Ufuk açıcı çözümlemelerine ve teşhislerine rağmen, Piketty’nin yeni Marx olduğunu iddia etmenin tek bir anlamı olabilir – Marx’ı okumamak ve bilmemek. Oldukça kapsamlı verilere dayanarak data mining (veri avlama) yöntemleriyle gerçek doğruya ulaşabileceğini düşünen Piketty’nin analizi bu nedenle kapsam itibariyle ve daha önemlisi ideolojik olarak sınırlı olmaya mahkumdur. Piketty, her ne kadar iktisadi modellemelere ve bu modellerin ön kabullerine ihtiyatla yaklaşsa da, sahip olduğu sosyal bilimci hassaslığı, meselenin modellenerek açıklanması gereken makro noktalarını es geçmesine neden oluyor.
Thomas Piketty’in orijinal Fransızca edisyonu 2013’te, daha çok ses getiren İngilizce edisyonu 2014’te yayınlanan “21. Yüzyılda Anapara” (Le Capital au XXIe siècle) adlı kitabı, gelir dağılımındaki adaletsizlik ile anapara ve servetten elde edilen gelirin yüzyıllar boyunca nasıl arttığı gibi günümüzün sosyopolitik yapısını bilfiil ilgilendiren sorunları analitik bir şekilde inceleyerek berraklaştırmaya ve basitleştirmeye; getirdiği çözüm önerileriyle de bu basitliği muhafaza etmeye çalışan kapsamlı bir kitap. Kitabın ne kadar ses getirdiği, yazarın bilhassa çıktığı ABD turnesinde yarattığı sansasyon ve medya ilgisi malum (örneğin Libération gazetesine göre, Piketty ABD’de bir süperstardır). Kitap, şüphesiz medyatik olmasının ötesinde de siyasal ve kuramsal bir ilgiyi hak ediyor.
Özetlemek gerekirse, eser, ekonometrik istatistiklerle sermayenin son yüzyıldaki gidişatını, yarattığı servet yoğunlaşmalarını ve buna bağlı olarak ortaya çıkan gelir uçurumunu tarihsel bir çerçevede analitik yöntemlerle anlatan, sonrasında da sermayenin gelir dağılımında yol açtığı adaletsizlik sorununu çözmek için de küresel bir sermaye vergisi önerisi getiren bir çalışma. Kitabın ne kadar emek yoğun olduğu, kullandığı verileri toplamak için ne kadar derin ve kapsamlı arşiv taraması yapıldığı hemen fark ediliyor. Daha da önemlisi, daha düne kadar ekonomistlerin ellerinde olmayan derinlikte, ayrıntılarla dolu veritabanlarının kullanılması (her ne kadar Financial Times, Piketty’nin grafiklerine ve verilerine itiraz etmiş olsa da), bu kitabı önemli kılan diğer bir etmen.
Bu yazıda, Piketty’nin kitabını eleştirel bir çerçeveden değerlendirirken (kısaca kitabı 21YA olarak analım), vahşi kapitalizmi kontrol etmek için öne sürülen kimi yöntemleri tekrar ele alacak, sosyopolitik ve kuramsal zeminde bu önerilerin ve tezlerin nasıl işleyeceğini anlamaya çalışacağız. Bu süreçte aklımızda şu soru olacak: Gelir dağılımındaki eşitsizliği devlet gibi merkezi bir otorite olmadan nasıl engelleyebiliriz? Bu soru, günümüz ekonomik sisteminde “servet düşmanı” olmadan, kitlelerin desteğini alarak, ekonomik sistemi korkutucu bir şekilde sarsmadan, sermayeyi kişiden alıp devlete vermek gibi ad hoc çözümlere yeltenmeden, zenginliği ve servet birikimini, sonuca değil de nedene odaklanarak nasıl “kontrol edebileceğimiz” sorusunu yanıtlamadan önce atılması gereken ilk adımlardandır.
Devleti ele geçirmiş kapitalizmle mücadele etmek
Amerikan rüyası kapitalizm şöyle işler. Üniversitede okurken, yurt odanızda bir iki arkadaşınızla beraber, bir internet sitesi yaratırsınız. Site, sadece kullanıcıların yükledikleri verileri barındıracak şekilde tasarlanır, bir iki ufak tefek bilgi dışında bu internet sitesinin içeriğini siz hazırlamazsınız. Sitenize, öncelikle sadece kendi üniversitenizdeki öğrencilerin üye olmasına izin verirsiniz. Sonra, gitgide büyüyüp ilgi çeken bu sistemi, önce diğer üniversite öğrencilerine, sonra da tüm internet kullanıcılarının erişimine açarsınız. Adım adım, gerek icat ettiğiniz sistemin neredeyse tek olması sayesinde, gerekse medyayla ilişkilerinizin iyi olmasına bağlı olarak, kurduğunuz internet sitesinin kullanıcı sayısı da son on yılda 1 milyondan 1,1 milyara çıkar. Kurduğunuz site sayesinde 30 yaşında 25 milyar dolarlık bir servetiniz olur. Dahası bu servet, maaşınızın karşılığı değildir, zira şirketinizde sadece 1 dolarlık sembolik bir maaşla çalışmaktasınızdır. Üstüne üstlük, borsadaki başarınız da bu servetin birincil nedeni değildir. Şirketinizin hisse değeri 38 Dolar’dan, ancak 60 Dolar’a çıkabilmiştir, ine çıka. (1) Nihayetinde, akıllı ve yaratıcı bir veledin, şansın ve hırsın da epeyce yardımıyla, insanların “gönüllü olara” iştirak ettiği bir internet sitesi sayesinde, 30 yaşında 25 milyar dolar servetinin olmasını nasıl “engelleriz”?
21YA, bu ve benzeri durumlarda, gelir uçurumunun bu kadar açılabildiği bir devirde, sermayenin nasıl kontrol edilebileceğini, tarihsel veriler ışığında çözümleyip, nispeten merkeziyetçi, vergi temelli bir çözüm önerisinde bulunuyor. Piketty’nin neo-sosyalist yaklaşımını anlayabilmek için, spektrumun tamamen zıt ucunda yer alan başka bir siyasi algıyla mukayesesini önemli görüyorum. Zira gelir vergisini hırsızlık olarak gören anarko-kapitalist / liberter yaklaşımı anlamadan ve yad etmeden, kapital/izm üzerine yazılan bir kitabı kavramak zordur. Bu vesileyle, yeni-sol ya da neo-sosyalizm dışında da, devleti ele geçirmiş kapitalizme yönelik insancıl, makul ve rasyonel alternatifler olabileceğini anımsamamız gerekiyor. Dahası, bu alternatifleri mukayese etmeden her iki tezi de yeteri kadar geliştiremez, bu tezlerin eksiklerini göremez, haydi biraz Hegelci olalım, arzulanan senteze de ulaşamayız. Bu anlamda özetlemek gerekirse, devleti ele geçirmiş kapitalizmle mücadele etmenin iki yolu vardır. Birincisi, devleti ele geçiren kapitalizmi alaşağı edip yerine daha “iyisini” koymak, en kötü ihtimalle de bu kapitalizmin vahşiliğini törpülemektir. İkincisi de, ele geçirilecek devleti ortadan kaldırmak, yerine daha adil ve özgürlükçü bir şey koymaya çalışmaktır. Ama, her iki analizin de ortak başlangıç noktası, kapitalizmin devleti ele geçirmiş olmasıdır. Başka şekilde ifade etmek gerekirse, anarko-kapitalizme göre, devlet zaten kapitalizm tarafından ele geçirilmek için var edilmiştir, kapitalizmin zulümlerinin çoğu kapitalizmin elinde devlet gibi bir güç olmasından kaynaklanır. Kısacası, kapitalizmi kontrol altına almanın bir yolu devletçilikse, diğer yolu da devletsizliktir. Bu hususları anımsamak 21YA’yı okumadan önce önemlidir. Zira, Piketty dahil olmak üzere neo-sosyalizmin, Fransız Sosyalist Partisi’nden tutun da İngiliz İşçi Partisi’ne dek süregiden yeni müreffeh sosyal devlet anlayışının birincil tezi budur: kapitalizmi gerek yüksek vergilerle, gerekse sosyal devlet politikalarıyla ehlileştirmek.
Ancak burada, kafa karıştırıcı olan, bu stratejinin temel ve devrimci bir yenilik getirmediği, devletçi sosyalizmi upgrade ederek, Sosyalizm 2.0 edasıyla gündeme getirmesidir. Mekanizma gerek küresel vergi talebiyle olsun, gerek uluslararası finans hareketlerinin kontrolü olarak olsun, değişmemektedir. Bu merkeziyetçiliğin ister istemez, analitik ve a priori bir şekilde yozlaşmaya ve verimsizliğe ve özgürlüklerin tırpanlanmasına yol açabileceği düşünülmeden, alternatif ekonomik politikalar üretmek dar ve tek boyutlu bir düşünce dinamiği yaratacaktır. Dolayısıyla, Piketty’yi okurken, aklımızda tutmamız gereken iki önemli anekdot var.
1) Şu anda içinde yaşadığımız sistem, sadece kapitalizm değil, devleti ele geçirmiş kapitalizmdir.
2) Küreselleşen ekonomide, tıpkı devletlerin şiddet erkinin sonu olmaması gibi, şirketlerin biriktirebileceği anaparanın ve servetin de neredeyse sonu yoktur.
Bu şartlar altında, gelir uçurumunu nasıl çözebiliriz? 21YA, yukarıdaki ikinci maddeye yoğunlaşarak bu sorunu analiz ediyor. Ancak, birinci maddeyi ihmal ederek kapitalizmin devlet gibi bir merkezi erk tarafından korunmadıkça var olamayacağı varsayımına (ya da tezine) neredeyse hiç değinmiyor. Bu minvalde başat sorumuzu bu sefer tersten soralım: devlet zoru ve baskısı olmadan, acaba bir patronun işçisinin 50 katı kazanmasına kim göz yumabilir?
Kapitalizmin Birinci Ana Kanunu
Anapara birikiminin, enflasyonla ve ekonomik büyüme oranıyla olan ilişkisi, 21YA’nın önemli sacayaklarından biri. Marx’ın tezlerini Piketty’nin hatırlatmasıyla tekrar göz önüne alalım: uzun vadede kapitalizmde ya anaparadan gelir elde etme oranı gitgide düşer ve böylece sermaye biriktirilmez hale gelir, ya da sermayeyle servet gitgide daha da artar, uçurum daha da açılır ve devrim için maddi koşulları sağlar. Bu noktada, geleneksel Marksçı ekonomik algıdan ayrılarak, Piketty bize sosyalist devrimin sanayi devrimini bile doğru dürüst yaşamamış “fakir” ülkelerde gerçekleştiğini anımsatır. Mesele, kuşkusuz sadece Marx’ın yanılması değil, kapitalizmin sanıldığından daha kuvvetli (ya da sosyalizmin sanıldığından daha zayıf) olmasıdır. Bu nedenle, anaparanın tarih içinde, savaş dönemlerini saymazsak, gitgide kuvvetlenmesi, toplumları yeni arayışlara yöneltmiştir. Gelir vergisi de belki bu arayışın en somut sonuçlarındandır. Verginin “yol, su, baraj” olarak bize geri dönmesinin ötesinde, 21YA çerçevesinde en önemli rolü toplumdaki sınıf farkını azaltmasıdır. Az kazananın düşük oranda, çok kazananın yüksek oranda vergi vermesi de bu toplumcu yaklaşımın bir ürünüdür.
Bu minvalde, ultra-zenginlerin nüfustaki oranı ve sahip oldukları mülk arasındaki ilişkiyi ifşa eden can sıkıcı grafiklerle ve rakamlarla zamanınızı almayacağım. Hepimizin aşağı yukarı aşina olduğu bu tablo, özellikle dünya savaşlarından sonra daha da trajik bir hal almıştır. Kapitalizmin devleti daha da güçlü bir şekilde ele geçirmesi, bilhassa sarsılan Amerikan rüyasının Büyük Depresyon sonrası tekrar kendini canlandırabilmesi, iki atom bombasına rağmen Japonya’nın kalkınabilmesi, faşist diktatörlüklerin yol açtığı yenilgi sonrası Zimbabwe türü hiper-enflasyonla mücadele eden Almanya ve İtalya’nın dahi tekrar müreffeh olabilmesi kapitalizme olan güveni tazelemiştir. Bu politik gücü arkasına alan kapitalizm de gerek Thatcher’ci/Özal’cı yeni sağ ile, gerekse, sendikalizm karşıtı siyasetiyle bir süre için geçici zaferini ilan edebilmiştir. (2)
Bu minvalde, sermaye ve zenginlik arasındaki bağ, 21YA’da basit ama etkili bir şekilde betimleniyor. Piketty’nin A = F x B formülü bu çerçevede milli zenginlik, faiz ve sermayenin milli gelirdeki rolünü ifade ediyor. Milli zenginlik ile kasıt, Gayrı Safi Milli Hasıladan çeşitli giderlerin, masrafların, kullanım giderlerinin çıkarılmasıyla elde edilen rakamdır. Gayrı Safi Milli Hasıla, bir bakkalın yıllık hasılatıyken, milli zenginlik de bu hasılattan bakkal dükkanının ve mobilyalarının eskime oranını gibi giderlerin çıkarılmasıyla elde edilen rakamdır. Bu rakama, hem emek ve çalışma sonucu elde edilen zenginlikler, hem de sermaye ve rant sonucu elde edilen zenginlikler dahil edilmektedir. Bu formülde, B milli zenginliğin yıllık gelire oranı, F faiz oranı (yüzde olarak), dolayısıyla da A da sermayenin milli gelirdeki oranıdır. Kuşkusuz, bu formül aslında matematiksel limit kullanarak, zamanı ifade eden bir t değişkenine bağlı olarak biraz daha karmaşık şekillerde ifade edilebilir. Ancak, gerek kitabın gerekse bu makalenin amacı açısından formülü verildiği gibi ele almak yeterli. Piketty’nin Kapitalizmin Birinci Ana Kanunu olarak adlandırdığı bu formül şöyle işlemektedir. B parametresi, gelişmiş batı ülkelerinde 1970’lerde 2 ila 3 katken, 2010’larda 4 ila 7 kata fırlamıştır. Almanya, Fransa ve Britanya’da 1870’lerde yaklaşık 8 kat olan bu parametre, dünya savaşları döneminde dibe vurmuş, ancak 1970’lerden sonra kararlı ve sürekli bir artışa geçmiştir. Bu gidişin sürmesi halinde, 1870’lerin Belle Époque’unun oranlarına, yani şaşalı zenginlik dönemine ve sınıfsal uçuruma, birkaç on yılda ulaşmak mümkün olacaktır. Piketty’nin istatistiklerine göre, 2010’larda İtalya, Japonya ve Britanya’da örneğin, ulusal servet, milli gelirin altı katıdır. Eğer faiz de Britanya’da yüzde 5 olsaydı, sermayenin ulusal gelirdeki payı, bu formüle göre 6 x 5, yani yüzde 30 olacaktı. (3) Dolayısıyla, bu formül aslında, “zengin” ekonomilerde faizlerin neden düşük olduğunu, sermayenin zenginlikteki oranının neden nispeten düşük olduğunu anlamanın bir yoludur.
Bu formülün faydası nedir? Bu formül, bize dolaylı olarak kapitalist ekonomilerde milli zenginliğin (yani B’nin) nasıl arttığını anlatır. Yukarıdaki formüle göre bunun iki yöntemi vardır: 1) faizler düşecek, dolayısıyla sermaye yatırım olarak rant dışı sektörlere yönelecek ve F düşecek, 2) sermaye birikimi hızlıca artacak ve dolayısıyla A da artacaktır. Bu da halihazırda gelişmiş ekonomilerde gördüğümüz yüzde birler mertebesinde süregiden istikrarlı büyüme oranları, yüzde 1-2’yi bile bulmayan oldukça düşük faizler, üretimin Asya’ya kaydırılması sonucu sermaye birikiminin daha da yükselmesi gibi gözlemlerle pekişmektedir.
‘Bakkalların birleşmesi sistemi’ nedir?
Piketty’nin en büyük başarısı, gelir dağılımı eşitsizliğinde, servet ve sermayenin, işgücü ve emeğe nazaran çok daha büyük rolü olduğunu, sezgilerin ve akıl yürütmelerin ötesinde rakamsal ve istatistiki verilerle desteklemesidir. Bu da, sermayenin yoğunlaşmaya eğilimli olduğu gerçeğini tekrar ortaya koymaktadır (en nihayetinde atölyenizde günde 10 sandalye yapmak yerine fabrikanızda günde 10 bin sandalye yapmak daha verimli ve kârlıdır). Sermaye arttıkça, sermayenin kuvveti ve erki bu artıştan da yüksek bir ivmeyle büyür. Dolayısıyla, sermayenin, emeğe nazaran daha fazla kazanmasının, kazanç oranını artırmasının en önemli yöntemi yoğunlaşmasıdır: Şirketleşmesi, holdingleşmesi ve kartelleşmesi, bu anlamda sadece büyüme için değil, kazanç oranını artırması ve gelirinin katlanarak çoğalması için gereklidir. Büyük bir süpermarketi “büyük” yapan sadece anaparasının mahalle bakkalından çok daha fazla olması değil, bu büyük anaparasının oransal olarak daha fazla getirisi olmasıdır (örneğin çok daha büyük miktarlarda toptan alış yapan süpermarket, bakkala göre, kilo başına kuru fasulyeye daha az öder veya günlük cirosunu bankaya yatırdığında daha fazla faiz oranı alır).
Bu gözlemler aslında çoğu okura aşinadır. Bakkal örneğinden devam etmek gerekirse, bu; bakkalların birleşerek (kooperativizm ilkesiyle ya da değil) şirketleşmesinin ekonomik anlamda, büyük hipermarketlerle baş etmelerinin tek yolu olduğunu ifade eder. Kimi batı ülkelerinde bu marketleri görmek mümkün (Britanya’daki coop marketleri gibi). Peki, birbiriyle itişip durarak hem kendilerine hem sınıfsal temellerine zarar veren bakkallar neden birleşmez? Bunun sınıf bilinci noksanlığı dışında bir açıklaması olabilir mi? Piketty’nin bize anımsattıkları aslında bu noktada önemlidir: küçük yatırımcının işini iyi bilen “yatırım danışmanı” yoktur, risk alamamaktadır ve kazancını rekabet edecek kadar artıramamaktadır.
Öte yandan, bakkalların birleşmesi sistemi, aslında Amerikan kapitalizminden tanıdığımız zincir dükkanlar (chain store) yöntemidir. Amerika’da neredeyse her benzin istasyonunda, her köşe başında bir Dunkin’ Donuts çörekçisini, bir Subway sandviççisini, benzer şekilde her kasabada bir GAP mağazasını, her mahallede bir Walgreens market-eczanesini bulabilirsiniz. Bu şirketlerin hemen hepsinin öyküsü de benzerdir. Mahalledeki sandviççi olarak başlayan maceraları, büyüyerek, diğer kentlerde şubeler açarak, marka standartları oluşturarak, diğer sandviç dükkanlarını kendilerine katıp genişleyerek (ve kuvvetle muhtemel sigortasız kaçak işçi çalıştırıp sömürünün ivmesini de artırarak) devam etmiştir. Dolayısıyla, aslında, McDonalds’ ya da Dunkin’ Donuts Amerika’nın birleşip güçlenen sandviççisi, çörekçisidir. Elbette, kooperatifleşmek yerine şirketleşmişler, insan ve hayvan sağlığına önem vermektense, kâr marjına öncelik vermişlerdir. Peki sormamak mümkün değil: neden “biz iyi insanlar” da benzer şekilde örgütlenerek, ama siyasi doğruluğu mümkün mertebe muhafaza ederek benzer ekonomik oluşumlar ve kooperatifler oluşturmuyoruz? (4) Buna verilecek aceleci yanıt hazır: “acımasız bir kapitalist olmadıkça, ‘kötü insanların’ şeytani zekalarına, hırsızlık kabiliyetlerine sahip olmadıkça, iyi insanların oluşturduğu kooperatifler iktisadi bir şekilde bu kadar başarılı olamaz”. Fakat, bu “mazeretlerin”, hele hele bilgi çağında, artık inandırıcılığı kalmamıştır. Benzer şekilde, bakkal kooperatiflerinin noksanlığını kapitalist ekonomiye yormak da, çok ciddi bir çelişkidir – zira bu kapitalizmin bizatihi kendisidir kooperatifleri mümkün kılan. Bu noktanın altını ısrarla çiziyorum, zira bu nokta kapitalist ekonomiyle, devleti ele geçirerek haksız rekabet ve haddini aşan bir eşitsizlik yaratan devletçi kapitalizm arasındaki farkı ısrarla ortaya koyar. Çoğumuzun şikayetçi olduğu aslında kapitalizm değil; polisiyle, yozlaşmış devleti ve hukukuyla, rüşvetçi memurları ve politikacılarıyla, şiddeti ve ordusuyla devletçi kapitalizmdir. (5) Bu minvalde McDonalds’ı bile kuran sandviççinin iktisadi sömürgeciliğini, iktisadi dinamikleri yok sayarak kişiselleştirmek, 21YA’nın ışığında hele, gitgide ciddiyetsiz bir yöntem olarak belirmektedir.
Kapitalizmin İkinci Ana Kanunu
Bu anlamda, gelirin ve faydanın ne kadarının emeğe, ne kadarının sermayeye aktarılması gerektiği sorunu (yani, işçilere ne kadar maaş verileceği sorunu), oldukça merkezi bir şekilde belirmektedir. 21YA, bu dinamiklerin, sermaye ve emek arasındaki paylaşım savaşlarını soğukkanlı bir şekilde, rakamsal ve oransal analizlerle açıklayarak okura sunuyor.
Bu analizin ilk tespitlerinden biri milli zenginliğin neredeyse tamamının bireysel/kişisel zenginlikler olduğudur. Örneğin, para eden arsalar ve araziler özel kişi ve şirketlere aitken, para etmeyen ve işletilmeyen dağlar bayırlar da kamunundur. Dahası bir arazi, maden bulunması veya turizme açılması gibi bir nedenle zenginlik vaat eder hale gelince, neredeyse istisnasız bir şekilde özelleştirilmektedir. Almanya, Fransa ve Britanya’da, 1870’de şahsa ait sermaye, milli gelirin yedi katıyken, bu oran dünya savaşları sonrası oldukça düşmüş ama sonra tekrar eski ivmesine kavuşarak 2010’larda 6 kat oranına ulaşabilmiştir. Öte yandan, yine bu üç ülkede kamu sermayesinin milli gelire oranı 1870’den beri, dünya savaşları sırasındaki sarsıntılar dışında, bire birdir. Kamusal sermaye, ancak milli gelir kadardır. Öte yandan, üç büyük Avrupa ülkesi dışında, ABD örneğine baktığımızda zenginliğin, beklenenin aksine o kadar da yüksek olmadığını görüyoruz. Piketty’nin rakamsal analizine göre, 1770’de şahsa ait sermaye, milli gelirin üç katı, 1910’da dünya savaşları öncesi beş katı ve 1950’lerden günümüze kadar da sadece dört katıdır. Bu rakamlar üç büyük Avrupa ekonomisiyle karşılaştırıldığında oldukça mütevazı kalmaktadır – ki ABD özelinde bu zaman diliminin ilk yüz yıllık süresine köleliğin ve onun getirdiği ekonominin yansıdığı da unutulmamalıdır.
Piketty’nin analizinin önemli noktalarından biri de şu soruya verdiği açıklamadır: Avrupa’da sermaye/gelir oranı, tarihin gördüğü en yüksek orana iki dünya savaşı sonrası tekrar geri dönmeyi nasıl başarabilmiştir ve özellikle ABD’de bu oran Avrupa’yla kıyaslandığında neden çok daha düşüktür? Bu sorunun yanıtı, Piketty’nin Kapitalizmin İkinci Ana Kanunu olarak adlandırdığı formüldür. Eğer S ile sermaye/gelir oranını, T ile tasarruf oranını, B ile de büyüme oranını gösterirsek, Kapitalizmin İkinci Ana Kanunu şu şekilde sembolize edilebilir: S = T / B. Örneğin, yüzde on tasarruf eden bir bütçe, yüzde iki büyümenin olduğu bir ekonomide, 5 kat gibi bir sermaye/gelir oranı yakalar. Şüphesiz, bu basit formüle biraz ihtiyatla yaklaşmak gerekir. T ve B gibi değişkenlerin içinde yine bir t zaman parametresi olduğu, bu formülün de aslında t sonsuza giderken işleyeceğini görmek şarttır. Piketty’nin de vurguladığı gibi, meraklısı için söyleyelim, bu aslında asimptotik bir formüldür. Zamana bağlı olarak formülün başarısı artacaktır. Bu anlamda, Piketty’nin de dikkatlice altını çizdiği gibi, uzun vadede, yüksek oranda tasarruf yapan ama düşük ve kararlı bir hızda büyüyen ülkelerin sermaye birikimi çok daha fazla olacaktır.
Bu analizleri okuyup sermayenin birikimini anlamaya çalışırken ve gelir dağılımına dair sonuçlar çıkarırken dikkatli olmakta fayda var. Zira, bu minvalde, gelir dağılımının Afrika’da, Batı memleketlerinin yaklaşık yirmide biri olması, gelir eşitsizliğini anlamada yeterli değildir. Burada dikkat etmemiz gereken, satın alma parametresi ve gelir dağılımının iki ucu arasındaki farktır. Zira söz konusu gelir ortalaması ise, tanım gereği, kimilerinin geliri bu ortalamanın üstünde, kimilerininki de altında olacaktır. Mesele ortalamanın üzerindeki gelirin ne kadar fazla, ortalamanın altındaki gelirin ne kadar düşük olduğudur. Bu, Rawlsçı bir yaklaşımın önemini vurgular: en düşük sınıfın durumunu düzeltmek, ortalamayı rakamsal olarak artırmaktan daha önemlidir. Kuşkusuz, bu, aynı zamanda sonuç olarak toplumların gelir ortalamasını artıracak, gelir dağılımını da belki biraz daha eşitlikçi yapacaktır. Ancak, dikkat ediniz, burada gelir ortalamasının artması bir sonuçtur, neden ya da birincil amaç değil.
Piketty’nin yöntembilgisinin yeterli gelmediğini hissetmeye başladığınız anlar da tam da bu ve benzeri durumlardır. Nihayetinde, birçok grafik ve tabloyla dolu olan 21YA’nın odağı rakamsal, istatistiki ve analitik sonuçlardır. Sunduğu çözümleme de bu sonuçlardan yola çıkarak, nedeni teşhis etmek üzerine yoğunlaşır. Ancak bu yöntem, neden-sonuç ilişkisini anlamamızı zorlaştırır. Y’den yola çıkarak X’in Y’ye sebep olduğu sonucu çıkarmak mantıken oldukça kusurlu uslamlamalara neden olur. Benzer şekilde, istatistiki veriler, hemen hemen her boyutta farklı yorumlamalara açıktır. Gelir ortalaması, standart sapmayı, o gelirin tekabül ettiği alım gücünü bilmeden anlamsızdır, örneğin. Bu yazıda bu konulara her ne kadar girmeyecek olsak da, Piketty’nin analitik yönteminin sonuçtan hareket ettiğini, belki de ekonometrik ve istatistiki her yaklaşımın sosyal bilimlerde böyle bir kusuru olduğunu belirtmekle yetinelim. (6)
Sermaye ve emekten elde edilen gelirin dağılımı
Şimdi de 21YA’nın sermaye ve emekten elde edilen gelirin dağılımı karşılaştırıldığında, sermayenin dağılımın nasıl daha adaletsiz olduğuna dair sunduğu verileri ele alalım. 21YA’nın ele aldığı ilk veri şudur. Gelir ve sermaye hareketine dair bilgilerin olduğu tüm ülkelerde, istisnasız bir şekilde, emeğe bağlı elde edilen gelirin en yüksek yüzde onluk dilimini alan sınıf, toplam gelirin yaklaşık yüzde 25’ini veya 30’unu alır. Yani, emeğe, çalışmaya bağlı gelir düşünüldüğünde, maaşı, kazancı en yüksek olan işlerde çalışan yüzde onluk dilim, o ülkenin toplam emek gelirinin yaklaşık yüzde otuzunu elde eder, yaklaşık olarak da ortalamanın üç katı gelir elde eder. Fakat, sermayeden ve servetten elde edilen gelir incelendiğinde, en üst yüzde onluk dilimin tüm servetin en az yarısına sahip olduğu görülür. Dolayısıyla, sermayeden ve servetten (yani menkul ve gayrımenkul servetten) elde edilen gelir, emekten elde edilen kazanca göre her zaman çok daha fazladır. Rant, emeği geçmiştir.
Bu aşamada, 21YA, Avrupa’da bu gelir eşitsizliğinin nasıl işlediğiyle ilgili, bu yazının kapsamını aşan veriler ve tartışmalar sunuyor. Özellikle en çok kazanan yüzde onluk dilimle, en çok kazanan yüzde birlik dilim arasındaki gelir uçurumunu tekrar tekrar anımsamak, tartışmanın iki boyutunu tekrar hatırlatıyor bize. 21YA’ya göre günümüzdeki eğilim devam ederse, 2030 yılında ABD’de en yüksek yüzde onluk gelir grubu ortalama olarak ayda 9 bin avro, en üst yüzde birlik gelir grubu ise ayda 34 bin avro kazanacaktır. En alt yüzde ellilik dilimse sadece ayda 800 avro kazanacaktır. Gelir dağılımını bir de varlık ve servet durumuyla karşılaştırdığımızda sonuç daha da trajiktir. 2030’lara gitmeden, Fransa’daki son verilere göre, ülkedeki en zengin yüzde onluk grup, ülkenin zenginliğinin yüzde 62’sine sahiptir. En fakir yüzde ellilik kitleyse ülkedeki zenginliğin sadece yüzde dördüne sahiptir (ABD’de bu rakamlar yüzde 72’ye, yüzde 2’dir ve off-shore zenginlikleri içermemektedir). Unutulmamalıdır ki, bu rakamlar dünya savaşları sonrası nispeten dengelenmiş rakamlardır. Savaş öncesi, 1900-1910 döneminde, 21YA’ya göre, haklarında yeterli bilgiye sahip olduğumuz her ülkede, en zengin yüzde onluk dilim, toplumun neredeyse tüm zenginliğinin ve servetinin sahibiydi.
Burada, yeniden benzer bir uyarı yapmak zorundayım. Bu rakamlar eşitsizliğin boyutunu ortaya koyuyor. Kabul. Ancak, bu rakamların sürekli bir ortalamaya dayandığı, dolayısıyla, ülkeler arası karşılaştırma yapılırken bu ortalama farklılıklarının ciddi sapmalar yaratacağı unutulmamalıdır. Örneğin, ABD’de en üst yüzde 10’luk dilimle, en alt yüzde 50’lik dilimin servet oranı yüzde 72 ile yüzde 2’dir. Keza, Nepal’de de en üst en üst yüzde 10’luk dilimle en alt yüzde 50’lik dilimin servetinin birbirine oranı da benzerdir. Her iki ülkede de en zengin yüzde onluk dilim, en fakir yüzde onluk dilimden 15-16 kat fazla kazanır. Fakat, ABD’nin gelir ortalaması, alım gücüne göre normalleştirildiğinde bile, Nepal’in 35 katıdır. Dolayısıyla ABD’de yoksul olmakla, Nepal’de yoksul olmak arasındaki trajik farkı 21YA’nın verileriyle, hele hele refah boyutunda, doğrudan okumak mümkün değildir.
Daha da önemlisi, bu yukarıdaki veriler (yüzde 72’ye yüzde 2’lik dağılım gibi) adaletsizse eğer, adaletli dağılım nasıl olmalıdır? Bu sorunun yanıtını verirken kullanmamız gereken rakam, ortalamadan ziyade, bir tür sapma (deviation)’dır. En fakir ve en zenginin, ortalamadan ne kadar uzaklaştığını öğrenmek, iktisadi tabloyu daha iyi değerlendirmekte önemli veri sağlar. Kısacası, ortalama geliri ne olursa olsun, adil bir toplumda en yüksek yüzde onluk dilimin ve en alt yüzde onluk dilimin, ortalama gelire oranı kaç kat olmalıdır? Daha önce de değindiğimiz gibi, ortalama, adı üstünde ortalamayı verir – fakat ortalama değerde buluşan rakamların birbirine ne kadar uzak olduğunu, zenginle fakir arasındaki uçurumu, doğrudan temsil etmez.
Bu minvalde en önemli soruysa, tahmin ettiğimiz ya da geliştireceğimiz bu adil gelir/servet dağılımı modelinin, iktisadi olarak dengeli ve sürdürülebilir olduğunu tanıtlamaktır. En nihayetinde rakamsal adalet algımızın, iktisadi (ve ekolojik) sürdürülebilirlik sağlama algımızla örtüşmesi gerekmektedir. Örneğin, dünya savaşları sonrası ortadireğin büyümesi, gelir uçurumunun azaltılmasında önemli rol oynamıştır. 21YA’ya göre, Fransa’da 20. yüzyılda gelir eşitsizliğinin azalmasında iki faktör rol oynamıştır: Gayrimenkul gibi mülk gelirlerinden elde edilen gelirin azalması ile sermayeden elde edilen yüksek faizin ciddi derecede düşmesi. Bu faktörün, ortadirek sınıfının büyümesinin bir sonucu mu yoksa, bu faktöre yol açan bir neden mi olduğu tartışmasını 21YA’da bulmak mümkün değil. Ancak, daha önce de değindiğimiz neden-sonuç ilişkisini kurma zorluğuna burada kısaca değinmekle yetinelim.
Bu kapsamda, Piketty’nin basında ekseri yer bulan f > b formülünü tartışmak gerekir: kapitalizmde, faiz (f), büyüme oranından (b) büyüktür. Piketty, bunun matematiksel ya da mantıksal bir zorunluluk değil, tersine tarihsel bir olgu olduğunu belirtiyor. Diğer bir değişle, bu formül, sentetik ve a posteriori bir durumun betimlemesidir. Ayrıca, bu formül, çoğumuzun kafasını kurcalayan bir olgunun sembolleştirilmiş halidir. Eğer ekonomi, örneğin yüzde 2 büyüyorsa, parama nasıl yüzde 3 faiz alabiliyorum? Ekonomi yüzde 2 büyürken, borsa nasıl yüzde 4 kazanç getiriyor? Bu, Piketty’ye göre kapitalizmin merkezi çelişkisidir.
Piketty, tarihsel veriler ışığında milattan başlayarak bu formülün gidişatının izini sürüyor. Bu değişkenlerin, hangi dönemlerde, hangi oranlarda ve nasıl arttığını anlatıyor ayrıntılı çözümlemelerle. Özetle bu formülden çıkarılacak iki sonuç var. Birincisi, bu, miras ile aktarılan zenginliğin emek karşılığı zenginlikten çok daha hızlı arttığını ifade eder. Dünya savaşları öncesindeki döneminde neredeyse zenginliğin yüzde 90’ına tekabül eden mirasa dayalı servet, bu gidişle, dünya savaşları döneminde geçirdiği ciddi düşüşe rağmen, 2050’lerde zenginliğin yüzde 80’i ila yüzde 90’ına tekabül ederek eski sefahat günlerine dönecektir. Bu, dikkatli düşünüldüğünde, özellikle göçmen alan toplumlardaki (yani sanayileşmiş batı ülkelerinde) sınıf farkını, onlarca kuşaktır aynı kentte yaşayan ailenin sahip olduğu ve diğer nesle aktaracağı mirasla bir kuşak önce o kente göçmüş ailenin edineceği miras arasındaki uçurum nedeniyle, katlayarak artıracaktır. Bu olgu, göçmen politikalarının çözümlenmesinde ve yabancı düşmanlığını iktisadi çerçevede ele almada önemli bir parametredir.
Kapitalizmin temel çelişkisini betimleyen formülden çıkaracağımız ikinci sonuç, dünya savaşları öncesi gözlemlenen gelir eşitsizliğinin günümüzde henüz var olmamasının nedeni, Piketty’nin şık bir şekilde ifade ettiği gibi, İkinci Dünya Savaşı’nın üzerinden henüz yeterli sürenin geçmemiş olmasıdır. f > b formülüne göre, yine bir gizli zaman parametresi vardır, zaman ilerledikçe faiz ve kalkınma arasındaki fark açılacak ve nihayetinde de gelir uçurumu artacaktır. Son olarak, dikkat edilmelidir, bu formül geçerliyse eğer, büyüme oranını artırmak, yani “ekonomiyi şahlandırmak”, gelir adaleti için bir çözüm getirmeyecektir. Zira eğer b artıyorsa, buna bağlı olarak f her zaman yine b’den büyük olacaktır. Marx’ın zamanla f ve b arasındaki farkın kapanacağına dair öngörüsünü tartışmak bu minvalde önemli, ancak bu yazının kapsamı dışında bir meseledir.
Piketty’nin çözüm önerileri ve sorular
Bağlayalım. Bu yazıda, 21YA’nın kimi ilgi çekici noktalarına eleştirel bir şekilde değindim. Kuşkusuz bu yazıda tartışmadığım birçok nokta var 21YA’nın ayrıntılı eğildiği. ABD’deki üniversite bütçelerinden veya emeklilik fonlarından tutun da, dünyanın en zenginlerinin servetlerine veya 2007-8 küresel finansal krizine dönük analizlere, bizler için en önemli gördüğüm konulara öncelik vermek istediğimden, bu yazıda değinmedim. (7) Kuşkusuz bu konuların analizini yapmak bu makalenin hacmini daha da artıracaktır.
21YA’yı okuduktan sonra sorularımızın artması doğal. Sermayenin özel sektörde birikmesi, kamuda birikmesinden neden daha sakıncalıdır? Devletçi ekonomide elit kitle -ya da politbüro- yaratmak, kapitalizmin yarattığına benzer bir eşitsizlik yaratır mı? Kooperatifler örneğinde değinmeye çalıştığım gibi, acaba kötü sermaye karşısına, “iyi sermaye” koymak mümkün müdür? Hepimizin cebindeki paraya göz koyan bankalara karşı, tıpkı ABD’deki gibi kredi birlikleri neden oluşturamıyoruz? Acaba, devleti ele geçirmeksizin, “büyük ve dolandırıcı” bankanın, yerel kredi birliği karşısında hayatta kalma şansı var mıdır?
Bu soruların yanıtını bir kenara bırakacak olursak, Piketty’nin sermayenin uluslarüstü piyasalarda aşırı gelir elde etmesini engellemek için çözümü, daha önce değindiğimiz gibi, uluslararası bir sermaye vergisidir. Piketty bu tezini desteklemek için yoksulun oransal olarak daha fazla vergi verdiğine, fazla kazanandan fazla vergi alınmasını savunan siyasetin özellikle 80’lerden sonra inişe geçmesine, bunun da özellikle Britanya’da ve ABD’de zenginliğin astronomik oranlarda yoğunlaşmasına yol açmada önemli bir etmen olduğuna değinmektedir. Ancak, Piketty, bu noktadan, yüzde seksenler civarında bir servet vergisi noktasına kayıyor. Bu, Piketty’nin de değindiği gibi devlete gelir kapısı açmak için değil (zira bu şekilde toplanacak para devlet bütçesinde su damlasıdır), bireylerin bu kadar fazla servet biriktirmesinin önüne geçmek için önerilen bir çözümdür. Peki, acaba bu bir servet gaspı mıdır? Dahası, servet vergisi, ki bana derhal “Varlık Vergisi”ni anımsatıyor, ne kadar antikapitalist olsak da olalım, siyaseten ve ahlaken makul müdür? En önemlisi, servet vergisi, sermaye birikimini yaratan nedenlere yoğunlaşmadan, sadece sonuca bakıp, bu sonucu ortadan kaldırmaya çalışan yüzeysel ve hatta popülist bir yöntem değil midir? Nihayetinde bu, uluslarüstü bir finansal ve ekonomik otoriteye açık bir davet değil midir? Zira, zenginlerin Cayman Adaları’ndaki servetinden vergi toplamak istiyorsanız, Cayman Adaları’nda otoritesi geçecek bir yetkeye ihtiyacınız vardır. İsviçre bankalarında yüksek meblağlara sahip bir devlet adamınız varsa, ya vatandaşlarınızın paralarını yurtdışına çıkarmalarını engeller (ve böylece uluslararası finans piyasalarından dışlanmayı göze alır) ya da İsviçre bankalarının dahi tabi olacağı bir uluslarüstü finans vergisi icat edersiniz (İsviçre bankaları da buna yanaşırsa elbette).
Piketty’nin çözüm önerileri makul ve tutarlı olsa da gerçekçiliği anlamında tereddüt yaratmaktadır. Denizaşırı servetlerin, uluslarüstü yatırımların vergi kurumlarına bildirilmesi örneğin, kulağa basit gelse de, günümüz uluslarüstü ekonomik sisteminde çok zor bir proje olarak belirmektedir. Asıl çelişki, bu vergiyi toplayacak olanın, zenginliğini devlete sırtını dayararak elde ettiği ayrıcalıklarla büyüten bir iktisadi ve siyasi bir güç odağının, yani burjuvazinin, bizzat “sahibi olduğu” devletin ta kendisi olmasıdır. Bu nokta, önemlidir. Piketty’nin analitik verilerden sentetik bir sonuç çıkarmaya çalışırken yaşadığı büyük bocalamayı net bir şekilde ifade etmektedir. Basitçe ifade etmek gerekirse, burjuvaziyle devlet arasındaki ilişki düşünüldüğünde, devletin kendini neredeyse var eden burjuvaziye zarar vermesi sürdürülebilir değildir (François Hollande’ın popülist servet vergisinin sürdürülebilirliği tartışmaları, örneğin).
Öte yandan, popülist manada, vergi gibi bir çözüm kitlelerin desteğini alacaktır. Zira, gelişmiş ülkelerde bile, en zenginlerin geliri genelde sadece on milyonlar (avro, dolar ya da sterlin) düzeyindedir. Piketty’nin verdiği örneğe göre, Fransa’nın en zengini olan L’Oréal hanedanının sahibi zattın geliri, 30 milyar avroluk servetine rağmen, sadece 5 milyon avrodur. Dolayısıyla, vergi de sadece 5 milyon avroluk meblağa tahakkuk etmektedir. Kalan 29 milyar 995 milyon avro ise vergi dışı kalmaktadır. Bu mantıksızlık, ancak devleti ele geçiren, devlet gibi bir ayrıcalığa varoluşsal bir şekilde ihtiyaç duyan bir kapitalizmde ve onun yarattığı burjuvazide mümkün olur görünmektedir. (8)
Öte yandan, Piketty’nin Amerikan tipi ekonomistlere bir alternatif olarak belirmesi, medyadan ciddi ve ilham verici bir ilgi görmesi şüphesiz önemlidir. (9) Piketty, Amerikan tipi matematiksel ekonomiyi reddini, açık ve net bir şekilde belirtiyor kitabında. Bu mukayeseyi daha iyi kavramak için popüler bir örneği kısaca ele alalım. Son zamanlarda adı parlayan, memleketimizin ödüllendirdiği Daren Acemoğlu Why Nations Fail’de, Piketty’nin değindiği noktaları es geçerek, yoksul ülkelerin yaşadığı iktisadi ve sosyal trajedileri neredeyse istisnasız bir şekilde kapalı toplum olmalarına bağlamaktadır – Popper ve Soros’un popülerleştirdiği açık toplum idealini savunarak. Kuşkusuz, totaliter ve antidemokratik rejimlerin iktisadi olarak da çökmesi, halklarını sömürmesi şaşırtıcı değildir. Ancak bu, iktisadi ilerlemenin yegane şartının kapitalist pazar ekonomisi olduğu gerçeğini nasıl nedensel ve analitik bir şekilde ötelemiyorsa, benzer şekilde, açık toplum ideali, sahip olduğu birçok özenilesi ütopyaya rağmen, iktisadi dengeyi sağlamada öncül ve yeterli fikri ve tatbiki kuvveti sağlayamamaktadır. Burada duralım.
***
Tüm bu ufuk açıcı çözümlemelerine ve teşhislerine rağmen, Piketty’nin yeni Marx olduğunu iddia etmenin tek bir anlamı olabilir – Marx’ı okumamak ve bilmemek. Oldukça kapsamlı verilere dayanarak data mining (veri avlama) yöntemleriyle gerçek doğruya ulaşabileceğini düşünen Piketty’nin analizi bu nedenle kapsam itibariyle ve daha önemlisi ideolojik olarak sınırlı olmaya mahkumdur. Piketty, her ne kadar iktisadi modellemelere ve bu modellerin ön kabullerine ihtiyatla yaklaşsa da, sahip olduğu sosyal bilimci hassaslığı, meselenin modellenerek açıklanması gereken makro noktalarını es geçmesine neden oluyor. Bu da kuşkusuz, bu makalede dile getirdiğim birçok sorunun tam olarak yanıtlanamamasına neden oluyor. Bu nedenle Piketty’yi okurken, düşünsel kaygılarla Piketty’nin okuldaşı Sartre’ın varoluşçu tınılarını, diyalektik kaygılarla da Piketty’nin anti-tezi olan kimi liberter yaklaşımları akılda tutmanın önemli olduğuna inanıyorum.
Dipnotlar
1) Karşılaştırmak için belirtelim, aynı zaman diliminde, ünlü bir online televizyon yayını şirketinin hisse fiyatları 70 Dolar’dan 400 Dolar’a fırlamıştır.
2) Savaş dönemlerine değinmişken, parantez açmamak olmaz. Naomi Klein’in Felaket Ekonomisi’yle, Graeber’in Borç’unu aklımızda tutarsak, felaketler, insanların kapitalizm dışı örgütlenmelerini sağlar (1975’te İrlanda’da tüm bankaların işlemlerini aylarca durdurmasını ya da Katrina felaketi sonrası New Orleans’ı anımsayın). Öte yandan, aynı felaketler, devletlerin tepki çekebilecek politikalarını uygulamaya koymaları için de birebirdir (büyük Türkiye depremi sonrasını düşünün).
3) ABD’de örneğin vadeli hesapların faiz oranları binde biri bile bulmazken, uzun vadeli CD hesaplarında faiz yüzde 2 civarındadır. Benzer şekilde, Britanya’da da benzer şekilde faizler yüzde 2’yi bile bulmamaktadır. Bu takdirde, Britanya’da sermayenin milli gelirdeki oranı yüzde 12’dir, Piketty’nin formülüne göre.
4) Bunun en güzel örneği, Brooklyn’deki Park Slope Food Coop’tur (Park Slope mahallesi Gıda Kooperatifi). Food Coop, eşitlikçi ideallerle yönetilen, inanılmaz ucuz fiyata çok yüksek kaliteli gıdaları sadece üyelerine satan, üyelerinin her ay üç saat çalışmak zorunda olduğu, İsrail mamullerini satıp satmamak gibi tali görünen konularda bile aylarca tartışmaların ve kampanyaların yapıldığı, muazzam bir kooperatiftir. Benzerleri de Paris gibi kimi Avrupa kentlerinde açılmaya çalışılsa da, Park Slope Food Coop 1973’ten beri aktif olarak kesintisiz bir şekilde işlemektedir.
5) Nasıl delikli demir mertliği bozduysa, devleti arkasına alan kapitalizmin de emek/sermaye mücadelesindeki mertliği bozduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, siyasi mücadelenin ilk hedefinin de önce devlet, sonra kapitalizm olduğu sonucunu çıkarıyorum bu gözlemlerin ışığı altında.
6) Neden sonuç ilişkisine dair karmaşalar özellikle tıp bilimlerinde gülünç sonuçlar yaratır. Sırf protein içerdiği için et yemenin tavsiye edilmesi, sırf zihni açıyor diye nikotin içeriği nedeniyle yıllar önce hekimlerin sigara tüketimini teşvik etmesi gibi örnekler akla gelir. Sosyal bilimlerdeyse, sonuca bakarak nedeni tahmin etme trajik bir yöntemdir.
7) Ancak, önemle dikkat çekmek isterim ki bilhassa bireysel emekliliğin popülerleşmesi, özel üniversitelerin artıp devlet üniversitelerinde harçların kaldırılması sonrası YÖK’ün daha az sorgulanır olması gibi noktalar ışığında, Piketty’nin bu yazının kapsamına yer darlığı nedeniyle üzülerek alamadığım analizleri, Türkiye özelinde ayrı bir ilgiyi hak ediyor.
8) Ancak, rakamsal olarak bakıldığında da vergi meselesinin oldukça sorunlu olduğunu belirtmek zorundayım. Basit bir örnekle meramımı açıklayayım. Örneğin, 1000 lira brüt maaşla çalıştığımı düşünelim. Bunun belli bir oranı, örneğimiz basit olsun, gelir vergisi olarak benim maaşımdan kesilir. Memleketimizde en düşük gelir vergisi yüzde 15’tir, dolayısıyla elime 850 lira geçecektir (asgari ücret vergisiz olmalıdır tartışmasını bir kenara bırakalım, zira 1000 lira lafın gelişi bir meblağ). Bu 850 lirayla da, örneğin, bir televizyon aldığımı varsayalım. KDV dahil fiyatı 850 Lira olan bir televizyonun yaklaşık 130 lirası vergidir, yüzde 18’lik KDV oranı düşünüldüğünde (gerçekte çok daha yüksek tabii Türkiye’de). Benim alışverişimde, eline 720 lira geçen televizyon satıcısının aşağı yukarı yarısının da kâr olduğunu varsayalım. Dolayısıyla, aslında televizyonun maliyetinin 360 lira, üstüne 360 lira kâr ve 130 lira vergiyle, 850 liraya geldiğini varsayalım. Şimdi, satıcı, elde ettiği 360 lira kârın yüzde 15 gelir vergisini verecektir. Bu da 54 liradır. Toparlayalım. 1000 Liralık kazancımın, sadece bir alışverişte, yaklaşık 434 lirası vergiye gitti. Dahası, televizyon satıcısı, benim alışverişimden elde ettiği kârı harcamaya devam ettikçe, bu meblağ daha da artacaktır. Bu basit analizimde bir hata var mı, bilmiyorum. Ama yine de bu aşırı bir rakam değil midir?
9) Özellikle ana akım (ekonomi) basınının 21YA’ya nasıl yaklaştığı dikkatle izlenmelidir. Bu mecralar oldukça analitik yaklaşımla birçok doğru tespit de yapmaktadır. Örneğin:
http://www.ft.com/intl/cms/s/2/0421d04e-cb42-11e3-ba95-00144feabdc0.html
http://www.liberation.fr/economie/2014/04/25/piketty-superstar-aux-states_1004593
http://www.economist.com/blogs/economist-explains/2014/05/economist-explains
http://www.economist.com/news/finance-and-economics/21601567-wonky-book-inequality-becomes-blockbuster-bigger-marx
http://www.newrepublic.com/article/117429/capital-twenty-first-century-thomas-piketty-reviewed
Daha da fazlası için Aykut Kibritçioğlu’nun derlediği kapsamlı okuma listesini öneririm:
http://kibritcioglu.com/iktisat/readings/?p=1290