New York’tan İstanbul’a her gelişimde arkadaşlarımı kendilerini yeni akımlara kaptırmış buluyorum.
Sosyal medya, Skype ve WhatsApp’tan birbirimizi sürekli takip etsek de bazı gerçekler sadece yüz yüze görüştüğümüzde ortaya çıkıyor – selülit tedavisi gibi. Serdar Turgut ve Ertuğrul Özkök uğruna methiyeler düzse de, Türk kadını selülit ile her yoldan savaşıyor! İmkanı olan bir güzellik merkezinde kavitasyon ile; imkanı olmayan banyo öncesi kuru kese ile.
Son gelişimde ise sosyal medyada yazılmayan gerçeklere bir yenisi daha eklendi: bir beslenme uzmanı nezaretinde kilo verme. İşte bu tam bana göre bir akım. Bayıldım!
Kanser uzmanı olduğumu bilen dost, akraba ya da rastlantı eseri tanıştığım insanların bile soruları hep aynı çünkü: Ne yemeliyim? Ne yememeliyim?
Akdeniz diyetinin kanseri önlemek açısından en iyi beslenme şekli olduğunu artık biliyoruz. Ama kötü alışkanlıklarımızı değiştirmek çok zor. Bunu gizli kapaklı köşelerde kendimden bile gizlemeye çalışarak çikolata yiyen birisi olarak söylüyorum.
Oysa kanser teşhisi konulan tanıdıklarımın büyük bir çoğunluğu, ancak hastalandıktan sonra hem beslenme alışkanlıklarını hem de hayat stillerini değiştiriyorlar. Çoğu, beslenme alışkanlıklarının ya da içinde bulundukları çevredeki toksik maddelerin hastalıklarına etkisi olduğunun farkında.
Elbette daha hastalanmadan beslenme alışkanlıklarını değiştirmek en doğru seçim. Bu esnada kilo da veriliyorsa amenna. Beslenme uzmanına haftalık ziyaretler maddi olarak bütçeye büyük bir yük bindirse de alternatifi – yani eğer sağlıksız bir hayat düzeniniz varsa ve tek başınıza sağlıklı bir beslenme düzeni oturtamıyorsanız- çok daha pahalı. Yardım lazım.
Almanya’da Goethe Üniversitesi’nden bir grubun yeni yayımladığı bir araştırmaya göre kanser hastaları genellikle dost, akraba ve sosyal medya yardımıyla besin düzenlerini değiştirme yoluna gidiyorlar.
Özellikle Google türü arama motorları ile araştırdıktan sonra internette rastladıkları, okuması ve anlaması kolay olan beslenme programlarından akıllarına yatanı takip ediyorlar. Eş-dosttan anekdot olarak alınan bilgiler de kararlarını perçinliyor.
Genellikle hastalar kanser doktorlarına bu yeni beslenme alışkanlıklarından söz etmiyorlar. Popüler diyetin detaylarını ve etkilerini diyetisyenler gibi bilmeyen çoğu kanser uzmanı da, yanıtlayamayacakları sorulara maruz kalmamak için, sormuyorlar. Oysa hastaların beslenme düzenlerini değiştirdikleri herkesin bildiği bir sır!
Kansere karşı beslenerek savaşmayı tercih eden hastalar da var. Onlara tavsiyem şu: önce tedavi olun (ameliyat, kemoterapi radyoterapi gibi). Ardından beslenerek savaşın. Ama asla sadece beslenerek değil.
Bilimsel veriler bunu gösteriyor.
Şöyle ki kansere karşı besin savaşlarının en popüleri Japon George Oshawa ve Michio Kushi’nin geliştirdiği, sadece beslenme düzeni değil sağlık, barış ve mutluluk amaçlı bütün bir yaşam tarzı olarak oluşturulmuş olan makrobiyotik diyet akımı.
Michio Kushi, eşi Aveline ile 70’li yıllardan beri makrobiyotik felsefesinin batıda yayılmasının öncüsü olmuş. Bu akımının diğer guruları da onların Boston ve Hollanda’da kurdukları Kushi Enstitüleri’nden mezun.
Kırmızı et ve rafine tahıl ağırlıklı Batı yemek tarzının kansere etkisi somut bir gerçek, fakat makrobiyotik türü bir beslenme tarzının gerçekten kanser hastalarının tedavisinde etkin olup olmadığı büyük bir soru işareti.
Tanıdığım yaşlıca bir hasta prostat kanseri tedavisi yerine Kushi diyeti uygulamayı düşündüğünü söyleyince irkildim. Hemen Kushi Enstitüsü’nün web sitesine baktım. Sitede yayımlanan ve beyin kanseri olan bir hastanın bu diyeti uyguladıktan sonra iyileştiğini ve 7 yıldır kansersiz yaşadığını anlatan reklam da beni fazla saldırgan bir taktik olarak korkuttu.
Makrobiyotik akımı kanseri tedavi ettiğini iddia etse de, bilimsel literatürde bu diyet hakkında sadece bir çalışma var: pankreas kanseri 23 hasta diyetle 13 ay yaşarken, uygulamayan benzer nitelikli hastalar ortalama 3 ay yaşamış. Makrobiyotik diyet bir mucize başarmış gibi görünse de, bu çalışmaya sadece diyeti en az üç ay takip edebilen hastalar dahil edildiği için (yani ilk 3 ayda ölenler dahil edilmediği için), sonuçlarda ciddi bir sapma var. Uyanık biliminsanının hali başka oluyor tabi.
Merkezi ABD’nin San Diego kentinde olan Gerson Enstitüsü ise metabolizmayı canlandırmaya yönelik vejetaryen bir diyet geliştirmiş. Aylar, hatta yıllar boyu sürdürülmesi beklenen, katı kuralları olan bir diyet bu. Oysa kansere karşı geliştirildiği halde başarısı hakkında hiçbir bilimsel veri yok.
Hatta 1990’da ABD’nin ulusal kanser enstitüsü (National Cancer Institute) uzman bir panel toplayıp Gerson’un tedavide başarı iddialarını araştırmış, ama bu diyetin başarısı hakkında hiçbir somut kanıta rastlamamış.
Gerson rejiminin bir benzeri de Gonzalez. 1999’da yapılan bir araştırmayı okuyunca üzülmemek ve sinirlenmemek elde değil. Hastaların bir kısmına normal pankreas kanseri kemoterapi ilacı gemcitabine verilirken diğer bir gruba ise Gonzalez diyetine bağlı pankreas enzimi verilmiş. Gonzalez’i seçen hastaların ortalama ömrü 4,3 ay iken kemoterapi gurubu 14 ay daha yaşamış; hem de yaşam kalitesi çok daha yüksek şekilde.
Şimdiye kadar kanserle beslenerek savaşanların aldığı tek pozitif bilimsel sonuç, hiçbir hayvansal gıdanın kullanılmadığı vegan diyeti. Yapılan bir çalışmada, prostat kanseri olan 93 hastaya hayat stili değişimleri önerilmiş. Kalorilerinin yüzde 10’u yağlardan gelmek üzere vegan diyet, yanında soya ve balık yağı (günde 3 mg), C, E, selenium vitaminleri. Ayrıca orta derece aerobik egzersiz (günde 30 dakika) ve stres kontrol teknikleri (günde 60 dakika). Deney grubunda prostat antijeni ciddi azalırken, kontrol grubunda bu antijen artmış. Ama ne kadarı diyet, ne kadarı egzersiz, ne kadarı stres kontrolü, sonuç belirsiz.
Uzun sözün kısası, yıl 2014 ve kanser başladıktan sonra beslenerek kanserle savaşabileceğimize dair elimizde somut hiçbir bir kanıt yok. Vegan diyette bir etki olsa da, yapılan çalışma aynı zamanda aerobik egzersiz ve stres metotları da kapsadığı için nedenin hangisi olduğu belli değil.
Kanser ile sadece besin düzenini değiştirerek savaşmak kanserin ilerlemesine, geri gelmesine ya da hastanın daha çok acı çekmesine yol açabilir.
Tedavi ile paralel yapılan diyetler bile vücudun belirli besinleri almasına engel olduğu için hastaya zarar verebilir. Oysa amaç kanseri direk tedavi etmek, yan etkileri azaltmak, bağışıklık sistemini güçlendirmek ve hastaları bilinçlendirmek olmalı.
En iyisi kanser ya da başka bir kronik hastalığa yakalanmadan beslenme alışkanlıklarınızı değiştirin. Bunu da kan tahlilleri yapıldıktan sonra yaşınıza ve tahlil sonuçlarınıza göre bir beslenme uzmanı eşliğinde yapın.
Hatta ben de bu akıma katılacağım galiba.
Kaynak: Huebner et al, Counseling patients on cancer diets: a review of the literatüre and recommendations for clinical practice. Anticancer Research. 34(1):39-48; 2014.
Türkonium isteriz
Bir 8 Mart Dünya Kadınlar günü daha geldi de geçti. Bugünün şerefine acaba ben bir kadın olarak bilime ne katabilirim diyordum: klasik olacak ama Marie Curie’yi hatırlayalım bari.
Polak Marie Salomea Skladovska, Varşova Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne başvurusu reddedilince soluğu Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’nde almış. Yıl 1891. Genç Fransız Kimya öğrencisi Pierre ile evlenince kocasının soyadını alıp, Polak Marie olmuş Fransız Marie Curie.
Ama Marie Curie, Polak köklerini hiç unutmamış. Tevekkeli yeni bulduğu iki maddeden birinin adını polonyum koymuş (diğeri radyum). 1903 yılında eşi Pierre ve Henri Becquerel ile beraber radyoaktivite üzerine çalışmaları nedeniyle Fizik Nobel Ödülünü paylaşmış, 1911 yılında tek başına radyum ve polonyumu buluşu sebebiyle Kimya Nobel Ödülüne de layık görülmüş. İki ayrı bilim dalında Nobel ile ödüllendirilen tek biliminsanı.
Kanserin radyasyon tedavisinde, işte Curie ve eşinin bulduğu radon’un içerdiği yüksek radyasyon, kanser hücrelerinin öldürülmesinde etkin rol oynamıştır.
Kim bilir, biz de vakt-i zamanında gereken önemi verebilseymişiz, belki de Türkonium diye bir madde olacaktı periyodik tabloda.