“Küresel iklim krizi”, kapitalizmin sonunu veya kötü çalıştığını değil, kapitalizmin tıkır tıkır işlediğini ifade ettiği için karşı karşıya olduğumuz sorunu daha doğru anlatıyor. Kaya gazı parçalama ve tar kumu, bize, şu ya da bu krizin (hatta bildiğimiz anlamıyla gezegenin sonu anlamına gelen küresel iklim krizinin bile) mevcut düzeni kendiliğinden değiştirmeyeceğini veya ortadan kaldırmayacağını hatırlatıyor. Öte yandan, Keystone XL kampanyası aktivistleri de, her krizin, “başka türlü bir şey” isteyenler için ümit verici mücadele alanları açtığını gösteriyor.
Su yok, sel var
Küresel ısınma hem var hem yok. Bazı gazeteler bazı bazı küresel iklim değişiminden ve bilmem kaç yıl sonra nerede ne gibi felaketler olacağından söz ediyorlar. Sonra ama İstanbul’da hortum görülene kadar kimse ısınmadan bugün gerçek bir sorunmuş gibi söz etmiyor. Oysa şu grafiğe bir bakın:
Bu grafik, bugün var, yarın yok. Yani, genel gidişat, kullanılabilir suyun hızla ve doğrusal olarak azalması değil. Genel gidişat, bu gibi yıkıcı ve aşırı olayların etkisinin ve sıklığının artması. Bir diğer deyişle, seneye kuraklık olacak diye bir kural yok, ama yakında ciddi bir kuraklık daha olacak ve bu senekinden daha da şiddetli olacak. (Melih Gökçek 2007 yılında şöyle demişti: “Belediye personelini iki aylık izne göndermeyi planlıyorum, bir kasaba nüfusu kadar insan Ankara’dan ayrılır. Vatandaşlarımız tatile çıksın. Bir 50 bin 60 bin kişi bir süre Ankara’dan ayrılsa biraz rahatlarız. Annelerini babalarını ziyaret etseler fena mı olur.” Sonra biz iklim mültecilerinden söz edince abartmış sayıldık.)
Üsküdar’da su üstünde giden minibüsle, kuraklık nedeniyle servis edilen tuhaf kokulu suyun ardında ortak bir sebep var. Bu ortak sebep, ayrıca, Filipinler’de 6 bin kişiyi öldüren Haiyan tayfununa, Bosna-Hersek ve Sırbistan’da 1,2 milyon insanı etkileyen su baskınlarına, ABD’nin Kolorado eyaletinde haftalarca süren orman yangınlarına ve 2013 yılının kaydedilen en sıcak altıncı yıl olmasına yol açıyor. Küresel iklim değişimi, şu anda, şimdi ve yerkürenin dört bir yanında görülebiliyor.
Yani torunlarımıza veya çocuklarımıza iyi bir dünya bırakmaktan söz etmiyoruz. Basbayağı, birçoğumuzun (özellikle de kentlerde yaşayan ve sağlıkları merkezi altyapı sistemlerinin çalışmasına bağlı olan milyonlarca insanın) sağlığını ve yaşamını tehdit eden bir olgudan söz ediyoruz.
Bu nedenle, küresel iklim değişimini şu anda, şimdi anlamamız ve acilen harekete geçmemiz gerekiyor; çünkü biz harekete geçmedikçe başımıza gelenlerin şiddetlenerek artması bir ihtimal değil bilimsel bir olgu olarak karşımızda duruyor.
Sorun ne dostum?
Küresel ısınma, atmosferde sera etkisi yapan gazların miktarının artması sebebiyle daha çok ısının yerkürede hapsedilmesi anlamında kullanılıyor. Bu ısınmayı, zatürre olan bir hastanın ateşinin çıkması olarak düşünebilirsiniz: Hastalık ateşin çıkması değil; ateşin çıkması hastalığın bir (ve en önemli) işareti.
Bu yüzden, bilimsel açıdan, küresel ısınma yerine küresel iklim değişimi terimini kullanmak daha doğru. Zira küresel iklim değişimi, (küresel ısınmanın zaten ifade ettiği kuraklık, sıcaklık rekorları, salgın hastalıklarda artış vb. yanında) aşırı soğuk dalgalarını, sel baskınlarını ve okyanusların asitlenmesini de açıklıyor. Daha da doğrusu, yine bilimsel açıdan, insan kaynaklı küresel iklim değişiminden söz etmekte fayda var. Burada insan kaynaklı derken, bu değişimin doğal faktörler nedeniyle gerçekleşmediğini, yani Güneş’in aktifliği veya dünyanın doğal coğrafi döngüleri ile açıklanamayacağını kast ediyoruz. Yani, bilimsel açıdan doğru olan, insan kaynaklı küresel iklim değişiminden söz etmek.
Buraya kadar her şey güzel. Ancak tabii ki bu genel “insan” soyutlaması, tarihin dışında bir suçluya işaret ettiği ölçüde, politik açıdan yanlış. Küresel iklim değişiminden tüm “insan”lar eşit ölçüde sorumlu değiller. Örneğin on binlerce yıldır “insan” var dünyada, ancak her ne hikmetse küresel iklim değişimi sadece son iki yüzyılda gerçekleşiyor. Her nedense, ülkeler, kapitalist üretim biçimine geçtikçe sera gazı salıyorlar.
Peki, küresel iklim değişikliğinin sorumlusu kim? İklimbilimi literatüründe genellikle görmezden gelinen asıl sorumlu, içinde yaşadığımız sermaye sisteminin doğası gereği büyümeye dayalı oluşu ve bu büyümenin de fosil yakıtlara göbekten bağlı olması.([i]) Bu anlamda, küresel iklim değişikliğinin sorumlusu nedir sorusunu yanıtlarken ilk olarak büyümeye dayalı kapitalist üretim biçimini ve sonrasında da bu sürecin kalbinde duran fosil yakıtları sıralayabiliriz.
Dolayısıyla kısaca aslında kapitalizm kaynaklı küresel iklim değişiminden söz etmemiz gerekiyor.
Şimdi lafı fazla da uzatmadan, bu sorunu biraz açalım. Asla aklımızdan çıkarmamamız gereken dört sayı var:
1) İki derece.
2) Milyonda 350 parçacık (350 ppm).
3) 565 gigaton.
4) 2795 gigaton.
Son yüzyıl içinde küresel ortalama yüzey sıcaklığı 0,8°C arttı. Gezegende yaşamın bildiğimiz anlamıyla devam edebilmesi için, bu sıcaklık artışını 2°C’nin altında tutmamız gerekiyor. Bu değerin üstünde bir artışın, bir çığ etkisi yaratabileceği ve ekosistemlerin geri dönüşsüz bir biçimde çökeceği öngörülüyor. İki derece artışın sonrasında tüm doğal ekosistemler yüzyıllar içinde yeni bir denge noktasına ulaşmak üzere sarsılacak, “aşırı hava olayı” sözü anlamını yitirecek, çünkü aşırıları yaşamak yeni norm olacak. Bu yıkımın altyapı hizmetleri (su, sağlık, barınma vb.) ve asayiş (iklim mültecileri, kuraklık, su ve gıda krizi) açısından toplumsal işleyişleri de kökten sarsacağı düşünülüyor.([ii]) İklimbilimciler, 2 derecenin aşıldığı durumun “bildiğimiz anlamıyla dünya”nın sonu olacağını vurguluyorlar.([iii])
Bu iki derece hedefini sağlamak için, atmosferdeki karbondioksit miktarını milyonda 350 parçacıkta (350 ppm – particle per million) tutmamız gerekiyor. Bunun ötesinde bir karbondioksit konsantrasyonunun yaratacağı sera etkisi, 2°C hedefinin tutturulmasını olanaksız hale getiriyor. Şu anda bu sayının 401 ppm’e ulaştığını söylemeden geçmeyelim. Yani yapmamız gereken, emisyonları acilen durdurmak.
Bu aciliyeti ifade eden değer 565 gigaton. Hükümetlerin müzakereleri, pazarlıkları bitmek tükenmek bilmiyor. Ancak fizikle kimyayla pazarlık olmaz: Atmosfere salma hakkımız olan toplam sera gazı miktarı 565 gigaton karbona eşdeğer. Bu miktarın ötesinde karbon emisyonu, 350 ppm’yi de, 2°C sıcaklık artışını da ıskalamamız ve uygarlık denilen şeye de veda etmemiz anlamına geliyor.
Ancak, fosil yakıt şirketlerinin rezervlerinde yakılmaya hazır 2795 gigaton karbon var. Demek ki bu şirketleri derhal durdurmamız gerekiyor. Hem de hemen şimdi! Zira biliminsanlarının yaptığı hesaplamalarda yüzde 2-3 bandında bir küresel ekonomik büyümeyle ve bu büyümenin fosil yakıt kullanımını da artıracağıyla ilgili bir hesaplamayla 2 derece sınırına çok yakın bir zamanda ulaşılacağını söylüyorlar: 2048. Evet yanlış okumadınız! 30 yıllık bir sürecin sonunda dünyanın ekolojik dengesinin geri dönüşsüz bir biçimde bozulacağını söylüyor bilim dünyası. Böylece, yeni fosil kaynaklarının ortaya çıkışını bu uçuruma doğru gidiş sürecini daha da hızlandıracak bir durum olarak alabiliriz. Dolayısıyla şimdi biraz geleneksel olmayan fosil yakıtlardan ve kapitalizmin bu keşfinin getirdiği politik ve teorik zorluklardan söz edelim.
Enerji politikaları ve yeni fosil yakıtlar
2000’lerde küresel ısınmanın karbon emisyonlarıyla ilişkisi artık genel geçer bilgi haline geldiğinde, iki küresel gelişme ekolojik krizle ilgili kaygı duyan çevrelere umut vermeye başladı. Birincisi küresel finansal krizin yaratacağı düşük büyüme ve düşük karbon emisyonu, ikincisiyse petrol rezervlerinden çıkan günlük petrol miktarının kaynakların tükenişiyle beraber artık düşüşe geçeceği ve bu durumun küresel kapitalizmi güneş ve rüzgâr enerjisine yönlendireceğine dair umuttu.
Birkaç yıllık resesyonun ardından özellikle BRIC’te (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) yüksek büyüme oranları ile ABD ve AB’de tekrar canlanan ekonomik büyüme ilk umudu kırdı. İkinci durum, yani karbon kaynaklarının 2048’de bitecek olmasıyla ilgili umut, Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’dan gelen yeni haberle suya düşmüş gözüküyor: ABD, İngilizce’de “shale gas fracking” denen, Türkçeye “sezeryanla petrol çıkarma” veya “kaya gazı parçalama” olarak geçen bir yöntemle, normalden çok daha derinden, yüzeyin 3 km altından petrol çıkarırken, Kanada çok daha ilginç bir yöntemle, “tar kumu” denilen bir maddeyi işleyerek sentetik petrol üretmekte. Bu durumun sözünü ettiğimiz ikinci beklentiye (karbon yoğun kaynakların bitmesi beklentisine) etkisini ve bu yeni kaynaklara karşı girişilen mücadeleye değinmeden önce, sürecin nasıl işlediğine ve meselenin yerel ekolojik etkisine bakalım.
Kaya gazı parçalama (sezeryanla petrol çıkarma): Normal doğalgaz ve petrol çıkarma yöntemlerinde, fosil yakıtı yeraltında tutan kayaların binlerce yıllık süreçte doğal olarak parçalanmasıyla kayalardan sızan petrol ve gaz, yüzeye yaklaştığı noktada sondajla elde edilmektedir. Kaya gazı parçalama (veya sezeryanla petrol çıkarma) kısaca bu doğal ve yavaş süreci insan müdahalesiyle hızlandırmayı amaçlıyor. Bunun için, yani yerin üç kilometre altında kayanın içinde sıkışmış gazı kullanılabilir hale getirmek için, kayaya milyonlarca litre basınçlı su ve kimyasal madde enjekte ediyor. Kayada oluşan yarıktan çıkan doğalgazsa başka bir sondaj sistemiyle yüzeye çıkarılıyor. Bu yöntem esasında çok uzun süredir ABD’de uygulanmakla beraber, yakın zamana kadar teknolojinin pahalı olması nedeniyle çok rağbet görmüyordu ve 2000 yılında ABD’nin doğal gaz ihtiyacının yalnızca yüzde 1’ini karşılıyordu. ABD Enerji Bilgilendirme Enstitüsü’nün verilerine göre bu rakam 2010’da yüzde 20’ye çıktı ve 2046’da ABD’nin ihtiyacının yüzde 46’sı kaya gazı parçalama yoluyla elde edilecek.([iv])
Kaya gazı savunucularının 2010 yılında Obama tarafından da dillendirilen en popüler argümanı, doğalgazın kömür ve petrole göre temiz enerji kaynağı oluşu. Lakin konuyla ilgili bilimsel çalışmalar hâlâ tartışmalı bir noktada. ABD’de 1,4 milyon biliminsanını temsil eden Bilim İnsanları Konseyi (Council of Scientific Community), Obama’nın bu yorumuna yanıt olarak hazırladığı kısa bir metinde, kaya parçalama yöntemiyle açığa çıkan yüksek metan gazı değerine dikkat çekiyor ve bu gazın karbondioksitten çok daha güçlü sera etkisine sahip olduğunu vurguluyor. Kaya gazı yönteminin küresel iklim değişikliğiyle ilgili etkisinin, bu metan gazı etkisi ile doğalgazın yakımı sırasında oluşan karbondioksit etkisiyle birlikte düşünülerek incelenmesi gerektiğini söylüyor.([v])
Konseyin dikkat çektiği bir diğer nokta da kaya gazı parçalama yönteminin işlemin uygulandığı bölgedeki yol açtığı ekolojik etki. Gerçekten de yine henüz araştırmacıların tartışmakta olduğu bir konu olmakla birlikte, en büyük korku ve karşı çıkış suyla beraber yer altına verilen kimyasal maddelerin, daha yüzeyde bulunan içme suyu yataklarına karışma ihtimali. Bu konuda korkular gerçekten de yersiz görünmüyor; zira bu yönteminin uygulandığı Marcellus Shale Deposit’in küçük bir kısmının bulunduğu Pennsylvania’nın Amwell Township adlı kasabasında yaşananlar, bu yöntemin uygulanması muhtemel diğer bölgelerde karşılaşılacak etkileriyle ilgili önemli bulgular veriyor: İlk başlarda topraklarına şirketin verdiği yüksek değerle ve şirketin çalışanlarıyla canlanan ekonomiyle mutlu olan bölge halkı, sonrasında sürecin çevresel felakete yol açmasıyla beraber ciddi ciddi Amwell’i terk etmeyi düşünüyor.([vi]) Önceleri çocuklarda ama daha sonrasında yetişkinlerde de kronik deri ve akciğer hastalıkları baş gösteriyor, hayvan ölümleri alışılmışın dışında yoğunlaşıyor ve artık musluklarından akan suyu vücutlarına bile süremeyecekleri hissiyatına kapılıyorlar. Bu tarz şikâyetlere şirketin cevabı, evin bahçesine su dolu bir tanker bırakmaktan ibaret. Sorun, içme suyu kaynaklarının kirlenmesiyle sadece 4000 kişilik Amwell kasabasında bir mikro-ekolojik felakete yol açması değil, bu kimyasal maddelerin yeraltı sularının hareketiyle Ohio, New York gibi çevre eyaletlerin içme suyunu da kirletecek olması. Yani artan fosil yakıt fiyatları ve azalan kaynaklara cevaben yeni fosil enerji kaynaklarına yönelen ABD yönetimi, hem yöresel hem de küresel bir ekolojik felakete yol açıyor.
Tar kumu: Tar kumu kısaca sentetik bir şekilde petrol üretme olanağı tanıyan karışım bir madde. Karışımın içindeki maddelerden yalnızca biri, bitumen maddesi. İşte tar kumunu değerli kılan da bu madde. Doğru teknolojiyle işlendiğinde bu madde sentetik petrole dönüşebiliyor ve bireysel tüketimden endüstriye kadar birçok alanda kullanılabilecek bir hale geliyor.
Şimdilik sadece Kanada’da tar kumundan sentetik petrol üretimi yapılıyor olsa da Venezuela’da Kanada’dakinden de büyük bir miktar tar kumunun olduğu ifade ediliyor.([vii]) 2000’lerde keşfedilen bu kaynaklarla OPEC verilerine göre Venezuela birden Suudi Arabistan’ın önüne geçerek, toplam kullanılabilir kaynaklar listesinde 1. sıraya, Kanada ise 3. sıraya yükseldi.([viii])
Tar kumunun işlenme sürecinden kısaca söz edelim. Tar kumunun yalnızca yüzde 10’luk kısmı bitumenden oluşuyor. Kum sentetik petrole dönüşene kadar iki aşamalı bir yüksek ısıtma sürecinden geçiyor. Bu nedenle, ilk ısıtma işlemi kumun çıkarıldığı bölgede gerçekleştiriliyor ve açığa çıkan bitumen ikinci bir ısıtma işlemine girmek için petrol şirketlerinin rafinelerine gönderiliyor.
Öncelikle, tüm bu sürecin ekonomik maliyetinin yüksek olduğunu ve bu maliyetin ancak ve ancak petrol fiyatlarının şu anki yüksek seviyelerinde olduğu sürece kârlı bir yatırıma dönüştürülebileceğini söyleyelim. Tabii bizi daha çok ilgilendiren (ve görülen o ki şirketleri de en az ilgilendiren), sürecin ekolojik maliyeti, yani örneğin, bu yazı bağlamında, küresel iklim değişimine etkisi. Kanada’da hükümetinin yaptırdığı araştırmaya göre, üretimindeki yüksek enerji girdisi nedeniyle sentetik petrol konvansiyonel petrolden yüzde 12 daha fazla karbon emisyonuna yol açıyor. Bu araştırmanın AB’nin karbon emisyonunu azaltmakla ilgili aldığı ilkesel karar çerçevesinde 2012’de Kanada petrolüne boykot uygulama tehlikesine karşı yapıldığı düşünürsek,([ix]) yüzde 12’den daha da yüksek bir miktarla karşı karşıya olduğumuzu düşünebiliriz.
Bunun yanında, keşfedilen rezervler devasa rezervler. Yukarıda iklim değişiminin matematiği olarak sunduğumuz dünyanın toplam karşılayabileceği azami karbondioksit seviyesini misliyle aşacak miktarda yeni fosil yakıttan söz ediyoruz.([x]) Bu durumu eski NASA çalışanı dünyanın önemli jeologlarından olan James Hansen şu şekilde açıklıyor:
“Kömür tüketiminin kademeli olarak bitirilmesi başlı başına çok büyük bir mücadeleyi gerektiriyor. Fakat eğer tar kumları da tartışmanın içine girerse, esasında oyun bitmiş demektir.”([xi]) Burada söz ettiğimiz oyun Dünya’nın ta kendisi ve esas mesele de onun bitişine razı olup olmayacağımızdır.
Dolayısıyla şimdi kısaca bu sürece karşı gelişen toplumsal hareketliliğe bakalım.
Kanada 2003’te Alberta eyaletinde keşfettiği büyük tar kumu rezervleri sayesinde ABD’nin en büyük tedarikçisi oldu. Esas sorun olan taşıma maliyetini düşürmek amacıyla iki hükümet Kanada’nın batısında olan Alberta eyaletinden Amerika’nın güneydoğusundaki Meksika Körfezi’ne uzanacak Keystone XL adında 3462 kilometrelik bir boru hattı planladı. İşte bu boru hattı ekolojik mücadele için bir kalkış noktası işlevi gördü. Alberta eyaletinde çevre felaketine karşı daha çok Kanadalı yerli halkın yürüttüğü daha cılız ama sesi duyulan eylemlere, Amerika sol kamuoyundan ciddi bir destek geldi. Denilebilir ki, ABD’de Occupy Wall Street eylemleriyle yeniden canlanan sol eylemlilik kendisini şu anda iklim değişimi mücadelesine kanalize etmiş durumda. Hareket, Keystone XL boru hattına muhalefet üzerinden kitleselleşiyor.
Boru hattının petrol sızıntılarına yol açacağı, bu durumun su rezervlerine ve doğal hayata ciddi zarar vereceği, projeye karşı ortaya koyulan argümanlar arasında. Bunun dışında hareketin liderlerinin aklındaki temel meseleyse, yukarıda James Hansen’dan yaptığımız alıntıdaki gibi, tar kumlarının kullanımıyla beraber iklim mücadelesinin kaybedileceği ve dünyanın geri dönüşsüz bir iklimsel felakete sürükleneceği. Şimdiye kadar hareketin tahmin edilemeyen bir başarıya ulaştığını söyleyebiliriz: 2012’de üç bin kişilik cılız birkaç eylemden sonra Nisan 2013’te 50 bin kişilik bir kitlenin Beyaz Saray’da gerçekleştirdiği eylem, boru hattının dördüncü bölümünün yapılmasını en azından şimdilik durdurdu. Obama eylemden sonra yaptığı açıklamada son aşamanın yapımının süresiz durdurulduğunu ve Amerikan Anayasa Mahkemesi’nin kararı gelmeden bir ilerleme kaydedilmeyeceğini söyledi. Şimdilik Kasım 2014 ara seçimlerine kadar bu kararda bir değişiklik beklenmese de,([xii]) 3000 kişinin boru hattı yapımı devam ederse tutuklanma tehlikesine rağmen kendilerini inşaat alanına zincirleyeceklerini belirten dilekçeleri Beyaz Saray’a göndermeleri, hareketin ne derece radikalleşebileceğini gösteriyor.
Yeni fosil yakıtların ekoloji mücadelesi için anlamı
Kaya gazı parçalama yöntemi ve tar kumuyla birlikte, 2000’li yılların meşhur “Konvansiyonel petrol kaynakları bitiyor” ümidi tüm geçerliliğini yitirmiş durumda. Geriye tek kalan ümit, ünlü ekoloji aktivisti ve düşünür (ayrıca Keystone XL kampanyasının önderlerinden) Bill McKibben’ın tabiriyle “petrol krallığına” karşı verilen ve ABD’de git gide büyüyen ekolojik mücadele.
Bu yazının başında “kapitalizm kaynaklı küresel iklim değişiminden” söz etmemiz gerektiğini söylemiştik. Anlaşılan o ki, küresel iklim krizinden söz etmek daha yerinde olacak.
Kriz, kapitalizmin işleyiş dinamiğini açıklayan kilit terimlerden biridir. Kriz, kimi muhalif çevrelerde kullanılan retoriğin aksine, kapitalizmin çalışmadığını değil, çalışmakta olduğunu gösterir. Kriz üretmeyen bir kapitalizm olamaz. Kapitalizm, kriz üreterek ve bu krizleri (kendi mantığı dahilinde) aşarak var olur.
Bu kriz üretme ve aşma dinamiğinin belki de en ilginç örneklerinden biri, yeni fosil yakıtlarda gizli. Petrolün zirve yapması ve petrol üretiminin düşmeye başlaması beklentilerini takiben son yıllarda petrol fiyatlarındaki olağanüstü artış, sentetik petrol üretimine neden oldu. Fosil yakıtlara dair bir enerji sıkıntısı aynı fosil yakıtların başka başka şekillerde üretilmesiyle; sera gazı emisyonlarına dair ekolojik kaygılar ise kömüre kıyasla daha az emisyon saldığı düşünülen kaya gazı parçalama yöntemiyle “aşıldı”.
Elbette bu “aşılma”nın ne insanlar ne de ekosistemlere faydası oluyor. Nasıl ki bir ekonomik kriz fakirin fakirleşmesi ve zenginin zenginleşmesiyle son bulursa, bu yazıda biraz olsun işlemeye çalıştığımız iklim krizi de dünya ekosistemlerin yepyeni şekillerde yıkımıyla aşılıyor. Kapitalizm, baktığı her yerde sermaye birikimi fırsatları görüyor.([xiii])
Tekrar edelim: Keystone XL boru hattı, Kuzey Amerika kıtasında bir köşegen çizecek şekilde inşa ediliyor! Kaya gazı parçalama dediğimiz faaliyet ise yerin üç kilometre altında gerçekleşiyor! Enerji krizinin (ve dünyada -şirketlerin kârlarının düşmesi dışında- çekilen acıları dert eden bizler için, iklim krizinin) kapitalizm içindeki “çözüm”ü böyle fantastik yöntemleri içeriyor.
Aynı kriz(ler)in insana etkisine ise bu yazının başında iklim değişiminin etkilerinden söz ederken değinmiştik. Neoliberal iktisatçılar açısından iklim kaynaklı felaketlerde ölenlerin önemi, bu insanların satın alma gücüne göre belirleniyor. Sağ kalanlar için ilaç ve temel tüketim maddelerinin yeniden üretilmesi ile felaketin uğradığı bölgedeki altyapının baştan inşa edilmesi ise, ekonomiye yeni olanaklar sunuyor.([xiv])
Böylece, “küresel iklim krizi”, kapitalizmin sonunu veya kötü çalıştığını değil, kapitalizmin tıkır tıkır işlediğini ifade ettiği için karşı karşıya olduğumuz sorunu daha doğru anlatıyor. Kaya gazı parçalama ve tar kumu, bize, şu ya da bu krizin (hatta bildiğimiz anlamıyla gezegenin sonu anlamına gelen küresel iklim krizinin bile) mevcut düzeni kendiliğinden değiştirmeyeceğini veya ortadan kaldırmayacağını hatırlatıyor. Öte yandan, Keystone XL kampanyası aktivistleri de, her krizin, “başka türlü bir şey” isteyenler için ümit verici mücadele alanları açtığını gösteriyor.
Dipnotlar
[i] Örneğin John Bellamy Foster, aynı ekonomik büyüme hedeflerine güneş, rüzgâr gibi yenilenebilir kaynaklarla da ulaşılabileceği argümanına karşı, metaların üretiminden dolaşımına ve tüketimine kadar her alanda mevcut altyapı yatırımlarının fosil yakıtlarına dayalı olduğunu, bunları yenilebilinir kaynaklarla değiştirmenin maliyetinin çok büyük olacağını belirtiyor. Foster, şirketlerin ve devletlerin yeşil enerji araştırmalarına çok az kaynak yatırmasının bir nedeninin de bu olduğuna işaret ediyor. Yani, sermaye düzeninin yapısal olarak bağımlı olduğu büyüme modeli nedeniyle yeşil enerjiye dayalı bir kapitalizmin mümkün olmayacağını söyleyebiliriz. John Bellamy Foster, “The Fossil Fuels War”, Monthly Review, 1 Eylül 2013. http://monthlyreview.org/2013/09/01/fossil-fuels-war/
[ii] IPCC: İklim değişimi güvenlik, gıda ve insanlık için bir tehdit – Suzanne Goldenberg. https://network23.org/outforbeyond/2014/08/20/ipcc-iklim-degisimi-guvenlik-gida-ve-insanlik-icin-bir-tehdit-suzanne-goldenberg/
[iii] Burada söz ettiğimiz, 2 derecelik ısınma sonrası dünyanın yok olacağı gibi bir argüman değil. Böyle bir yok oluş senaryosunu ne biliminsanları ortaya koymaktadır, ne de ekososyalistler böyle bir felaket argümanıyla ilerlemektedir. Söz ettiğimiz, sıcaklık artışı 2 dereceyi aştığı anda dünyanın ekolojik dengesinin geri dönüşsüz bir biçimde bozulacağı, şu anda da devam eden aşırı hava olaylarının sıcaklık 2 dereceyi aştığında çok daha ciddi boyutlarda ve sıklıkta yaşanacağıdır. Konuyla ilgili, dünya solundan gelen felaketçilik eleştirisi ve ekososyalist mücadele üzerine Ian Angus’un zihin açıcı yazısı okunabilir: Ian Angus, “Once Again on ‘Environmental Catastrophism’, A Reply to Sam Gindin”, Monthly Review, 14 Temmuz 2014. http://mrzine.monthlyreview.org/2014/angus140714.html
[iv] Paul Stevens, “The ‘Shale Gas Revolution’: Developments and Changes”. Chatham House. (Ağustos 2012)
[v] “Letter on Energy and Environment”, Council of Scientific Society Presidents, http://www.eeb.cornell.edu/howarth/publications/CCSP_letter_on_energy_environment.pdf
[vi] “The Fracturing of Pennsylvania”, Eliza Grizwald, New York Times, 17 Kasım 2011. http://www.nytimes.com/2011/11/20/magazine/fracking-amwell-township.html?pagewanted=all
[vii] M.B. Dusseault, “Comparing Venezuelan and Canadian Heavy Oil and Tar Sands”, http://www.energy.gov.ab.ca/oilsands/pdfs/rpt_chops_app3.pdf
[viii] “World proven crude oil reserves by country”, OPEC resmi sayfası. http://www.opec.org/library/Annual%20Statistical%20Bulletin/interactive/current/FileZ/XL/T31.HTM
[ix] Barbara Lewis, David Ljunggren, Jeffrey Jones, “Insight: Canada’s oil sand battle with Europe”, Reuters, 10 Mayıs 2012. http://www.reuters.com/article/2012/05/10/us-oil-sands-idUSBRE8490OL20120510
[x] Bill McKibben, “Canada and Its Tar Sands: What the Country Can Learn From Brazil About Protecting the Environment”, New Republic, 27 Haziran 2011. http://www.newrepublic.com/article/environment-and-energy/90730/canada-tar-oil-brazil-climate
[xi] Joe Romm, “James Hansen slams Keystone XL Canada-U.S. Pipeline: “Exploitation of tar sands would make it implausible to stabilize climate and avoid disastrous global climate impacts”, Think Progress. http://thinkprogress.org/climate/2011/06/05/236978/james-hansen-keystone-pipeline-tar-sands-climate/
[xii] “Nebraska lawsuit delays decision on Keystone XL”, Journal Star, 18 Nisan 2014. http://journalstar.com/news/state-and-regional/nebraska-lawsuit-delays-decision-on-keystone-xl/article_4708f513-0b75-5e9c-b733-2c1caed9753c.html
[xiii] Hatırlarsanız Cumhurbaşbakanı Erdoğan da HES projelerini savunurken “nehirlerin boşa akıp denize döküldüğünü” belirtmişti.
[xiv] İstanbul’da inşaat sektöründe, deprem olunca oradaki binalar yıkılacağı için yeni inşaat projelerine fırsat sağlayan bölgelerden söz edilir. Bu bölgeler, şu anda yeni proje imkânı olmasa da, deprem gibi kârlı bir olaydan sonra ortaya çıkacak rantın spekülasyonuna konu olmaktadır.