. 1923 Cumhuriyeti açısından egemenliğin kaynağı ulustur. Bu ise egemenliğin padişahın ve yeryüzündeki gölgesi olduğu tanrının elinden alınması ve yeryüzüne, seküler bir varlık olan ulusa sabitlenmesi demektir. Oysa bir sonraki tezde ortaya koyacağımız gibi yeni rejimin ulus tahayyülü, doğrudan İslam’a referansla kurulmaktadır. Yeni rejimde de egemenliğin kaynağı “millet”tir elbette ama millet burada artık seküler niteliği sınırlandırılmış ve esas olarak Sünni Müslümanları işaret eder bir niteliğe kavuşmuştur; yani ulus, Sünni-Ulusa (AKP’nin söyleminde “millet”e) dönüşmüştür. Bu açıdan bakıldığında iktidar partisine oy verenlerin toplamından oluşan milli irade, Müslümanların iradesi anlamına gelmektedir ve seküler değil dinsel bir karakter taşımaktadır; dolayısıyla egemenliğin kaynağı dinselleşmiş, fiilen gökyüzüne iade edilmiştir. Milli irade adına egemenliği kullanan lider de meşruiyetini gökyüzünden almakta, tanrı adına yönetmektedir.
4) Yeni rejim bir “Sünni-Ulus” inşa etmek istemektedir.
“Nation” sözcüğünü Türkçede karşılayan iki sözcük bulunmaktadır; birisi “millet” diğeri ise “ulus”tur bu sözcüklerin ve her ne kadar sözlük anlamı itibariyle eşanlamlı olup birbirlerinin yerine kullanılabilir olsalar da, her ikisi de değer yüklü durumdadır. Değer yüklü derken kastedilen şudur: Konuşurken ya da yazarken bu iki sözcükten hangisini kullanacağınızı belirleyen şey, dünyaya bakışınız ve politik duruşunuzken, dünyaya bakışınızı ve politik duruşunuzu gösteren de bu iki sözcükten hangisini tercih ettiğinizdir.
Biraz daha açacak olursak; millet sözcüğü 1940’lardan beri Türk sağının söyleminin bir parçasıyken, ulus sözcüğü Kemalist ve sol-Kemalist söylemin bir parçasını teşkil eder. Başka bir ayrım ise şöyle yapılabilir; “Atatürkçüler” “millet”ten söz etmeyi tercih ederken, “Kemalistler” ulustan söz etmeyi tercih ederler; yani kavram, Atatürkçü-Kemalist ayrımına da işaret etmektedir. (5)
Bugün gelinen noktada ise “millet” sözcüğü AKP aracılığıyla Türkiye siyasetinin merkezine oturmuş, “milli irade” ile birlikte iktidarın tüm icraatlarını meşrulaştırdığı söylemsel bir araç haline gelmiş durumdadır. İktidarın temel iddiası egemenliğin kaynağının millet olduğu yönündedir; ancak buradaki millet, anayasada tanımlanan ve bütün yurttaşları kapsayan bir hukuki kategoriye de, hak ve özgürlükler üzerine temellenmiş modern yurttaşlık anlayışına da tekabül etmemektedir. Millet artık daha çok Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki “millet sistemi”ne bir tür geri dönüşü ifade eder durumdadır. Bu ise kavramın modern bir olgu olan “cemiyet”i, yani yurttaşlar toplumunu değil; “cemaat”i, yani inançlar toplumunu ve dolayısıyla modern-öncesi bir olguyu işaret etmesi anlamına gelmektedir.
Millet sistemi, çok-etnili, çokdinli ve modern-öncesi bir imparatorluk olan Osmanlı’daki temel toplumsal sistem olarak adlandırılabilir. Toplumsal hiyerarşinin en üstünde “millet-i hâkime” olarak da adlandırılan Sünni Müslümanlar yer alır, daha altta ise “zimmî” statüsünde yer alan, yani vergi ödemeleri karşılığında can ve malları devletin güvencesi altında olan gayrimüslimler vardır. Modern yurttaşlık anlayışından farklı olan bu sistem, Osmanlı tebaasını inanç eksenli kompartımanlara ayırmış ve her millet kendi inançlarının gereklerini yerine getirmede göreli bir otonomiye sahip olmuştur.
Modernleşme, sekülerleşme ve milliyetçilik akımının ortaya çıkışı ile birlikte millet sözcüğündeki dönüşüm de başlar. Örneğin 19. yüzyılda Namık Kemal ilk kez “vatan”dan ve “vatan sevgisi”nden söz etmeye başladığında, bu modern anlamda milliyetçiliğin ortaya çıkışı anlamına gelir. Vatan bir kez ortaya çıktığında ise mutlaka o vatanın “asli” sahibi olanlarla, yani “millet”le bir kavramsal çakışma kaçınılmaz hale gelecektir; dolayısıyla “milliyetçilik, vatan fikriyle millet fikrinin çakışması demektir” de diyebiliriz.
Yeni-Osmanlılardan Jön Türklere ve oradan da İttihat-Terakki’ye uzanan süreçte millet, Müslümanlığın esas damgasını vurduğu, ancak etnik bir içeriği de olan, örneğin ortak dil, tarih ve kültüre de vurgu yapan bir veçheye kavuşmaya başlar, Türklüğün ikincil planda kaldığı bir “Müslüman milliyetçiliği” ortaya çıkmaktadır yani. İmparatorluk milliyetçilik akımlarının etkisiyle sarsılmakta, halklar isyan etmekte, kendini imparatorluğun sahibi olarak gören “millet-i hakime”nin münevverleri de bu süreçte yavaş yavaş milliyetçileşmektedir. Dolayısıyla “devlet nasıl kurtarılır” sorusunun yanıtı artık az çok şekillenmiş durumdadır: Kendi milletini yaratmak, yani din ve etnisite açısından nüfusu olabildiğince homojen olan bir devlet kurmak.
Millet, Mustafa Kemal’in ve Milli Mücadele’yi yürüten kadroların söyleminin de merkezinde yer almaktadır. Milli Mücadele’yi ilan eden metin olduğunu söyleyebileceğimiz Amasya Tamimi’nde “milletin bağımsızlığını yine milletin kendisinin azmi ve kararlılığı kurtaracaktır” denilmektedir. Milli egemenliğe gönderme yapan bu ilk metinden kısa bir süre sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi açılacak ve 1921 Anayasası’nın 1. Maddesinde “hâkimiyet bilakaydü şart milletindir” ifadesine yer verilecektir. Cumhuriyetin ilanından sonra millet, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” şeklinde tanımlanacaktır. Özellikle 1920’lerin ortasından itibaren ise millet, merkezinde dinin/İslamiyet’in bulunduğu bir kavram olmaktan çıkacak ve giderek seküler bir karakter kazanarak soy, dil ve vatan gibi ortaklıklar üzerinden tarif edilir hale gelecektir. Bu süreçte din, milli kimliğin bütünüyle dışına atılmaz; ancak hiyerarşik sıralamada Türklüğün altına yerleştirilir.
Millet sözcüğü, 1930’lardan itibaren “öztürkçecilik” akımına uygun bir şekilde “ulus”a dönüştürülür; artık “Türk milleti” değil, “Türk ulusu” denilecektir. Zamanla terim, tek parti döneminin yenilikçi-radikal kadrolarıyla, gelenekçi-muhafazakâr kadroları arasındaki farklılaşmaya da işaret eder hale gelir. İkinci Dünya Savaşı bitip çok partili hayata geçildiğinde ve Demokrat Parti kurulduğunda ise kullanımı iyice netleşir. Millet, Türk sağının söyleminin kurucu ve merkezi kavramlarından biri konumundadır artık.
DP’nin 1950 seçimlerinde kullandığı “yeter söz milletindir” sloganı, yakın Türkiye tarihini anlamanın anahtarı niteliğindedir adeta. Slogan şunu söylemektedir: “Cumhuriyetin kuruluşundan beri, hatta belki 1908’den, yani İttihatçıların iktidara gelişinden beri millet iktidarda değildir; iktidardakiler milleti, milletin değerlerini ve kutsallarını temsil etmemektedir. (6) Batıcı, elitist, vesayetçi, laik, jakoben bir zümre iktidarı ele geçirmiş durumdadır ve yıllardır millete zulmetmektedir.” İşte DP’nin iktidara gelişi, milletin ve değerlerinin yeniden iktidar olması, milletin yeniden iktidara gelmesi demektir. Artık Batıcılar, vesayetçiler, elitler değil bizzat milletin temsilcileri iktidarda olacaktır.
DP iktidarının “milletin sözü”nü ne kadar iktidara taşıdığı ortada olmasına rağmen, Türkiye’de sosyal bilimlerin temel paradigmasının yıllardır bu sloganca belirleniyor oluşu, üzerine düşünülmesi gereken bir meseledir. Şerif Mardin’in “merkez-çevre” yaklaşımından İdris Küçükömer’in “Düzenin Yabancılaşması”na, Kemal Tahir’den Türk -İslam sentezcilere ve oradan da Birikim çevresine uzanan bir genişlikte, yakın Türkiye tarihi tam da böyle okunmaktadır. Bir tarafta yabancılaşan bir düzen, bir merkez, Batıcılar, vesayetçiler, bürokratik elitler, jakobenler vardır; diğer tarafta ise mütedeyyin halk kitleleri yani millet ve onun siyasi temsilcileri, yani esas itibariyle merkez sağ partiler bulunmaktadır.
Bu paradigmanın AKP iktidarında aldığı hal ise özetle şöyledir: Türkiye’de 80 yıldır kesintisiz devam eden Kemalist bir rejim vardır. Bu yabancılaşmış rejim Türkiye’yi ait olduğu İslam medeniyetinden koparıp Batı medeniyetine iltihak ettirmeye çalışmıştır. Bunun neticesindeyse millete, milletin olmayan değerler empoze edilmeye çalışılmış, büyük baskılar, zulümler yapılmış, ve devlet nihayetinde millete ait olmaktan çıkmıştır. O halde yapılması gereken nedir? Yapılması gereken bir kez daha “yeter söz milletindir” demektir. Bunu diyenler, yani Menderes ve Özal, “millet düşmanları” tarafından öldürülmüşlerse de, aynısı bir daha yaşanmayacak, devlet ve millet yeniden birbirine kavuşacaktır: Millete ait olan bir devlet ve devletle özdeşleşen bir millet.
Burada millet, anayasal olarak tanımlanmış bir varlık değildir; hukuki olarak değil fiili olarak mevcuttur, öyle var olur ve öyle inşa edilir. Milleti teşkil edenler, her şeyden önce Müslüman ve Sünni’dir, hemen sonrasında Türklük gelir, Türklüğü muhafazakâr-milliyetçi olmak takip eder ve şüphesiz ki bunların hepsiyle birlikte aynı zamanda erkek olmak gerekir. Milli irade millette cisimleşir, dolayısıyla iktidarın icraatlarının meşruluğunun kaynağı da odur; sadece bu değil, çoğunluğu oluşturduğu ve demokrasi sandıkla özdeşleştirildiği için, iktidarın demokratlığının kaynağı ve garantisi de yine millettir.
5) Sünni-Ulus inşasına bir tarih yazımı ve mit yaratımı süreci eşlik etmektedir.
Ulus inşasından söz etmek, inşa edilmekte olan ulusa dair bir tarih yazımına girişmekten de söz etmek anlamına gelir. Çünkü bugün her zaman geçmişte kurulur ve kendisini her zaman tarihe atıfla var eder. Bugün nasıl yaşanacağına, ne olunacağına, neyin iyi ve neyi kötü olarak adlandırılacağına dair yapılan her tercih, geçmişin nasıl kurgulanacağına dair de bir tercihtir dolayısıyla. Yeni bir ulus inşa etmek, tarihi yeniden yazmak değildir sadece; o yeniden yazılan tarihten, bugüne ve bugün mevcut olanın meşrulaştırılmasına hizmet edeceği düşünüleni çekip almak ve bugüne taşımaktır. Hangi günler önemli kılınacak, hangi günler devlet töreniyle ve elbette ki ulusun da katılımıyla kutlanacak ya da anılacak, hangi ölülerin yası tutulacak vs. Yeni ulus inşası bu soruların yanıtlanmasıdır da aynı zamanda.
Tarih yeniden yazılırken bir de “gelenek icadı” işine girişilecektir demek ki; yüzlerce yılın birikiminden süzülüp gelenin yetersiz kaldığı ya da uygun olmadığı düşünüldüğünde, inşa sürecine icat sürecinin de eşlik etmesi kaçınılmazdır çünkü. Ancak tarihin yeniden yazımı ve gelenek icadına eklenmesi gereken üçüncü bir şey daha vardır: Mitleştirme/mit yaratımı. Kimi olayların ve kişilerin mitleştirilmesi, uhrevi bir karaktere büründürülmesi, dünya-tarihsel bir öneme sahip olduklarının gösterilmesi ve ulusun kaderi açısından oynadıkları rolün ortaya konulması, yeni rejim ve yeni ulus inşası sürecinde bir zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır.
Bu yeni rejim ve ulus inşa sürecinin tarih yazımına dair bir literatü- rün şekillenmeye başladığı rahatlıkla gözlemlenebilmektedir artık. Gazete köşelerinde, üniversite tezlerinde ve elbette ki siyasi davaların iddianamelerinde üretilen ve kamusal dolaşıma sokulan yeni bir tarih anlatısıdır karşımızdaki. Söz konusu literatürün ise birtakım anahtar kavramları vardır: “Merkez-çevre, elitler-mütedeyyinler, ceberut devlet, darbeci zihniyet, jakoben, dindarların demokratlığı, solcuların darbeciliği, tek parti zihniyeti, milli irade, sandık vs.” Bu yeni resmi tarih yazımı çabasına, gelenek icadı ve mit yaratımı da eklenmiş durumdadır bir süredir. En son Malazgirt Savaşı anması örneğinde görülebileceği üzere yeni rejim, bir yandan 1923 Cumhuriyeti’nin milli bayramlarını ve önemli günlerini yavaş yavaş kutlanır günler olmaktan çıkarıp önemsizleştirirken, öte yandan kendine uygun yeni önemli günler gündeme getirmekte, yani gelenek icadına girişmektedir.
Yeni rejimin gelenek icadına örnek teşkil edecek “önemli gün ve haftalar”dan ilk akla gelenleri şöyle sıralayabiliriz: Demokrat Parti döneminden miras alınan “Fetih Kutlamaları”, 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezinden kalma “Kutlu Doğum Haftası”, 2000’lerin başından itibaren gündeme gelen “Çanakkale Zaferi” ve “Sarıkamış Faciası”, son olarak ise Alpaslan isimli 1071 gencin Malazgirt Ovası’na götürülmesiyle ve “Anadolu’nun anahtarı”nın Suat Kılıç’a teslim edilmesiyle gündeme gelen “Malazgirt” anmaları.
Birinci Cumhuriyet’in seküler, “kızlı-erkekli” icra edilen, modernist bir militarizmi sergileyen ve seküler ulusal kimliği kutsayıp yeniden üreten törenlerinin aksine, bu anmalarda esas olarak din öne çıkarılmakta ve dine raptedilmiş bir milliyetçiliğin belirleyici olduğu görülmekte, milliyetçilikle tahkim edilmiş bir din Sünni-Ulusun harcı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kutlu Doğum Haftası hariç hepsi elbette ki militarist içeriklidir ama bu militarizmin belirleyicisi moderniteye değil de modernite öncesi dönemlere ait kavramlar olan fetih ya da cihattır. Yine hepsi, Kutlu Doğum hariç, Selçuklu’ya ve Osmanlı’ya işaret ederek imparatorluk mirasına, “geçmişin görkemli günleri”ne gönderme yapmakta ve dolayısıyla toplumun emperyal arzularını manipüle etmeyi amaçlamaktadır.
Dolayısıyla “gelenek icadı” bugün yaratılmak istenene uygun bir şekilde gerçekleşmektedir denilebilir: SünniUlus inşasına ve yeni-Osmanlıcı dış politikaya uygun günler tarihten çekip alınmakta ve daha düne kadar herhangi bir anmanın ya da kutlamanın nesnesi değilken, bugün anılır ve kutlanır hale gelmektedirler.
Mit yaratımına gelince, elbette ki burada da Sünni-Ulus’un kaderini belirleyen tarihsel figürler olarak liderlerin ön plana çıkarılması söz konusu olmaktadır. Şii Ekseni’ne karşı bir Sünni Blok’un dış politikanın merkezinde olduğu bir dönemde, İran’la savaşmış ve Alevi katili bir padişahın adının üçüncü köprüye verilip yeniden gündeme getirilmesi tesadüf değildir. Ancak esas mesele yakın tarihle ilgilidir. Bu bağlamda, geçmiş yıllarda “demokrasinin yıldızları” olarak afişlerdeki yerini alan “Menderes-Özal-Erdoğan” üç- lüsünün, Haziran Direnişi’yle birlikte “astınız-zehirlediniz-yedirmeyiz” denilerek gündeme getirilişine odaklanabiliriz.
Burada, yeni rejimin tarih yazımına uygun bir şekilde, vesayete karşı demokrasiyi, askere karşı sivili, merkeze karşı çevreyi, jakobenizme karşı dindarları temsil eden Menderes ve Özal’dan Erdoğan’a uzanan bir politik/ideolojik soykütüğü inşa edilmekte ve buna uygun bir mit yaratımına girişilmektedir. Bu mit yaratımında Menderes de Özal da demokrasi ve “büyük Türkiye” idealleri uğruna karanlık odaklarla, vesayetçilerle, derin devletle mücadele etmişler; ancak yenilmişler ve ilki asılarak, ikincisiyse zehirlenerek öldürülmüştür.. Benzer bir plan şimdi Erdoğan için de devrededir ve örneğin Gezi olayları aslında dış mihrakların ve onların içerideki işbirlikçilerinin büyük Türkiye korkusunun bir yansıması olarak sahneye konulmuştur. Bu nedenle de Menderes ve Özal’da yapılan hata burada tekrarlanmayacak, demokrasi, milli irade ve büyük Türkiye idealini şahsında somutlaştıran Erdoğan’a sahip çıkılarak “yenilmesine” izin verilmeyecektir. Mit yaratımının burada ikili bir işlevi olduğu görülmektedir: Hem geçmişe yönelik yeni bir tarih kurgusu ortaya konulmakta ve böylelikle Sünni-Ulusa dair bir tarih bilincinin şekillenmesine hizmet edilmekte, hem de halen yaşayan bir politik figür kültleştirilmekte, ona bir tür kutsiyet atfedilmekte ve böylelikle söz konusu figürün iktidarına bir meşruiyet sağlanmaktadır.
6) Sünni-Ulus’un dışında bırakılan, ötekileştirilen ve düşmanlaştırılan geniş birkesim bulunmaktadır.
İktidarın “biz”ini teşkil eden millet/Sünni-Ulus yeni rejimin “makbul vatandaş”ına tekabül etmektedir. Makbul vatandaş kategorisine dahil edil(e)meyenler ya da dahil olmayı reddedenler ise “iç düşman” kategorisine yerleştirilmekte ve “gayri milli irade” olarak kodlanmaktadırlar. Muhalif sosyalistlerden, Alevilerden, Kemalistlerden, Kürtlerden müteşekkil bir “iç düşman”dır bu ve iç düşmana yönelik en temel eleştiri vatan hainliği, gayri millilik ve dış güçlerin hizmetinde olmak üçgeninde şekillenmektedir. Ortada bir “millet” ve bir de ona ait olan “vatan” vardır; ezan-bayrak-Kuran kutsal üçlemesi üzerinden metaforize edilen, metafizik bir kutsallaştırmayla anılan, “bir çakıl taşı bile vermeyiz” hamasetiyle savunulan bir vatandır söz konusu olan. Bu metaforun, kutsallaştırmanın ve hamasetin dışında kalan herkes ise vatan hainidir. Gezi/Haziran Direnişi ise yeni rejim açısından, gayri milli iradenin kristalize olduğu, dolayısıyla “vatan hainliği”nin somutlaştığı tarihsel an ve kırılma noktasıdır. Kutsala saygı- sı olmayan, kozmopolit, soysuzlaşmış ve ahlaksız Gezici figürünün iç düşman kategorisinde inşasının tam da bu ihanet hali üzerinden şekillendiğini söyleyebiliriz.
Vatan haini iç düşman figürünün inşası kuşkusuz söylemsel bir inşadır; bu figür, basın açıklamalarıyla, köşe yazılarıyla, röportajlarla, miting ve toplantılardaki konuşmalarla inşa edilir; bu inşa sürecinde iç düşman sözcükler aracılığıyla iğrençleştirilir ve şeytanileştirilir. Bu, “biz”e karşı inşa edilen “öteki”yi, yani düşmanı insan olmaktan çıkarıp öldürülebilir bir figüre, böceğe, yılana, fareye ya da toplumsal bünyeyi bozan ve üstesinden gelinmesi gereken bir virüse dönüştürür. Böylece “öteki”, hukuki hakları olan bir insan/yurttaş olmaktan çıkarılarak iktidarın şiddetinin doğrudan yöneldiği ve yasanın korumadığı bir varlık haline gelir. İğrençleştirme ve şeytanlaştırma “biz”i korku ve kaygı aracılığıyla bir arada tutar aynı zamanda: Kutsala saldırıp toplumsal huzuru ve sağlığı bozan iğrenç ve şeytani bir figür olarak iç düşmana karşı saflar daha da sıklaştırılmalı, aynı zamanda ona karşı milletin ve devletin müdafaası adına mücadele eden liderin etrafında sorgusuz sualsiz biat halinin belirlediği bir kenetlenme yaratılmalıdır.
Gezi/Haziran Direnişinde somutlaşan gayri milli iradenin temsilcisi iç düşmanın, yani Gezici/Direnişçi figürünün iğrençleştirme ve şeytanileştirme sürecine üç örnek üzerinden biraz daha yakından bakabiliriz bu aşamada: Birincisi Dolmabahçe’deki Bezmialem Camii’nde yaşananlar, ikincisi “Kabataş Saldırısı” ve üçüncüsü Beyaz TV’deki “Gezicilerin kaçırdığı çocuğun” çıkarıldığı program. “Cami’ye ayakkabılarıyla, kızlı erkekli girdiler, içki içtiler, seviştiler.” Bu, Bezmialem Camii’nde yaşandığı iddia edilenlerin bir özeti ve iğrençleştirme/şeytanlaştırma söyleminin muhteşem bir örneğidir. Her şeyden önce ortada bir cami vardır; yani halkın büyük bir bölümünün ve kendisini o büyük bölümün temsilcisi olarak gören muhafazakâr iktidarın kutsal addettiği bir ibadet mekânı. Sadece bu da değil, cami “ezan susmaz”la sembolize edilen vatanın somutlaştığı yerdir ve buraya ayakkabılarla girmek baş- lı başına bir saygısızlıktır her şeyden önce. Ayrıca cami aynı zamanda bir erkek mekânıdır ve oraya kızlı-erkekli girmek mekânsal bir ihlal anlamına gelmektedir. Sevişmek ise şeytanlaştırma mantığının uç noktasıdır: Ancak hastalıklı bir hayal gücünün ürünü olabilecek bir fantezinin, yani camide sevişmenin, üstelik grup seks yaparak sevişmenin, muhafazakâr yığınların algı dünyasını sarsacak, altüst edecek ve onların Gezici figürüne sonsuz bir kin duymalarını sağlayacak şekilde gündeme getirilmesidir.
Şeytanlaştırmaya eşlik eden iğrençleştirmede keşfedilen eylem ise “işemek”tir. Önce Erdoğan eylemcilerin Gezi Parkı’nın her tarafında işediğini ve parkın sidik koktuğunu söylemiş; daha sonra ise Bekir Bozdağ Bezmialem Camii imamının sürgün edilmesine dair soruları yanıtlarken, “eylemciler camiye idrar dolu torbalar bıraktılar” diyebilmiştir. Bunları önceleyen ise “Kabataş Saldırısı” olarak anılan “hayali” hadisedir. Saldırı hayalidir ve üstelik berbat bir hayal gücünün ürünüdür. Senaryoya göre çocuklu ve başörtülü bir kadın (muhafazakâr algı için kutsal ikili!) Geziciler tarafından Kabataş İskelesi’nde saldırıya uğramış ve dövülmüştür. Saldırganların belden yukarıları çıplaktır, kafalarında renkli bantlar, ellerinde ise eldivenler vardır. Başörtülü anneye bebeğinin gözleri önünde saldırıp dövmüşler, sonra da üzerine işemişlerdir. Görünüm itibariyle şeytanileştirilmiş eylemciler ve yaptıkları iğrenç eylemin bütünleşmesi: Dövdükleri kadının üzerine işemek! Yine ortalama muhafazakâr aklı dehşete düşürecek, karşısındaki iğrenç şeytana karşı safları sıklaştırmaya ve lidere biat etmeye hizmet edecek, aynı zamanda Gezicileri insan olmaktan çıkararak taşlanması gereken iğrenç şeytanlara dönüştürecek bir anlatı vardır karşımızda. Söz konusu anlatı başörtülü bir kadını dövüp üzerine işeyen ve Müslümanların kutsal mekânı olan camiye idrar torbaları bırakan, din, kutsiyet, devlet, millet, vatan düşmanı, şeytanın hizmetkârı, ahlâksız, soysuz bir güruh şeklinde tarif etmekte ve bu iğrençleştiren/ şeytanlaştıran tarif üzerinden yaratmaktadır “iç düşman olarak Gezici” imgesini.
Üçüncü örnek, iğrençleştirme ve şeytanileştirmenin en “kitsch”, en pespaye, en sefil örneğidir. Tüm bu saydıklarımın beden bulmuş hali olan Rasim Ozan Kütahyalı’nın, kendisinin belediye başkanı versiyonunun oğlunun kanalında sergilediği bir parodidir söz konusu olan; gariban bir aileye üç kuruş para vererek düzenlenmiş, insan aklına, onuruna, haysiyetine hakaret etmek maksatlı bir mizansendir. 13 yaşlarında bir çocuğu ekrana çıkarabilmiş, “Geziciler kedi kesiyor, kedi kanı içiyorlar” dedirtebilmişlerdir. Şeytanileştirmenin bir teşbih, bir benzetme olmaktan çıktığı ve sözcüğün gerçek anlamını ifade eder hale geldiği andır bu. Böylelikle iç düşman olarak Gezici figürüne satanist, yani şeytana tapan mührü de vurulmuş olmaktadır. Şeytani değil, doğrudan şeytanın hizmetinde olan, ona tapan bir figür vardır artık karşımızda.
Gariban bir ailenin zavallılığı, Kütahyalı’nın sesi ve görüntüsü, akıl, haysiyet ve onur düşmanlığı, ortalığı kesif bir kokuya boğarak televizyon kanalizasyonundan evlerin odalarına akmaktadır. İşemeyle, kedi kesmeyle, camide grup seksle dolu hastalıklı bir fantezi dünyası, iktidar hırsıyla, para kazanma tutkusuyla birleşmekte, muhafazakâr yığınları korku ve kaygıyla “biz” olarak bir arada tutma ve liderin etrafında kenetleme hedefinin bir parçası olarak dolaşıma sokulmaktadır.
Üç örnek üzerinden ortaya koymaya çalıştığım tüm bu iğrençleştirme ve şeytanileştirme söyleminin iç düşmanın maruz kaldığı devlet şiddetini meşrulaştırmaya nasıl hizmet ettiği ise ortadadır. Gezicilerin biber gazına maruz bırakılmaktan öldürülmelerine kadar uzanan genişlikte uğradıkları şiddet “biz” açısından meşrudur, çünkü şiddete uğrayanlar yaşamayı hak etmeyen virüsler, böcekler, haşereler, şeytanlardır. Biber gazı üzerlerine haşerelerin üzerine sıkıldığı gibi sıkılabilir, sinekler ya da fareler misali öldürülmelerinde ise bir sakınca yoktur. “Biz”i koruyan “polisimiz” iç düşmana karşı görevini yerine getirmiş, yapması gerekeni yapmıştır. İğrençleştirilip şeytanlaştırılarak iç düşman kategorisine dâhil edilenlerin hayatları yaşanmaya değer bulunmaz; bu nedenle de öldürülmeleri cinayetten sayılmayacağı gibi kendileri için kamusal bir yas tutulması da gerekmez. İç düşmanın yok edilmesi, dinin, devletin, milletin ve vatanın yaşamasının, “biz” in biz olarak varlığını devam ettirmesinin ve toplumsal saflığını/sağlığını korumanın şartı haline gelmiştir çünkü.
7) İslam, içeride Kürt sorununun çözümü, dışarıda bölgesel güç olmanın anahtarı olarak görülmektedir.
Kürtlerle Türkler arasındaki bağın hilafetin kaldırılmasıyla koptuğu ve Şeyh Sait isyanının da bu nedenle çıktığı yönünde sıkça dile getirilen bir iddia vardır. Bu iddia, Kürt milliyetçiliğinin kendi iç dinamiklerini göz ardı ettiği gibi sorunun çözümünün ancak yeniden İslam çatısı altında birleşmekle mümkün olduğu yönündeki tezin de temelini oluşturmaktadır. AKP de kendisinden önceki bütün sağ iktidarlar gibi Kürt sorununun çözümünü “Müslüman kardeşliği” temelinde çözebileceğini düşünmüş ve o yönde adımlar atmıştır. Türklerle Kürtlerin birer ulus olmanın ötesinde, İslam ümmetinin bir parçası olduğu, dolayısıyla sorunun da, Türk ve Kürt milliyetçiliğini aşacak bir “ümmet” projesiyle halledilebileceği AKP’nin soruna dair genel algısını oluşturmaktadır.
İşte bu nedenle Sünni-Ulus, içerisinde sağın genetik kodlarına işlemiş bir Türk milliyetçiliğini barındırsa da, Kürtleri de Kürtlüklerini ikinci plana atıp, Müslüman kimliklerini ön plana çıkardıkları sürece kapsayacak bir ulus inşa projesi olarak karşımızda durmaktadır. Benzer bir şekilde Kürt siyasi hareketinin de söylemsel ve pratik düzeyde SünniUlus projesini benimsemesi ve bu doğrultuda hareket etmesi beklenmektedir. Tam da bu nedenle yeni rejime uygun bir Kürt hareketinin yaratılması Sünni-Ulus projesinin bir parçasıdır ve mevcut Kürt hareketi arzulanan ölçüde bu projeye angaje olmadıkça, hem Hizbullah hem de Barzanici yeni aktörler siyaset sahnesine sürülmek istenmektedir.
İlginç olan, Öcalan’la doğrudan yürütülen müzakerelerde, Öcalan’ın da çözümün merkezine “İslam çatısı altında kardeşlik” formülasyonunu yerleştirmiş olmasıdır. Her ne kadar birazdan değineceğimiz gibi; bu, bölgesel ölçekte Sünni ekseninin yükselişine paralel bir strateji olsa da, Öcalan’ın da Sünni-Ulus projesine köktenci bir itirazı olmadığını ve siyasal mücadeleyi, Sünni-Ulusu veri kabul ederek sürdürmek istediğini göstermektedir. Ancak, İslam kardeşliği çatısı altında birleşme çağ- rısının yapıldığı konjonktürle bugün arasında çok ciddi farklar vardır; çünkü bölgesel ölçekte Sünni ekseni çökmüş, Türkiye ölçeğinde ise Haziran Direnişi ve sonrasındaki AKP-Cemaat kavgasıyla birlikte Sünni hegemonya çatırdamaya başlamıştır. (7)
Sünniliğin bölgesel liderlik için anahtar olarak kullanılmasındaki milat Arap Baharı olarak görülebilir. Libya için “NATO’nun orada ne işi var” açıklamasından çok kısa bir süre sonra NATO müdahalesinde lojistik güç olarak yer almakla birlikte başlayan süreç, kısa bir süre sonra Müslüman Kardeşler’le bölgesel bir ittifaka ve sonrasında Suriye’de rejimi devirmek adına Türkiye topraklarını El Kaide unsurları için üs haline getirmeye dönüşmüştür. Tüm bunları meşrulaştırmak için kullanılan söylem ise bölgesel liderlik ve emperyal heveslerin gölgesinde oluşmuş, Sünni ekseninin liderliği Türkiye dış politikasının merkezine yerleşmiştir.
Ancak, Lübnan Hizbullah’ı, Suriye ve İran’dan müteşekkil Şii mukavemet eksenine karşı Batı emperyalizminin Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler kuşağı yaratma projesi, Suriye direnişiyle birlikte çökmüştür. Suriye’de BAAS rejiminin devrilememesi, buna mukabil Mısır ve Tunus’taki Müslüman Kardeşler rejimlerinin uzun ömürlü olamayıp iktidardan uzaklaşmak zorunda kalmaları ve El Kaide’nin kendisine çizilen sınırların dışına çıkması neticesinde ABD’nin bölgeye bakışında kimi değişiklikler gündeme gelmiş, İran’da Ruhani iktidarıyla yapılan görüşmelerle birlikte, Sünni ekseni projesinin iflas ettiği adeta deklare edilmiştir.
İşte bu aynı zamanda Sünniliği yeni rejimin bölge liderliği için anahtar olarak görme ve buna uygun olarak hareket etme projesinin çöküşü demektir. Yeni-Osmanlı olmak adına çıkılan yolda gelinen nokta “değerli yalnızlık” olmuş, Davutoğlu’nun bütün tezleri hayatla sınanarak iflas etmiştir. Bunun emperyalizmin gölgesinde kurulan yeni rejimin kaderini de belirleyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Aynı şekilde dışarıda iflas eden Sünni ekseni projesinin, içeriye yansımaması mümkün değildir. Haziran’la birlikte başlayan hegemonya çöküşü AKP-Cemaat kavgasıyla hızlanmıştır ve bunun Kürt sorununun İslam kardeşliği çatısı altında çözülmesi projesini de akamete uğratması kaçınılmazdır. Dolayısıyla Öcalan ve Kürt hareketinin önümüzdeki süreçte belki 30 Mart seçimlerinden sonra- ciddi bir strateji ve söylem değişikliğine gitmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
8) Haziran Direnişi Sünni Ulus projesine karşı bir isyan olarak ortaya çıkmış ve Sünni hegemonyada büyük bir çatlak yaratmıştır.
Sünni-Ulus inşası, “milli irade” söylemi ile birlikte egemenliğin kaynağını tanrısal bir iradeye bağlarken, egemenliği fiilen kullanabilecek olanın da Sünni-Ulus olduğuna işaret etmektedir. Sünni-Ulusa dahil edilmeyenler ve karşı çıkanlar ise, yani cumhuriyetçiler, sosyalistler, Aleviler, seküler Kürtler, eşcinseller ve kadınlar ise siyasal alanın dışında bırakılmak istenmekte, üstelik egemenliğin kaynağını oluşturmadıkları için egemenliği kullanma talepleri meşru görülmemektedir.
Sünni-Ulusun dışında bırakılarak egemenliği kullanma talepleri reddedilenlerden aynı zamanda SünniUlusun ilke ve paradigmaları doğrultusunda hareket etmeleri, yani yeni rejimin siyasal/kamusal/toplumsal olanı belirlediği kurucu felsefeye biat etmeleri istenmekte, eğer böyle yaparlarsa “yaşam biçimlerine saygı ve hoşgörü” gösterileceği söylenmektedir. Bu ise Sünni-Ulus paradigmasına uygun olmadığı düşünülen eyleme biçimlerinin kamusal alanda kimi zaman kanunen kimi zaman da fiilen yasaklanması anlamına gelmektedir. Bu noktada, günlerce süren kürtaj tartışması, kızlı-erkekli yaşamaya dair söylenenler ve içki satışı düzenlemesi akla getirilebilir. Bunların hepsinde ısrarlı bir biçimde “biz kimsenin hayat tarzına karışmıyoruz, kimseye baskı yapmıyoruz” denmiş ama toplumsal yaşamın İslami ilkeler doğrultusunda düzenlenmesine ilişkin girişimlere de devam edilmiştir.
Sünni-Ulus projesi yeni rejimi kuran güçlerin söylemlerine de yansımaktadır şüphesiz. Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu için kullandığı “biliyorsunuz kendisi Alevi” lafı, Suriye için kullanılan “nüfusunun çoğunluğu Sünnilerden oluşan bir ülkeyi Esad yönetemez” açıklaması ve Reyhanlı patlaması için kurulan “orada elliden fazla Sünni vatandaşımız öldü” cümlesi bu söylemin birer örneği olarak karşımızda durmaktadır. Benzer bir şekilde, tam da Suriye’de bir mezhep savaşı veriliyor ve Türkiye Alevileri kendi can güvenliklerini tehdit altında hissediyorken, üçüncü boğaz köprüsüne Alevilerin kolektif bilin çaltında katliamcılığıyla yer etmiş Yavuz Sultan Selim’in adının verilmesi de tesadüfi bir seçim değildir. YeniOsmanlı, kendisine Osmanlı’dan bir figür seçerken, bu Yavuz Sultan Selim olmuş, hem hilafetle ilgili bir mesaj verilmiş ve böylelikle Mısır’a ve Müslüman Kardeşler’le olan müttefiklik ilişkisine bir göndermede bulunulmuş; hem de Şii eksenine, yani Suriye ve İran’a yönelik hasmane dış politikanın Sünni kökenlerine işaret edilmiştir.
İşte Haziran Direnişini, SünniUlusun düşmanı ilan edilerek siyasal alandan dışlanmak istenen ve kendilerinden Sünni-Ulus projesine uygun bir hayat yaşamaları talep edilenlerin buna karşı bir isyanı olarak okumak gerekmektedir. Geriye dönüp bakıldığında, Haziran öncesi yaşanan birçok gelişmenin bu isyanın haberini verdiği görülebilir: İnternet yasağına karşı eylemler, 4+4+4 eylemleri, kürtaj yasağı protestoları, sınav sorularının çalınmasını protesto gösterileri ve en önemlisi de Birinci Cumhuriyet’in milli günlerinde yapılan ve ülke çapında yüz binlerin katıldığı eylemler.
Bu açıdan bakıldığında, yeni rejimin ekonomi politiğini sembolize eden bir şekilde, kentin merkezindeki yeşil alanlardan birinin AVM’ye dönüştürülmesine verilen çevreci bir tepki, kısa süre içerisinde rejimin bütününe ve onun tepesindeki isim olan Erdoğan’a yönelmiş, daha önceki eylemlerde parça parça sergilenen öfke, Haziran’da bütünlüklü ve süreklileşmiş bir veçheye kavuşmuş, en önemli ifadesini de “hükümet istifa” sloganında bulmuştur.
Haziran isyanı 11 yıllık AKP iktidarı boyunca devam eden ve muazzam bir propaganda aygıtı aracılığıyla sürdürülen yoğun söylemsel, ideolojik ve politik saldırının, toplumun çok önemli bir bölümünü teslim almayı başaramadığını, çok önemli bir toplamın Sünni-Ulus projesini ve hegemonya projesini reddettiğini ortaya koymuştur.
Haziran Direnişiyle birlikte hem içeride hem dışarıda yeni rejimin bir yönetememe ve hegemonya kriziyle karşı karşıya olduğu ortaya çıkmış, direnişle birlikte bir yandan Erdoğan ve AKP uluslararası sistem açısından giderek meşruluğu sorgulanır bir niteliğe kavuşurken öte yandan iktidar bloğu içerisindeki çatlak derinleşmiştir. Dolayısıyla, Haziran Direnişi 17 Aralık krizine doğru giden sürecin temel uğraklarından biri olmuştur. Yeni rejimin ve Sünni-Ulus projesinin en büyük krizine tanıklık ettiğimiz günlerden geçiyoruz. Yeni rejimi kuran güçler, yani AKP ve
Cemaat, kendi aralarında çok ciddi bir iktidar mücadelesine tutuşmuş durumda. Bu ise yeni rejimin esas sahibinin kim olacağına dair bir kavga anlamına geliyor. Rejimin krizinin derinleşmesi de bir restorasyonla krizi ertelemeyi başarması da muhtemel. Bizim için önemli olan ise denkleme başka bir faktörün, yani yeni bir Haziran’ın eklenip eklenmeyeceği. Rejim kendi krizini kendi iç dinamikleriyle mi çözecek, yoksa kendisini restore mi edecek sorularının dışında bir ihtimal daha var: O da halkın kendi sözünü söyleyerek yeni rejimi ve Sünni-Ulus projesini tarihin çöplüğüne yollaması.
Dipnotlar
1) Ulusun kuruluşunda dışarıda bırakılanlar, ulusal ekonomi modeli ile emperyalizm arasındaki ilişki ve aydınlanma ile ne anlaşıldığı gibi çok önemli meselelerin asla göz ardı edilmemesi ve tarihsel maddeci bir eleştiriye tutulması kuşkusuz son derece önemlidir. Ancak rejimin karakteristiğini ve bugün neyin değişmekte olduğunu göstermeye odaklanan bu çalışmada söz konusu eleştiriye doğrudan girişilmeyecektir.
2) Bu, aynı zamanda Türkiye akademisindeki ve düşünce dünyasındaki hegemonik paradigmadır. Türkiye tarihini sınıflar mücadelesi ve emperyalizmle ilişkilendirmek yerine, devletle toplum arasındaki mücadele üzerinden okuyan bu paradigma hem liberal hem de muhafazakâr entelijansiya tarafından üretilmekte ve aynı zamanda gazeteler, televizyonlar aracılığıyla gündelik dile tercüme edilerek yeni rejimin ideolojik hegemonyasını yeniden üretmesine büyük katkı yapmaktadır.
3) Bu noktada liberal söylemin AKP’ye yönelik “neoKemalizm” eleştirisini kesin bir şekilde reddetmek gerektiğini belirtmek isterim. Kemalizmi Türkiye’deki her siyasi gelişmeyi açıklamak için kullanmak da, her türlü otoriterleşme eğilimini Kemalizmin yeniden üretilmesi olarak görmek de açıkça tarih ve bilimdışı bir yaklaşım olma niteliğine sahiptir.
4) İslam’ın/Sünniliğin Kemalist rejim için diğer dinlere/ mezheplere göre daha tercih edilir olduğunun ve kabul gördüğünün en önemli delili olarak, Cumhuriyet kurulduktan sonra yaşanan göç dalgası sırasında Azeri Türklerinin Şii ve Gagavuz Türklerinin Hıristiyan olmaları nedeniyle kitlesel bir şekilde Türkiye’ye gelmelerinin engellenmesini gösterebiliriz.
5) Burada Kemalizmle kastedilen 30’lar ve 40’ların Kemalizmini 60’lar Türkiye’sinde soldan yorumlayanlarca yaratılan sol-Kemalizm, Atatürkçülükle kastedilen ise devletin söylemindeki haliyle, ırkçılık ve gericilikle de flörteden gerici bir söylem olarak sağ-Kemalizmdir.
6) İslamcıların Abdülhamit sevgisi ve İttihatçı nefretinin temel nedenlerinden biri de budur. Buna göre; Abdülhamit’in indirilmesiyle birlikte “milletin saltanatı”na son verilmiş, İttihatçı-Kemalist-darbeci geleneğin yıllar sürecek iktidar başlamıştır.
7) Bu noktada CHP’nin de hem yeni rejime hem de SünniUlus projesine ikna olduğu ve bunları veri alarak siyaset üretmeye çalıştığı görülmektedir. 30 Mart yerel seçimlerine sağcılaşarak girmenin ötesinde AKP-Cemaat kavgasında Cemaatten neredeyse hiç söz etmeksizin muhalefet yapmaya çalışmak da bunun bir kanıtı olarak değerlendirilebilir. CHP, yeni rejimin içerisine girdiği krizin bir restorasyonla aşılması girişiminde kendisine bir rol biçileceği beklentisiyle, yeni rejimi de Sünni-Ulus projesini de reddetmek yerine ona eklemlenmeyi bir siyasal strateji olarak benimsemiş durumdadır.