Ana Sayfa Dergi Sayıları 124. Sayı Son Sumer kraliçesi Muazzez İlmiye Çığ ‘ikinci 100’e başlıyor’… ‘Türkiye özgürleşmeden...

Son Sumer kraliçesi Muazzez İlmiye Çığ ‘ikinci 100’e başlıyor’… ‘Türkiye özgürleşmeden ölmeyeceğim’

1408
0

 

“Gezi eylemlerindeki çocuklar çok esprili, çok hoşuma gitti. Bir de kız erkek ayırımı olmadan arkadaşlığın ne olduğunu gösterdiler. Kız erkek bir araya gelince bilmem ne olmadığını gösterdiler. Anlayana tabi, anlamayana yok… Sonra direnmeyi gösterdiler, o kadar şiddete karşı. Bu bakımdan çok önem verdim onlara. Bıraksalardı ben de gidecektim yanlarına. Dediler, ‘sana bir şey yaparlar’, götürmediler beni.”

Kırım’ın Bahçesaray’ından Osmanlı topraklarına göçen bir ailenin torunu Muazzez İlmiye Çığ… Kırım Savaşı’ndan sonra yollara düşmüş on binlerce aile gibi… Köklerinden biri Kırım’da ilimle uğraşan, at sırtında köyleri dolaşıp eğitim veren bir dedeye dayanıyor. Diğeri ise; Bahçesaraylı bir çiftlik sahibine, üreticiye…

Muazzez İlmiye Çığ ve Firdevs Gümüşoğlu söyleşi sırasında.

Kırım-Bahçesaray yüzyıllar boyu Osmanlı’yı besleyen aydın yatağı aynı zamanda. Özellikle 1800’lerin sonunda… Fabrikaları olan, ticareti gelişmiş, eğitim düzeyi yüksek, yayın yaşamı canlı, ilk kez “Kadınlar Dünyası” ve “Çocuklar Dünyası” dergilerini çıkaran Müslüman bir halk. Bu coğrafya o yıllarda önemli bir Müslüman burjuvaziyi barındırıyor. Öte yandan Çarlık Rusya’sının baskıcı politikalarına direnen, sürgüne gönderilen, cezalandırılan ve kültürünü yaşatmak için çırpınan bir halk! Öncüsüz olmaz bu direniş. İşte İsmail Gaspıralı bu koşulların öncü aydınlarından. Bulduğu okuma yazma yöntemini öğretmek için Kırım’dan Hindistan’a kadar giden Gaspıralı… Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali, Sadri Maksudi… Osmanlı İmparatorluğu’nun iki Aydınlanma damarı; Selanik ve Çarlık Rusya’sındaki Türkler…  Muazzez İlmiye Çığ’ın içine doğduğu ve beslendiği kültür!

Bu yazı Muazzez İlmiye Çığ’ı tanıyanlara onu tekrar anımsatmak, az tanıyanlara da yaşamlarındaki eksikliği farkına vardırmak için yazıldı. Yüzyılı aşan bu yaşama baktığımızda, üretkenlik dayanışma, halk sevgisi ve bilgiye tutkunluk görülür. Bir de yaşam sevinci…

Muazzez İlmiye Çığ, 20 Haziran 1914’te doğar. Henüz kırk günlük bir bebek bile değilken I. Dünya Savaşı ve 25 yaşında genç bir kadınken II. Dünya Savaşı başlar. Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’nun içlerine, Çorum’a göçerken altı yaşındadır. Kurtuluş treniyle yolculuk yapar, altta güvenli bölgelere kaçırılmak istenen cephaneler, üstte kadın ve çocukların ağırlıkla olduğu yolcular. O, yüzyıllık bir tarihin tanığı! Tarihe tanıklık anlatıları genellikle abartı içerir ve kişiyi zaman zaman tarih dışı kabul eder. Oysa söz konusu olan Muazzez İlmiye Çığ ise, pek çok kavram gerçek anlamıyla ve nesnelliğiyle karşımızdadır. O, tarihin öznesi olduğunun bilinciyle yaşama adımını atar. Babası Zekeriya ve annesi Hamide İtil ona doğduğu andan itibaren, yukarıda sözünü ettiğim Kırım aydınlanmasının değerlerini aktarır. Annesi Hamide Hanım, Genç Cumhuriyet’in henüz “ev kadını” kavramının yüceltilmediği, evin her bireyinin üretime gücü ve yeteneği oranında katıldığı yıllarda, eşeğin sırtında köy köy dolaşarak satıcılık yapmaktan terziliğe kadar türlü işler yaparak aile bütçesine katkıda bulunur. Anne ve babasının, o yokluk yıllarında çocuklarına yoksunluğu yaşatmadıkları en önemli alan eğitimdir. Ev, küçük Muazzez İlmiye’nin yaşamında yüksek sesle kitap ve gazete okunan,  kadın erkek ayrımı yapmadan herkesin sorumluluk yüklendiği sevgi ve bilgi üretilen bir kurumdur o yıllarda! Okula adımını attığı andan itibaren ise Genç Cumhuriyet’in “küçük vatandaşı” olarak eğitim alır. Uzun yıllar farkına varmasa da “İlmiye” adı, başında taşıdığı bir taç olur.

Onun kuşağı savaşları, yoksulluğu, ölümleri, uzak coğrafyalara giden ve gelmeyenleri, işgali yaşadı. Yine bu kuşak, yeni bir ülke inşasında özne olacakları bilinciyle yetiştiler. Kumaşın, kâğıdın, çivinin, hatta buğdayın uzak coğrafyalardan satın alındığı bir ülkede, geleceğin yaratıcısı olacaklarına inandılar. Eğitim günümüzde olduğu gibi bireyi güçsüzleştiren, çocukları ve gençleri sınav makinesine dönüştüren bir işleve sahip değildi onun öğrencilik yıllarında. Bu yüzden de eğitimin bireyi nasıl güçlendirdiğini gördü, yaşadı. Aklın ve bilimin yol göstericiliği onun kuşağının temel özelliği oldu. Ancak sadece bu özellik değil, Köy Enstitüsü mezunlarında da yaygın olarak gördüğümüz mücadele azmi, kararlılığı…

Onu 20 yıl önce tanımıştım, Cumhuriyet gazetesinin Bilim Teknik ekine gönderdiği kısa bir mektuptan. O günlerde kadın hareketi içinde yer alan ve konuyla ilgili okumalar yapan biri olarak çok şaşırmıştım imzayı görünce: Muazzez İlmiye Çığ / Sumerolog! Bir kadın, bir Sumerolog… Hangi ülkede, hangi yüzyılda olursa olsun öncü kadınlar ilgimi çekiyordu. Onun adını hiç duymamıştım… Oysa Muazzez İlmiye Çığ, bir telefon mesafesi kadar yakındaydı… Ertesi gün çekinerek girdiğimiz kapıdan, Türkiye’nin en değerli hazinlerinden birini bulmanın heyecanı ve mutluluğuyla çıktık. Bu ziyaret sonrasında Türkiye onu ve eserlerini kazandı. Ben ise bütün bunların yanı sıra; yaşamımı derinden etkileyen bir arkadaşı, dostu ve sırdaşı kazandım. Aşağıda Muazzez İlmiye Çığ’la tanışmamın 20. yılında yaptığım kısa bir görüşme yer alıyor.

20 Haziran’da Muazzez İlmiye Çığ 100 yaşını bitiriyor, “dalya” diyor. Yüz yıllık bir yaşamın izindeyim.

Yıllardan bağımsız bir gençlik algısı…

– Geçmişten bugüne baktığım zaman, siz Cumhuriyet devrimlerinin simgesi oldunuz. Kadınlar açısından da çok önemli bir simge oldunuz. Bence gençlik açısından da… Öte yandan siz gençliğin ne olduğunu anlattınız bütün Türkiye’ye, hatta dünyaya… Yaştan bağımsız bir şey olarak gençliği yaşıyorsunuz. Son 20 yılda ne değişti hayatınızda?

– Vallahi 20 yılda ben ne yaptığımı bilmiyorum ama büyük bir sevgi seline kapıldım. Zaten onu da yazdım. Kitapları yazdım. Zannediyorum o kitaplar çok makbule geçti, okundu, okunuyor. Zaten diyorlar, devamlı okunan kitaplar. Çok değil, ama devamlı okunan kitaplar.

Muazzez İlmiye Çığ Bilim ve Gelecek Dergisi’nin yemeğinde (2006)

– Sürekliliği olan kitaplar…

– Öyle diyorlar… Sizin sayenizde başladım ben… Siz olmasaydınız o zaman, röportajı yapıp Bilim ve Ütopya dergisine vermeseydiniz bunlar olmayacaktı. Makalelerim çıktı orta yere. Sonra Kaynak Yayınları onları kitap yapmaya kalktı. Bana bir heves geldi. Yapmak istediklerim vardı, nerede bastıracaktım, bu mühim bir meseleydi o zaman…

– Ender’le (Helvacıoğlu – FG) evinize geldiğimiz zaman bir hazine keşfettik gibi hissettik! Masanızın üzerinde klasörler dolusu yazı vardı. Burada bir hazine var ve o hazine gün yüzüne çıkmalı duygusu içindeydik.

– Vardı evet bir yığın yazılarım. Kendi kendime birçok yazılar yazdım yayınlanmasını düşünmeden. Bildiklerimi yazmaya çalıştım. O zaman düşünmedim yayınlamayı.

– Neden yazdınız peki?

– Bilmiyorum, bende kalmasın diye. Öyle bir şey var aslında, ben bildiğimi birilerine anlatmak istiyorum. Ama bir tabiatım var, bilmiyorum doğru mu, değil mi? Bana sorulursa yaparım. Empoze edilirse yapmam.

Bildiğini paylaşmalı insan

– Kendiniz doğrudan kimseden bir şey talep etmezsiniz öyle mi?

– Bana sorarlarsa açık açık söylemeyi seviyorum, anlatmayı seviyorum, ama empoze etmeyi sevmiyorum. Severek yaptım, o kadar çok bilgi var ki kafamda, o bilgiyi değerlendirmem lazım. Zaten Atatürk Sumerlilerin halka tanıtılmasını istiyordu. Bu kadar bilgi de var, bunu niye halka tanıtmayayım dedim. Bizde şöyle bir şey var; “efendim bizim millet okumayı sevmiyor”, herkes bunu söylüyor. Ben bunun karşısında oldum. Çünkü okunmasa benim kitaplar okunmayacak. Adamın biri geldi son zamanlarda yüzüme karşı dedi; “biliyor musunuz, sizin kitaplar hiç iç açıcı değil, ama okunuyor”. Aynen böyle dedi. Ben de mühim olan okunması dedim. İzmir’de galiba çobanın elinde görmüşler benim Ludingirra kitabını. O kadar çok mutlu oldum ki. Çabuk da mutlu olmasını bilen bir insanım. Onun tesiri var sanırım, çabuk intibak ediyorum, çabuk mutlu oluyorum.

– Sizin konuşmalarınızda özellikle dikkatimi çeken, (telefonla konuştuğumuz zaman da dahil) bildiğiniz her şeyi paylaşıyorsunuz. Bir şey okumuşsanız, öğrenmişseniz, görmüşseniz öğrendiğinizi mutlaka paylaşıyorsunuz. Hangi duygu ve düşünceyle bunu yapıyorsunuz?

– Karakterimde var öğretmek… Ben her zaman söylemişimdir, bazı insanlar devamlı okur. Diyorum ki, okuduktan sonra okuduğunu paylaşmalı insan. Paylaşman lazım, anlatman lazım, ben öyle düşünüyorum ve onun için paylaşmayı seviyorum. Aileden de gelmeli, babam da severdi çünkü.

– O da sizinle mi paylaşmayı severdi?

– Mesela o da gazetede bir şey olduğu zaman gelir ortada okurdu. Her şeyi ortada bize anlatırdı. Annem hiç tahsil almadı ama babamın çabasıyla muazzam kültür sahibi oldu o da.

– Konuştuğumuz her sözde bilgi var. Siz bilgi temelli olmayan hiçbir konuşmayı yapmıyorsunuz. Yine bunu sohbetlerinizde de görüyorum. Sizin çok sayıda konferansınızı dinledim. Birlikte konferanslar verdik, birlikte birkaç yerde konuşmamız oldu, hiçbir zaman temelsiz bilgiye dayanmayan bir sözü etmezsiniz. “Giderayak” programında da öylesiniz. Programı, sürekli bilgiye odaklıyor ve herkesin anlayacağı noktaya çekmeye çalışıyorsunuz. Bu da çok önemli bir birikime karşılık geliyor, bunu nasıl yorumluyorsunuz?

– Şekerim, oraya konuşmaya çıkıyoruz, laf ebeliği yapmaya çıkmıyoruz ki, orada bir şey vermemiz lazım. Hep öyle. Biliyorsun Hayrettin’le (Karaca) kavga ediyoruz bazen (Gülüyor! FG.) O’da öyle, konuşsun anlatsın, bildiğini öğretsin istiyor.

Memlekete borçluyuz

Muazzez İlmiye Çığ 14. Ütopyalar Toplantısı’nda (2007)

– Bu özelliğinizin genç Cumhuriyet kuşağı olmanızla bir ilgisi var mı?

– Var tabi, olmamasına imkân yok. O zaman şunları öğrendik: Ne olursa olsun memleketi aydınlatmak için borçluyuz, bir şeyler yapmamız lazım. Biz gençlere o fikir verildi hep, muhakkak biz öğrendiğimizi tatbik edelim.

– Borcunuzu ödediğinizi düşünüyor musunuz?

– Borç kolay kolay ödenmiyor… Şimdi iki türlü borç var. O zaman fakültede bize yapılan şeyleri, yani takdim edilen verilen o hayatı ben hiç unutamam. O zaman, o yoklukta, muazzam bir hayattı bizim için. Ondan sonra Atatürk o fakülteyi açtı, o branşları koydu ve bunların halka dönmesini istedi. Halkın öğrenmesini istedi, yani şu bakımdan, halkın kulaklarına gelsin, ilgilensinler, onlar da bu hususta çalışsın. Belki Sumerlerin kökenini bulsunlar diye düşündü. Hititleri de aynı şekilde. Bunun için ben de emekli olduktan sonra Atatürk’ün istediği şekilde kendimi görevli hissettim. Yani halka dönük, halkı aydınlatacak şekilde yazayım dedim. Sonra yayınevi bulunca, ilgilenen bulunca birbiri arkasına geldi.

Bilmem anlatmış mıydım sana, Tarih Sumer’de Başlar’ı tercüme ettikten sonra götürdüm Babıali’de büyük yayınevlerinden birine. Bunlardan birisi baktı baktı, “kaç sayfa” diye sordu. Sonra dedi ki “bassak, acaba okuyan olur mu, ilgilenen olur mu?”, bilmem ne. Hâlbuki o zaman kitap 15 dile çevrilmiş, bestseller olmuştu bütün dünyada. Benim çeviri 16. olmuştu. Bu beni çok kırdı. Sonra Tarih Kurumu aldı, hoş daha önce Tarih Kurumu’na vermiştim, onlar vermişler benim tercümeyi bir adama o adam yalan yanlış çevirmiş, anlamamış konuları, değiştirmeye kalmış, dili eski Arapça’ya döndürmeye kalkmış. Hepsini düzelttim.

En çok Ludingirra’yı seviyorum

– Kitaplarınızın arasında en sevdiğiniz hangisiydi? “Bu benim en favori kitabım” diyebileceğiniz.

– Ludingirra en çok sevdiğim.

– Böyle diyeceğinizi tahmin ettim, neden Ludingirra?

– Onu bir kurgu yaptım, sonra oradaki bir adamı öğretmen yaptım, onu kendimle özdeş ettim. Oradaki bilgilerin hepsi güzel… Fakat çok enteresan, kitabın sonuna bunun toplama olduğunu yazdığım halde yüzde 90’ı anlamıyor. “Hakikaten bu böyle mi? Bu tabletler böyle mi?” diye soranlar oluyor. Hatta bunu yazayım açıklayayım dedim, ama bir türlü olmadı. Ben onu çok seviyorum. Tabi sonraki kitaplarımda bir şey ortaya attım, Atatürk’ün istediği için değil ama kendim inandığım için, Türklerle birleştirmem Sumerleri… Bana büyük mutluluk verdi. Onu bir makale haline gelip de İngilizce olarak dergilere göndersem, onu yapabilsem iyi olacak. Ama ne zaman yapacağımı bilmiyorum.

– Bütün bu yazdıklarınızla bir yol açtınız, bir çığır açtınız. Bunun gelecekte ürünleri toplanacak diye düşünüyorum. Sizin çalışmalarınızdan hareketle başka çalışmalar yapanların olduğunu ben hep duyuyorum, takip ediyorum.

– Şimdi halkımızda büyük bir Sumer fikri oldu. Benim kanaatime göre, hiçbir memlekette bizimkilerdeki gibi Sumer merakı yok. Yani halka dönük yazılar yok. Bir iki belki yazdılar, ama o kadar. Ben seri halinde yazdım. Her türlü şekilde yazdım o bakımdan. Şimdi en çok ne istiyorum, biliyor musun? Hititler için de böyle yapsalar…

– Yaptığınız çalışmaların Cumhuriyet döneminin halkçılık anlayışıyla da paralellik taşıdığını düşünüyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki halkçılık anlayışını, bir boyutuyla Sumeroloji alanında yaşama geçirdiniz. Ne dersiniz?

Muazzez İlmiye Çığ Bilim ve Gelecek Kitabevi’nin açılışında (2010)

– Evet, bugünden bakınca, hakikaten öyle, halka dönük oldu. Mesela Kuran İncil Tevrat kitabım, bir hanım dedi ki bana “bu kitabı bir kişi alıyor, 50 kişi okuyor”. Ankara’da bir hanım geldi, “56 yaşındayım, kitabınızı okudum hayatım değişti, aydınlandım” dedi. “Size teşekkür ediyorum” dedi. Bu kitaptan etkilenen, düşünen çok insan çıktı.

Hangi din…

– Türkiye’de din anlayışı size göre ne zaman değişti? Bu değişimi siz ne zaman fark ettiniz?

– Atatürk zamanında laiklik çıktı. Çok önemli. Ne dedi? Din ve devlet işleri ayrılacak, hatta din günlük işlerden ayrılıyor, herkes vicdanında, dininde serbest oluyor. Rahmetli anneciğim çok eğitim almamış bir kadın, fakat çok gözlemci bir insandı. “Kızım” dedi, “aman millet dini bırakmaya ne de hevesliymiş. Sanki Atatürk onlara dininizi bırakın dedi.” Hakiki inançlı olmayanlar derhal bırakıverdiler. Namaza gitmeyi, camiye gitmeyi bırakıverdiler. Ama hakiki inançlı olanlar da Atatürk’e inandılar ve devrimleri kabul ettiler. Bu çok önemli, benim babam öyle, annem öyle, dedem öyle… Medreselerde okuyanların çoğu yapılan şeylere karşıydı, ama için için karşıydı. Halk değil, onlar karşıydı. Terrakiperver Cumhuriyet Fırkası kapandı, arkadan Serbest Fırka açıldı, hemen din hortladı. Yani din yok değildi, hortlamaya yer arıyordu. II. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde Kuran kursları başlamış, ben bilmiyorum görmedim o zaman. Fakat resimleri var gösterdiler, Kuran kurslarına kızlar gidiyor, başları açık henüz. O zaman bu kurslar niçin Arapça oluyor, Türkçe okutulsun diyemediler. Kuran kursları, arkadan İmam Hatip’ler, böylece din hortladı. Zaten vardı yüze çıktı. Aslında şimdi din diyenlerin kastettiği bence din değil. Hırsızlık yapanları, ahlaksızları korumak din değil. Bizim dinimiz, inancımız, ahlaksızlık terbiyesizlik yapmayın, hırsızlık yapmayacaksın, kimsenin aleyhinde bulunmayacaksın gibi şeyler. Biz böyle yetiştik. Hattı zatında biz yetişirken, siz bir şey yaparsanız cehenneme koyulursunuz gibi bir şey yoktu. İyilik yaparsanız Allah sizi sever; bu kadardı.

Umudunu hiç kaybetmeyeceksin!

Sizin konuşmalarınızda hep umut var…

– Kurtuluş Savaşında askerin ayağında yok, üstünde yok, başında yok. Ne bileyim, silahı yok. Nasıl bu savaşı kazandı, halen aklım ermiyor, bu vaziyetle, ama büyük bir umutla. Ondan sonra devrimler başladı… Mareşal Fevzi Çakmak buna karşı. Atatürk’ün en yakın arkadaşı Fethi Okyar bile diyordu ki “böyle çabuk olmaz bu işler, yavaş yavaş olur”.

– Yakın tarihimizde büyük bir başarı var, o yüzden de umutlu olmak için çok neden var diyorsunuz…

– Çok neden var. O kadar zor koşullarda para yok, doğru dürüst insan yok. Fabrika açılıyor, fabrikada çalışacak insan yok. Çünkü çivi çakmasını bilmiyor adam! O zamanlar 200 tane adam gönderiyorlar Rusya’ya öğrensinler diye. Bizim insanımız çok zeki, çabucak öğrenir. Türklerin her yaptıkları şeye günah demişler. Benim babam Kayseri’de 1936’da öğretmen, orada esnaftan birisi babama “hocam” diyor “Biliyor musunuz, Cumhuriyet’e kadar burada her şey Türklere günahtı. Yalnız hamallık günah değil.” Biliyorsun aynı şeyi sen de Birgi çalışmanda yazdın… Una basmak günah, değirmenciliği Türkler yapamaz vb. Aslında biliyor musun, Türkler madenciliğin en iyisini yapmışlar, madenciliğin en incesini bilmişler…

– Umutla ilgili olarak bugünden geleceğe baktığınız zaman ne görüyorsunuz?

– Biz diyorum devrimin en yüksek çağındayız. Ben kendimi öyle görüyorum. Bu 80 yıl içinde dünya çapında biliminsanlarımız, sanatçılarımız var. Operadan haberi olmayan, anası babası baleden haberdar olmayan çocuklarımız dünya çapında oldu. Ödüller aldılar. Müzisyenlerimizin eserleri dışarıda çalınıyor. Ben diyorum ki Avrupa’da 400 yıl içinde, o Rönesans çağında kaç tane müzisyen var hesap et. Biz şu 80 yılda kaç tane müzisyen yetiştirdik, ne kadar muazzam. Biliminsanları… Eğer ayağımızı bıraksalar neler yetişecek…

– Ayağımızı kim bağlıyor?

– Yabancılar bağlıyor. Bizde bilim yapılmasın diye, bilimci yetişmesin diye ellerinden geleni yapıyorlar. Aselsan’da çalışırken ölen mühendisler için “intihar” dediler, yalan, öldürdüler! Sonra 7-8 biliminsanımızın bulunduğu uçak düşürüldü. Kendilerine bağımlı kalmamızı istiyorlar. İşte onun için öldürdüler. Bizim ne kadar buluşumuz varsa onları yok etmeye çalışıyorlar.

“Çılgın İhtiyarlar”, Muazzez İlmiye Çığ ve Hayrettin Karaca, tarım alanlarını korumak için eylemde.

‘Bıraksalardı gidecektim Gezi eylemlerine’

– Günümüz gençliğini nasıl değerlendiriyorsunuz. Özellikle Gezi eylemleri bağlamında?

– Ben çok ümitliyim gençlikten, örneğin TGB’li gençlerden. Onları çok beğendim çok sevdim.

– En çok beğendiğiniz yönleri nedir?

– Şekerim, bir kere teşkilatlanmayı bildiler. O kadar güzel teşkilatlandılar ki, her yerde bir başkanları var. O başkana herhangi bir şey olursa, yerine gelecek hemen hazır. Bir düğmeye basıyorlar, hepsi birdenbire bir araya geliyorlar. Bunu çok takdir ediyorum. Bir de bu Gezi eylemleri beni çok sevindirdi. Yalnız gençler değil, halkın da nasıl uyandığını gördüm orada. Köylere kadar gitti ayaklanma, bu çok çok önemli! Ama bu halkın önüne insan lazım. Eğer bu halkın önüne güçlü bir şey çıkarsa hiç kimse bizi tutamaz.

– Güçlü bir önderlik mi demek istiyorsunuz?

– Güçlü bir önder çıkarsa sıyrılarak, hiç kimse karşı duramaz. Benim kanaatim böyle.

– Gezi eylemlerinde sizin en çok beğendiğiniz eylem biçimi ya da davranış ne oldu?

– Bir kere çocuklar çok esprili, çok hoşuma gitti. Bir de kız erkek ayırımı olmadan arkadaşlığın ne olduğunu gösterdiler. Kız erkek bir araya gelince bilmem ne olmadığını gösterdiler. Anlayana tabi, anlamayana yok… Sonra direnmeyi gösterdiler, o kadar şiddete karşı. Bu bakımdan çok önem verdim onlara. Bıraksalardı ben de gidecektim yanlarına. Dediler, “sana bir şey yaparlar”, götürmediler beni.

Halkla bütünleşmek

– Siz bir de Ergenekon Davası’ndan cezaevine girenler çıkmadan ölmeyeceğim demiştiniz. Bu sözünüzü “Türkiye özgürleşmeden ölmeyeceğim” biçimine çevirmeniz lazım!

– Şimdi onu da diyorum. Türkiye’nin özgürleşmesi… 1933’de öğretmenim, 10. yıl olmuş. Ben diyorum, biz çok büyük bir milletiz. Fransa’nın 100 yılda yaptığı devrimleri, biz 10 yılda yaptık. Bugün o 100 seneyi yaşadığımıza göre hâlâ o devrimin içindeyiz. Biz kanlı bir devrim yapmadık Avrupa gibi, Fransa gibi. O kanı bekliyor bazıları… İnşallah olmaz, kansız olsun. Bugün de inşallah bunlar olmadan ekarte edilecekler. Barış adına bir şeyler yapmak için bana gelenlere Diyanet’e gidin siz dedim, Diyanet’le konuşun dedim. O insanları uyarmak lazım. Bak Esin’in bir arkadaşı var, bir köyde. Kendisi psikolog, Amerika’da Turan’ın yanından geldi. Emekli oldu, babasının evini tamir etti, köy muhtarı oldu. Şimdi belediye meclisi üyesi olmuş. Fakat en mühimi her hafta Cuma namazına gidiyormuş. Hep gidiyorum diyor, hem de başım açık gidiyorum diyor. Sonra geliyorum kahveye bazı şeyleri münakaşa ediyoruz diyor. Kadınlarımıza çok iş düşüyor.

– Burada halkla bütünleşme çok önemli diyorsunuz.

– En mühimi…

‘Erkek hegemonyasını kırmak gerek’

– Türkiye’de son 10 yılda, giderek artan sayıda kadın öldürülüyor “yakınları” tarafından… Bunu neye bağlıyorsunuz?

– Şekerim, bu hükümetin, baştakilerin buna değer vermemesi. Kanunlarımız var, ama bu kanunların tatbiki için ısrar etmiyorlar. Kadını ekarte etmek bütün gayretleri… Ellerinden gelse bütün kadınları yok edecekler. Bana öyle geliyor gidişat öyle. Lisede evlenme izni getiriyorlar çocuklara; sonra kız erkek ayırımı yapıyorlar. Yani kız erkek bir araya gelince “seks”, başka bir şey yok. Ben bir yazı yazmıştım. Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin çocukları için söylemişlerdi, çok kızmıştım. Neymiş, orada kızlar sürekli çocuk düşürüyormuş. Birden çıktı bu, daha önce yoktu. Vaktiyle de olmuştu. Taa 1926’da aynı şey! Öğretmen Okulu’nda kızlar okuyor, hiç erkek yok ama. Kızlar çocuk düşürüyor deniyordu.

– Köy Enstitüleri için de aynı şeyi söylediler. Bu gerekçe ile 1946’dan kızları erkeklerden ayırdılar. Bir kadın düşmanlığı söz konusu değil mi?

– Din adı altında böyle yapıyorlar. Hattı zatında dinde de yok böyle bir şey. Bu erkeklerin hegemonyası, başka bir şey değil. Kendilerine bir şan mı, egolarını tatmin etmek mi? Oysa ki Türklerde kadın çok değerli biliyorsun. Geçenlerde Tokat’ta çekilmiş bir belgesel vardı “Gezelim Görelim” diye. Orada halay yapıyorlar kız erkek. Sonra bir baktım ki, beş altı ayrıldılar, kızları omuzlarına koydular öyle halay yaptılar. Bu eski Türk adeti. Meğer onlar Aleviymiş. Bu ne kadar büyük bir kültürdür! İşte Atatürk bunu sağlamak, karşı davranışları kaldırmak istedi. Ayrımcılığı kaldırmak istedi.

‘Hâlâ âşık olurum, niye olmasın’

– Bedeniniz 100 yaşındasınız! Acaba duygularınız kaç yaşında?

– Hep eskisi gibi… İnsanların hissi hiç değişmiyor. Bazı insanlar kendini bırakıyorlar ben yaşlandım diye. Atıyor kendini bir tarafa, o zaman başka. Ben bazen bakıyorum kendime üzüntülü bir şey olduğu zaman, eskisi gibi ağlıyorum, eskisi gibi seviniyorum. Bir şeyden eskisi gibi zevk alıyorum. Hakikaten fark yok. Yazacağım zaten. Duygular hakikaten değişmiyor insanda sevme, hırslanma aynı.

– Aşk nasıl bir duygu? Aşk ile ilgili ne diyorsunuz?

– Aşk da öyle… Karşına çıkarsa sevebilirsin, beğendiğin olursa. Baksana benim bir tane var… (Hayrettin Karaca’yı kastediyor. Kahkahayla gülüyor. FG.) Ama bende ona karşı yok nedense.

– Cinsellik nasıl? Cinsellikle ilgili ne düşünüyorsunuz?

– Cinsellik olabiliyor, neden olmasın? Yemek içmek neyse cinsellikte o. Bulursun yaparsın, bulamazsan aç kalırsın.

– Şimdi dönüp geçmişe baktığınız zaman iki tane kız çocuğu yetiştirmişsiniz. Keşke şunu şöyle yapsaydım dediğiniz oldu mu?

– Hiç keşke demekten hoşlanmam. Erkek-kız ayırmıyorum. Ama ben çalışırken çocuklarıma daha başka muamele edemedim. Bilgisizlikten, çalışmaktan…

– Nasıl muamele etmek isterdiniz?

– Yakın arkadaş olamadım. Şimdi düşünüyorum, çocukları tiyatroya götürmek lazımdı, sinemalara… Hiçbir şey yapamadım. Eskiden herkes böyleydi. Bir taraftan da çalışmam lazımdı. Bir taraftan da kocadan kaynaklanan işler… Bugünkü gibi düşünemedim o zaman.

– Kendinizi hep ben mutlu bir insanım diye tanımlıyorsunuz… Bu mutluluğun kaynağı nedir?

– Kendi kendimi mutlu görmek. Çünkü mutlu olmamak için o kadar çok sebep var ki. Ne sıkıntılar oldu. Küçücük bir evin içindeyim, kalabalığız, annem var, Turan (Turan İtil, küçük kardeşi. FG.) var, çocuklar oldu. Örneğin evi temizlerim, niye böyle yaptım kendimi yordum demem. Bir yemek yaparım, ay çok güzel oldu derim kendime. Gelen olur mutlu olurlar, neden geldiler demem. Küçücük evde 12 kişi misafir olduğu oldu. Kemal’in taraftan gelir, benim taraftan gelir.

– Peki bu kadar kalabalık, bu kadar sorumluluk taşıyan bir aile içinde bu bilimsel çalışmalara nasıl zaman ayırabildiniz?

– Onları müzede yaptık. Evde kendi kendime İngilizce öğrendim, biliyorsun.

‘19 Mayıs, hayatımızdır bizim’

– Bugün 19 Mayıs. Bugünün önemi nedir sizin için?

– Vallahi 19 Mayıs hayatımız kızım. Şekerim, o zaman spor bayramı yapılıyordu 19 Mayıs’ta. Çok güzel oluyordu. Daha öğretmen okulundayken 1926’larda Bursa Lisesi’ne giderdik, erkeklerle beraber orada jimnastik yapardık. Şortlarımız vardı kısa onlarla yapardık. Büyük sahada değil ama erkeklerle birlikte yapardık onu biliyorum. Atatürk’ün bunu gençlere vermesi ne kadar önemli! Şimdiye kadar tarihte çocuklara ve gençlere bayram hediye edilmesi yok. Bu kadar yüksek görüşlü… Çok güzel oluyordu. Bunlar kaldırdılar. Halbuki insanları toplamak bir araya getirmek çok önemli.

– Törenlerin kaldırıldığını düşünüyor musunuz? Eskiden okullarda resmi törenle yapılırdı, şimdi bütün halk bayramları kutluyor. Aslında bayramlar kitleselleşti. Halka indi bu anlamda…

– Çok haklısın, tören olmaktan çıktı, bu çok önemli. Bu ülkemiz için çok çok önemli. Zaman zaman üzüldüğüm oluyor, ama birçok şeyleri düşündüğüm zaman da mutlu oluyorum, bu devrim diyorum, bu devrimin sonu iyi olacak diyorum memleketimiz için.

‘İkinci 100’e başlıyorum’

– Bundan sonraki yaşamınızda neler yapmak istiyorsunuz?

– Artık bundan sonra 1’den başlıyoruz. 100’den sonra 1. Kardeşimin kitabı var. Önce Turan’ın kitabını bitireceğim, yayınlayacağız. (Prof. Dr. Turan İtil 30 Nisan 2014’te yaşamını yitirdi. Muazzez İlmiye Çığ, Turan Bey’in yaşam öyküsünü yazdığı kitabının yayına hazırlanmasından söz ediyor.) Sonra gençler için bir kitap yazmak istiyorum yani eğer vaktim olursa… Atatürk zamanını onlara anlatacağım, çünkü ne olursa olsun bilinmeyen birçok şey var. 1925’te 26’da erkekle kadının kol kola gezdiğini bilmezler. Şapka giydi kadınlar bilmezler. Birçok şeyler var, diyorum oturayım onlara yazayım. O zaman neydik, bugün ne olduk, bunları görsünler diye düşünüyorum. Eğer vaktim olursa. (Gülüyor. FG)

– Sumer bitti mi?

– Bitti artık. Yalnız eğer yapabilirsem, son iki kitabı Tufan kitabıyla beraber ikisini İngilizce makale yapmak istiyorum. İngilizce bir makale yapıp dışarıya tanıtmak için. Sumerleri kendi dilimde yazdım, yabancıya tanıtmak için bir şeyler yapmak lazım.

– Söyleşimize eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

– Sana çok başarılar diliyorum.