İnsanı sevmeyi, ayrımsız değer vermeyi ve bildiklerini paylaşmayı yaşamının son anına kadar savunmuş, Anadolu dervişlerinin sevgi deryasında yunup, filozoflar diyarı Almanya’da insani değerlerle bezenip hep insan soyuna hizmet ederek toprağa karışmış biri Mustafa Çetin Akçı. O, bilime ve bilimsel gelişmelere inanan gerçek bir insan olarak hafızalarımızda yerleştiği yerde kalmaya devam edecek.
“Düşmüşüm vay düşmüşüm ben el kapılarına.
Ne duruyoruz, aylık bin yeşil mark,
Varalım, dağılalım, kartal Anadolu’dan yeryüzüne.
Beyler altın uykularından uyanmak üzre,
hadi yollarını temizleyelim,
Süpürgeler kocaman, çöpler kocaman,
Al güneşten bile utanmadan, pis el, pis yürek.
Sığmazken atalarım güne, yarına,
Düşmüşüm vay düşmüşüm ben el kapılarına”
-F. H. Dağlarca-
İnsanlık tarihinde göçün yeri büyüktür. Göç tarihin derinliklerinde saklı ileri atılmış adımlar topluluğudur. Refah dolu bir yaşama ulaşmanın adımları… Kimi zaman sonu gelmez savaşlar, kıtlıklar, kırım, hastalıklar, politik nedenler, kimi zaman ise devletler arası anlaşmalar ile emekçiler oradan oraya savrulmuşlar. Göç arayıştır, destandır. Yeni topraklara kök salmanın, öğrenmenin ve değişmenin deryasında daha önceleri hayalini dahi göremediği ülkelere yelken açmaktır.
2. Paylaşım Savaşı sonrası Almanya deyim yerindeyse tam bir viraneye dönmüştü. İşgücü açığı çok yüksekti ve bunu yabancı işçi ile kapatmaya karar veren dönemin hükümeti 1955’te İtalya, ardından 1960’da İspanya ve Yunanistan’dan bölük bölük işçiler getirtti.
1961 yılının Ekim’inde Federal Almanya ile Türkiye arasında yapılan işgücü anlaşmasıyla İstanbul, İzmir, Bilecik, Ankara, Bursa, Eskişehir başta olmak üzere ülkemizin dört bir yerinden insanlarımız umutlarını valizlere doldurup “Alamanya” yollarına düştüler. Tepeden tırnağa kadar doktor kontrolünden geçip kabul vizesi alanlar sevinç çığlıkları atıyordu. İlk gelenler istasyonlarda törenlerle karşılanıyordu. Ne de olsa emek ordusunun en genç, en dinamik ve en zorlu koşullarda çalışmaya hazır insanlarıydı bunlar.
Türkiye’den gelenlerin sayısı her geçen yıl hızla artıyordu. 1964’de yüz bin olan sayı 1974’de 650 bine ulaştı. O yıllarda baş gösteren ekonomik kriz (1973 petrol krizi) nedeniyle yabancı işçi alımı durduruldu. Ancak hayat durgunluğu kabul etmiyor. Almanya’da çalışan emekçiler aile bileşimi adı altında gelmeye devam ettiler. Buna bir de 1980 faşist darbesi eklenince gelmeler yasal ve yasadışı yollardan hızla arttı. Bugün gelinen yerde Almanya’da 2,7 milyon Türkiyeli yaşamakta.
Eskişehir’den Stuttgart’a uzanan yolculuk
Yazımıza neden olan konu “Alamancı” insanlarımızdan Mustafa Çetin Akçı’nın hayatıdır. 10 Mart 1938’de Eskişehir’de doğar. Babasının zoruyla beş yaşında Kuran kursuna gönderilir. İki kez Kuran’ı hatmeder. İnançlara büyük saygı duyar ancak bu yolda yürümeyi reddeder. Bunun için de ailede sorunlarla karşılaşır. Zor bela sanat okulunu bitirir bitirmez daha 17 yaşında kendi yolunu çizer. O artık teknik bir elemandır. Diğer bir deyimle kalifiye emektir. Arayışlar başlar. Nerede ne yapacağım, nasıl çalışacağım ve gelecek planları. Bir dostunun önerisiyle Almanya’ya gelmeye karar verir. Daha henüz Almanya-Türkiye işgücü anlaşması bağıtlanmamıştır ama buna aldırış etmeden Eskişehir’den Münih’e ver elini Almanya diye uzatır. Bütün yabancı memleketlere geçerli pasaport ile Haziran 1961’de kara tren ile yolculuğu başlar.
Barakalarda yaşam
Türkiye’den Münih’e gelenler istasyonda çalışacakları fabrikalara (şehirlere) dağıtılırlar. Mustafa Çetin Akçı da Stuttgart yakınlarındaki Mettingen’e gelir. Burada Maschinenfabrik firmasında işbaşı yapar. Önce çalışacağı fabrika gezdirilir, yemekhane ve kalacağı baraka (heim-haym) gösterilir. Kendi deyimiyle baraka hayatı fazla sürmez, kısa bir süre sonra sevgili Nezihe Hanım’ı yanına getirerek ev bulup taşınır. Türkiyeli işçiler için baraka hayatı tam bir ‘gurbet’ mekanıdır. Toplu uyumalar, toplu halde şehri gezmelere çıkmalar, memleket haberlerine kulak vermeler. Emek ve sömürü ilişkisini bizzat yaşayarak ne yapılması gerektiğini hayat ve kitaplardan öğrenir.
Mesleğini ilerletme
Bilinenin aksine anlaşmanın ilk gelenleri genellikle meslek sahibi emekçilerdir. Kısa gün hesabı yapan egemenler için bunun önemi yok. Bir ülke düşünün ki elindeki sanat sahibi olanları ve teknik elemanlarını sürekli Almanya’ya gitmeye teşvik etsin. M. Çetin Akçı mesleğinde ilerlemek için okula başvurur. Bir yandan çalışır diğer yandan mesleğinde ilerlemek için okur. Önce Alman Sendikalar Birliği’nin bir yıllık meslek okulunu iyi derece ile (1967) bitirir. Her zaman olduğu gibi dur durak bilmeyen Akçı bu kez başka bir okula gider. Bir yıl daha okur. 25 Temmuz 1969’da Max-Eyth Teknik Okulu’nu bitirir. Mesleğinde ilerlemesi ona Mercedes kapılarını açar. 1968’de Untertürkheim Mercedes fabrikasında teknik eleman olarak (mühendis olarak denebilir) işe başlar. Kendi odasında kara kalem, T cetveli ile çizimlere başlar. Yoğun olarak geçen 25 yılın ardından 1993’de Mercedes fabrikasından plaket alır.
Emeklilik hayatı
Bir dostumun önermesiyle 1994’ün Kasım ayında Stuttgart Halk Yüksek Okulu’nda Mustafa Çetin Akçı ile tanıştım. İlk görüşmeler, ilk tanışmalar insanda derin izler bırakır derler ya tam da öyle oldu. Güleç ve sevecen pür-ü pak bir yüz. İnsanı kendine hayran bıraktırıyor. Bir parçası olduğu toplumsal ilişkilerden ve okumalarından öğrendiklerini gerçek yaşam dilinden konuşarak öğretiyordu.
Mal, mülk edinme duygusundan çok uzak duran Mustafa Çetin Akçı 1995’de kendi isteğiyle artık çalıştığım bana yeter diyerek emekliye ayrılır. Kimi emekliler misali bir köşeye çekilip gününü gün etmek yerine hayata dair işlerlerle daha sıkı uğraşır. Oradan oraya insanlara yardım etmeye koşturur. Bu yıllarda Stuttgart’ta edebiyat akşamları toplantılarının temelini atar. Edebiyat akşamları başlangıçta çok fazla ilgi görmez. Akçı’nın ısrar ve disiplinli yaklaşımı toplantıların ilgi çekmesine neden olur. Bu toplantılar zaman zaman ara verse de tam 20 yıl devam eder. Stuttgart’ta yaşayan edebiyata ilgi duyan herkesin bu edebiyat akşamlarından mutlak haberi olmuştur.
Yarım asır aynı yastığa baş koymak
Evlerine her gittiğimde doğrudan odasına, kitap ormanlığının ortasına kurulu masasına geçer uzun uzun sohbet ederdik. Sevgili Nezihe Abla zorunlu olmadıkça odaya girmezdi. Hayatdaşlık deyip geçmeyelim; hele bu zamanda… 51 yıl aynı yastığa baş koymak anlatılmakla bitmez. “Daha evlendiğimizin ikinci haftasında, ben 19 yaşındayım, bana Almancayı öğrenmelisin diyerek teşvik etti. Ben bir parça kağıt attığımda kızardı. Neden atıyorsun. Bak unutma kağıt sabırlıdır. Ondan sabrı öğrendim.” Oğlu Ufuk ve kızı Özlem ve bir de torunları var.
Hayatında öncelikleri hep kitap olan, kitaplarla yatıp kitaplarla kalkan bir insanın “kahrını” çekmek sabır isteyen bir iştir. Nezihe Abla’nın deyimiyle “24 saat okusa az gelirdi”.
Okumayı yaşam felsefesi edinmek
Almanya’nın tanınmış şairlerinden B. Brecht, “Okuyan bir işçinin soruları” başlıklı şiirinde insanlık tarihini işler ve sorular sorar. Evet okuyan insan sorar sorgular ve doğru yolda, insanlığa hizmet yolunda emin adımlarla ilerler. Göç konulu çalışmalarımız başladığında bizlere lazım olan materyaller için yardımını esirgemedi. İlk dönem Almanya’ya gelen işçilerin adları ve adreslerini vererek çalışmaya katkı sundu.
Stuttgart’ta kimler tarafından düzenlenmiş olursa olsun edebiyat konulu toplantıların daimi katılımcısıydı. Sessizce bir köşede oturur, dikkatle konuşmacıları dinlerdi. Soru sorduğu çok az görülürdü. Sennur Sezer, Yılmaz Onay, Oya Baydar, Zeynep Oral, Ahmet Arpad, Gülsüm Cengiz toplantılarında kitaplar getirip yazarlarına imzalar attırırdı. Yılmaz Onay ve Güngör Gencay söyleşilerini organize etti. Söyleşi sonrası sevgili Güngör Gencay ile evine gidip saatlerce sohbete koyulduk.
Stuttgart’lılar onu kitap kurdu olarak bilir. Türkiye’de çıkan her yeni kitabı ne yapar eder getirtirdi. Sadece kitaba değil aynı şekilde müziğe de vurgunluğu vardı. Türk, Ermeni, Kürt, Azeri, vb…müziği. Klasik müziğin ise tüm plaklarını toplamıştı. Klasik müzik eşliğinde okumaya bayılırdı. Bunun için de kimi edebiyat toplantılarında müzik üzerine söyleşiyi bizzat kendisi hazırlanıp sunum yapardı.
Bu yılın Mayıs ayında gerçekleştirdiğimiz kitap pazarına kucak dolusu kitap ve iki yılın kültür sanat dergilerini getirip hediye etti. O, ülkemizin saygın dergilerinden Bilim ve Gelecek dergisinin Almanya temsilciliğini yaptığını gerek duymadıkça söylemezdi. Olduğu gibi görünmek, insanlara tepeden bakmaktan uzak durmak, en zor anlarda dahi sevecenliği elde bırakmamak prensipleri arasında yer alıyordu.
“Almanya’da ve Almanlardan çok şey öğrendim”
Almanya’ya geldikten sonra burası benim yeni yurdum diyen Mustafa Çetin Akçı, gecesini gündüzüne katarak kendini öğrenmeye verir. Baraka hayatı döneminde tanıştığı Doğu Almanyalı Dietmar ve Teknik okuldan Harry ile dostlukları birbirlerine her konuda yardım temelinde sürer. Önce Almanca öğrenir, sonra “Alman kültürünün güzel olan yanlarını kendi kültürünün güzel yanlarıyla birleştirip zenginleşmek varken neden getto yaşamına çekilelim” der. Evinin beş-altı yüz metre ötesinde bulunan kütüphane günlük uğrak mekanı olmuştu.
Stuttgart’ta yaşayan tüm emekçilerin güzellikleri ile nasiplenip kendini aşarak evrensel yaklaşıma ermişti. Dil, din, ırk ayrımı yapmadan insan merkezli bakardı olaylara. Almanların kültürel sanatsal etkinliklerine katılarak çevresine sürekli bunlardan söz ederdi. Almanların programlı, disiplinli davranışlarına hayrandı.
Emeklilik yıllarında yapmış olduğu bir başka güzellik de AWO bünyesinde topladığı emekliler grubu ile özel ilgilenmek oldu. Onlarla özel çalışmalar, gezi turları düzenlerdi. İnsanlara yararlı olmaya itina gösterirdi.
Sade bir törenle uğurlanmak
Türkiye’den Almanya’ya birkaç yıllığına gelenler toplumsal yasaların doğallığı içinde artık buralı oldular. Neredeyse yarısına yakını Alman vatandaşlığına geçti. Almancayı çok iyi konuşup Türkçeyi çat pat konuşan yeni nesiller gelecek planlarını Almanya üzerinde yapmaktalar. Türkiye hükümetleri bu gerçeği hiçbir zaman görmedi veya görmek istemedi. Onlar için varsa yoksa döviz ve Türk lobisi oluşturma çabaları oldu. Almanya toprağına terini katanlar gelinen yerde bu kez bedenleri ile kara toprağa karışmaktalar. Zira onların Türkiye ile bağları neredeyse gidip tatil yapılacak, dinlenilecek bir yere dönmüş durumda.
Burada sözü Nezihe ablaya bırakalım: “Son zamanlardaki gelişmelerden çok rahatsızlık duydu. İnsanlar arasında garez ve kinden nefret eder oldu. Gezi direnişinde yaşananlar, Leman Sam’a yapılanlar… ‘Artık bana ağır geliyor. Herkes kuyusunu kendisi doldurur bir gün. Dolu dolu yaşadım gayet rahat ölebilirim.’ diyordu. Bunca yıllık beraberliğimizde hiç böyle konuşmazdı. O akşam geç vakitler birlikte yatağa uzandık. Bir daha…” Kelimeler düğümleniyor, göz pınarlarından akan yaşlar…
Doğu’dan yola çıkan derviş Mustafa, Stuttgart Doğu (ost) Mezarlığı’nda düzenlenen sade bir törenle toprağa verildi. 10 Ekim 2014’de saat 12 olduğunda tüm dostları; Türk, Alman, Kürt, Ermeni, Yunan, vb… oradaydılar. Önce Vivaldi’den bir parça dinledik. Sonra Almanca-Türkçe konuşmalar, Sezen Aksu’dan bir parça ve yeniden klasik bir parçayla tören tamamlandı. Nezihe Abla, oğlu Ufuk ve kızı ayakta zor duruyorlardı. “Babamız kimseye yük olmadı, temiz öldü” deseler de yürek bu acının bastırılmasını kabullenmiyor. Mustafa Çetin Akçı çok sevdiği Halikarnas Balıkçısı gibi bir Ekim akşamı (07.10.2014) ebedi uykusuna daldı.
Yabancılıktan, misafir işçilikten kalıcılığa
Çalışmak üzere getirilenler önceleri Gastarbiter (misafir işçi), Auslender (yabancı) derken, Alman vatandaşlığına geçtiler. Nihayetinde 2000 yılında Almanya göçmenlik olgusunu kabul etti. Bugün 2011 verileri baz alındığında Almanya’da 15,3 milyon göçmen kökenli yaşamakta. Bu rakam ülke nüfusunun yüzde 19,2’si anlamına geliyor.
Yeri gelmişken belirtmekte yarar var. Zor da olsa göçmen ülkesi olduğunu kabul eden Almanya’da dışlanmışlık, ayrımcılık, ırkçılık ve getto yaşamına mahkum edilmişlik inişli çıkışlı olarak devam ediyor. Göçmen emekçilerin birçok alanda hak eşitliğinden mahrum bırakılmışlıkları da devam etmekte. Ancak bu olumsuzluklara rağmen 50 yılı aşkın bir zamandır Almanya’da yaşayan, üretimde yer alan göçmen işçi ve emekçiler artık eski göçmenler değil. Veya bir başka deyişle Türk şairi Dağlarca’nın çok güzel dizelerle betimlediği “el kapılarındakiler” değiller. Onlar da Alman halkı misali toplumsal yaşamın bütün alanlarında başarılar elde ediyorlar.
İnsanlık için fedakarlıkta bulunmak
“Kalbi geniş olanın yaşamda darlık çektiği görülmez” diye bir özdeyiş var. Mustafa Çetin Akçı’yı anlatıyor adeta… İnsanı sevmeyi, ayrımsız değer vermeyi ve bildiklerini paylaşmayı yaşamının son anına kadar savunmuş, Anadolu dervişlerinin sevgi deryasında yunup, filozoflar diyarı Almanya’da insani değerlerle bezenip hep insan soyuna hizmet ederek toprağa karışmış biri o. Sevgili Nezihe Abla’nın deyimiyle, “O ölmedi, en güzel yerde kalbimizin derinliklerinde yaşamaya devam ediyor”. O, bilime ve bilimsel gelişmelere inanan gerçek bir insan olarak hafızalarımızda yerleştiği yerde kalmaya devam edecek.