Roma’da insanlar sanattan çok savaşı düşünürlerdi. Romalı fetih yolunda iz sürerken esin perisiyle kavgalı gibidir. Okumak yazmak düşünmek Romalı için anlamsızdı. Savaşmaya ve yağmalamaya eğilimli bir toplumda ince duyarlıklara yer yoktu. Fakat Romalılar yunan kültürüyle bağ kurduktan sonra bir şeyler değişmeye başladı. Eski değerler yavaş yavaş silinirken toplum çok başka değerleri özümlemeye yöneliyordu.
Roma’da eski ve yeni değerler
Latin edebiyatının güçlü atılımları yunan kültürünün etkisi altında yaşandı. Önceki dönemler kültür açısından verimsiz dönemler olarak bilinir. O eski dönemlerin edebiyatıyla ilgili bilgilerimiz yok denecek kadar azdır. Edebiyat tarihi kitapları bu edebiyatın Yunanistan’daki hatta Hindistan’daki benzerleriyle karşılaştırılamayacak kadar zayıf olduğunu yazar. Güçlü destanları yaratacak ince duyarlık henüz Roma’da yoktur: kuru bir imgelem daha çok gündelik yaşamın gereklerine uyarlanmıştır. Asker ve tüccar Roma sanatta hiç de yaratıcı değildir. Bu ilk zamanlardan bugüne az sayıda metin kalmıştır, bu metinler dinle ilgilidir. Bunlar yorumlanması son derece güç metinlerdir, bulanık kapalı karanlık metinlerdir. Tümünde tanrılardan yardım isteyen insan vardır. Daha sonraki bir zamanda karşımıza çıkan kahramanlık metinleri dinsel metinlerden biraz daha çekicidir. Kitaplar Romalıların eşsiz istatistikçiler ve sıradan şairler olduğunu yazar. Şiir yoktur ama ahlak hukuk tarih metinleri vardır. Ahlak metinleri oldukça yüzeyseldir. Atasözleri yanında özdeyişler, özellikle Appius Claudius’un (MÖ 3.-4. yüzyıl?) özdeyişleri ilgi çekicidir. “Herkes kendi yazgısının ustasıdır” diyen Appius Claudius eski Roma’nın ilginç kişilerindendir. Büyük toprak soylusu olmakla birlikte ateşli bir demokrat ve gözünü budaktan esirgemeyen bir yenilikçidir. Hukuk siyaset maliye dilbilim ahlak gibi alanlarda çalışmıştır. Roma’da insanlar sanattan çok savaşı düşünürler. Vergilius (MÖ 70-19) roma halkı sanat için değil egemen olmak için yaratılmıştır der. Romalı fetih yolunda iz sürerken esin perisiyle kavgalı gibidir. Okumak yazmak düşünmek Romalı için anlamsızdır. Savaşmaya ve yağmalamaya eğilimli bir toplumda ince duyarlıklara yer yoktur.
Romalılar yunan kültürüyle bağ kurduktan sonra bir şeyler değişmeye başladı. Eski değerler yavaş yavaş silinirken toplum çok başka değerleri özümlemeye yöneliyordu. Değişimi getiren birçok iç ve dış neden vardır. İçte belirleyici etken pleb ve patrisyen kavgasıydı. Bu kavgada plebler yani halk insanları ağırlıklarını artırdıkça değerler onların öngörülerine göre değişime uğradı. Yürürlükteki ahlak ve siyaset anlayışlarına kendilerini yakın duymayan plebler neredeyse yürürlükteki tüm değerlerle, bu arada dinsel göreneklerle çatışkılıydılar. Patrisyenlerin yani soyluların bir bölümü de bu yenilikçi pleblere yakındı. Pleblerin toplumda ağırlık kazanması kültürdönüşümü için verimli bir zemin hazırladı. Buna göre aile babasını mutlak yetke sayan eski hukuk bırakıldı. Çocuklara kadınlara azatlılara yeni halklar tanındı. İnancın kaskatı kalıpları kırıldı, kuşkuculuk dogmacılığın tahtına göz koydu. Bireysel bakış kaba toplumsallığın yerini aldı. Roma büyüdükçe ilkelliklerini geride bırakıyordu. Bu değişimler edebiyatta da etkisini gösterdi. Özgürlük bilinci geliştikçe şiirin önemini kavrayanlar çoğaldı. Roma yunan kültüründen alabildiğine etkilendi: Romalılar Güney İtalya’nın kentlerini ele geçirdikçe yunan kültürüne daha da yakınlaştılar. Roma’nın en eski kurucuları olan Etrüskler baştan beri yunan kültürünün etkisindeydiler. Romalılar askerlikte yendikleri Yunanlılara kültürde yenik düştüler. Romalılar Yunanlıların göreneklerini ve alışkılarını büyük ölçüde benimserken tanrılar düzenini ve inanç ögelerini de azçok değiştirerek benimsediler. Roma mutfağı da yunan etkisiyle renklenmişti.
Artık Romalılar yunan edebiyatının başyapıtlarını okullarda okutuyorlar, bir yandan da onları öykünmeye çalışıyorlardı. Homeros’un şiirleri Roma’ya tüm görkemiyle girdi. Yunan değerlerinin Roma’ya hiçbir direnişle karşılaşmadan girdiğini söyleyemeyiz. Başlangıçta kimse ne olduğunu pek anlayamamıştı: yunan etkisi kimseye ters gelmedi. Zamanla tarım insanları ve taşralılar bu oluşumu bir onur sorunu yaptılar. Tutucuların başında ünlü devlet adamı İhtiyar Cato (234-149) vardı. Cato her türlü yeniliğe karşı oluşuyla ünlüydü: oğluna yunan hekimlerince bakılmasını yasaklamıştı. Sokrates’i ülkesinin yasalarına saygısı olmayan boş bir adam bir geveze sayıyordu. Cato da kültürdönüşümüne engel olamadı: yunanca öğrenmeye başladığında seksen yaşındaydı. Artık roma kültürü daha çok yabancı özelliklerle donanıyordu. Romalılar kendi özgün kültürlerini yarattıkça yunan etkisi daha az görünür oldu. Yunan kültürünün roma kültüründe erimesi, iki kültürün roma topraklarında bütünleşmesiydi bu. Roma kültürü hiçbir zaman yunan renklerinden tam olarak uzaklaşmayacaktır. Bu onun vazgeçilmez zenginliğiydi.
Yeni edebiyatçılar sahneye çıktılar. Önceleri yazarlığı seçenler azatlılar hatta kölelerdi. Livius, Plautus, Caecilius, Terentius, Horatius bunlardandır. Daha sonra kültür alanı Titius-Livius, Martialis, Juvenalis, Quintilianus gibi meslekten yazarlarla canlandı. Devlet adamları bu dönemde bile yazı sanatlarını hor görüyorlardı. Savaşçı bir toplumun ince duyarlıklara özenmesi anlamsızdı onlara göre. Edebiyatçılar toplumda göğüslerini gere gere dolaşamıyorlardı, sanki kirli bir iş yapıyor olmanın utancı içindeydiler, çünkü onların savaşlarla yağmalarla ilişkileri yoktu. Bu arada bazı önemli kişilerin ya da büyük toprak sahiplerinin edebiyata yöneldiği oluyordu. Sallustius, Tacitus, Genç Plinius ve bizim Sezar dediğimiz Caesar bunlardandır. Aslında çok yazar vardı ama halkın sevdiği yazarlar çok değildi. Bunların başında Horatius, Vergilius, Ovidius, Cicero vardır.
Edebiyatta yeni değerler
Roma tiyatrosu hem latin hem etrüsk hem yunan dilinde yazıldı. Romalılar şarkılarını ve danslarını Etrüsklerden aldılar. Roma tiyatrosu yunan tiyatrosuna benzemez. Yunan tiyatrosu özellikle 6. yüzyılda yani toplumsal ve iktisadi yaşamın etkinleşmeye başladığı zamanda parlamıştı. Roma’da uzun süre yerleşik tiyatro olmadı. Oyuncular kölelerden azatlılardan ya da alt kesimdeki pleblerden oluşurdu. Toplum tiyatroculara iyi gözle bakmazdı. Gösteri sanatı bayramlarla ve dinsel törenlerle ortaya çıkmıştır. Roma’da trajedi epeyce eski olmalıdır, ne var ki roma trajedisinin en eski kaynaklarına ulaşılamadı, bunlar belki de etkili olamadıkları için unutulup gitmişlerdir. Gladyatör oyunlarından haz duyan bir toplumun ince duyarlıklar isteyen bir alanla ilgilenmesi kolay değildi. Roma’da trajedinin yaratıcısı Livius Andronikus’dur (284-204). Naevius’un (270-201) trajedileri daha özgündür. Şu üç ad trajedide çok önemlidir: Euripides’den etkilenen ahlakçı Ennius (239-169), Sophokles’den etkilenen Pacuvius (220-132), Aiskhylos’dan etkilenen Attius (? – ?). Ennius’un kişileri büyük büyük konuşmayı, özlü sözler söylemeyi severler. Ennius başkalarının işine karışmaktan hoşlanan ama burnunun önünü görmeyen bilicileri, bilinmezden haber veren gökbilgisi ustalarını yerden yere vurmuştur.
Komedi trajediden daha aşağıda değildi hatta daha yukardaydı ve daha gerçekçiydi. Trajedi olağanüstüyle ve kahramanlıklarla uğraşırken komedi toplumun ruhsal yapısını gözlemliyor, göreneklere eleştiriler getiriyordu. Trajedi daha ülküsel daha evrenseldi, komedi yaşama daha yakındı. Quintillianus (MÖ 1. yüzyıl) Yunanlıları düşünerek “Biz komedide aşağı düzeyde kalıyoruz” diyordu. Romalılar asık suratlı savaşçılar da olsalar az da olsa gülmeyi biliyorlardı ya da öğrenmeye başlıyorlardı. Trajedi ve komedi Roma’da eşit ağırlıktaydı: yazarlar hem trajedi hem komedi yazıyorlardı. Naevius bir dönemin en beğenilen komedi yazarıydı, yunan şairlerinin izini sürüyordu. Ancak Roma Atina’ya pek benzemiyordu: Roma’da devlete dil uzatmak yazarın başını derde sokabilirdi. Naevius’un dili uzundu, bu yüzden Roma’dan kovuldu. Plautus (254-184) komedide daha etkili oldu. O da Naevius gibi garip bir kişiydi. Tiyatro yapımında çalıştı, kazandığı paraları tutmadı, değirmenci çıraklığı yaptı, tiyatrocularla yakınlık kurdu, yunancadan oyunlar çevirdi. O bir halk insanıydı, yapıtlarında halk insanlarını anlattı. Oyunlarında avantacılar satıcılar köleler serseriler vardır. Komedileri Aristophanes’inkilerden daha sıcak daha canlıdır ama genel olarak yunan komedisinin çok üstünde değildir. Plautus sahneyi iyi kullanır, onun gerçekçi diyalogları liriklikten uzak değildir.
Kartacalı Terentius da (MÖ 190-159) üst düzeyde bir komedi yazarıdır, ancak eskiler onu orta düzeyde bir yazar saydılar. Onda yunan kültürünün derin izleri vardır. Kartaca yunan kültürüne yakındı. Terentius’un Kartaca’dan Roma’ya hangi koşullarda gittiği bilinmiyor. Roma onu önce köle sonra azatlı yaptı, sonra da ondan romalı gençlerin hayran olduğu bir kültür adamı yarattı: efendiliğiyle inceliğiyle tanınıyordu. Plautus’un daha çok basit şarkılara dayanan tiyatrosu yanında onunki iyice üst düzeydeydi. Belki de küçük bir eksiği vardı: biraz kabasabalık komedi sanatının tuzu biberi gibiyken Terentius incelikli olmaya özen gösteriyordu. “Homo sum, humani nihil a me alienum puto” (Ben insanım, insanla ilgili hiçbir şey bana yabancı değil) sözüyle tanınan Terentius insanlara bazen açık açık bazen de alttan alta daha da insan olmayı önerdi. O bu tutumuyla savaşçı geleneğin epeyce dışına düşüyordu. Romalılar onun incelikli dünyasını pek anlayamadılar, içtenliğe sevgiye gözleme dayanan sanatını çok sevemediler. Plautus’un kabalığına alışanlar Terentius’u iyice yadırgadılar. Okumuşlar onun anlatımını aşırı doğal bulurken halk insanları onu yunan değerlerine sıkı sıkıya bağlı olmakla, bu değerlerin dışına çıkamamakla eleştiriyordu.
Romalılar yunan şiirinin kahramanlık yanını çok sevdiler, buna karşılık onun incelikli düşünsel ve duygusal özelliklerini sezemediler. Romalının liriklikle bir alışverişi olamazdı: bireyin hiç ve devletin her şey olduğu bir ortamda özel sezgilere yer yoktu. Yunanistan’da toplumsallığı kucaklayan duygusallıkların Roma’da bir karşılığı olamazdı. Romalı din anlayışında bile biçimciydi, içsel derinliğe değil görkeme önem veriyordu. Stoa felsefesinde apaçık göründüğü gibi Romalılar duygularını usla bastırmayı bilirler ve bunu erdemliliğin vazgeçilmez koşulu sayarlardı: tutkularına egemen olamayandan ahlaki tutarlık beklenmezdi. Romalıların düşgücü de sanki zayıftı: onların tasarlamakla ilgileri yoktu, ne tanrılar ne doğa ilgilendirdi onları. Bu gibi şeyleri uzun uzun düşünmek anlamsızdı. Kullandıkları dil usun buyurucu diliydi. Savaşçı dayanıklılığı çok önemliydi onlar için. Bu bakış kısırlığı getiriyordu. Bu kısırlığın aşılması için çaba gösterenler de vardı. Roma’nın en eski şairlerinden trajedi ve komedi yazarı Livius Andronicus Latinlere yunan destanlarını tanıttı. Homeros’un Odysseia’sını patrisyen çocuklarının eğitimi için latinceye çevirdi, ancak bu çeviri başarılı bir çeviri değildi, bununla birlikte Augustus zamanına kadar okullarda ders kitabı oldu.
Naevius Pön savaşları üzerine bir destan yazdı: İliada gibi Odysseia gibi güçlü yapıtlar Roma’da da olsun istiyordu. Destansı anlatıların başarılı adı yunan kökenli şair Quintus Ennius oldu. Onu Vergilius’un öncüsü sayanlar vardır. Yunan etkisinde yazılmış destanların dışında, Yunanistan’da çokça gelişmiş olmayan bir edebiyat türünün, satir’in ortaya çıktığını görüyoruz. Yunan kültürü roma topraklarına girmeden önce de Roma’da bir tür dramatik şiir olan satura çok yaygındı. Ennuis onu felsefi ve ahlaki derinliğiyle öne çıkan yapıtlarında, özellikle öğretici şiirlerinde kullandı. Daha sonra Caius Lucilius (180-102) satura’ya ahlakçı bir işlev yükledi, onu gülünç imgelerle bezedi, ona alaycılık kattı, böylece yergici şiire yenilikler getirdi. Horatius’u haber veren bir gelişimdi bu. Lucilius’a satirin gerçek yaratıcısı diyebiliriz. Bu türü romalı zekâsının bir ürünü saymak doğru olur.
Zamanla latince edebiyat dili oldu. Gene de o dönemde edebiyatçıların latinceyi bir dilci titizliğiyle incelemiş oldukları söylenemez. Dilbilgisi kurallarını tartışmak daha çok yasalarla uğraşanların işi oldu. Romalı şairlerin dille ilgileri zayıftı, sözcük dağarları da dardı. Genelde Roma’nın aydınları dil sorunlarına duyarlı olamadılar. Ancak latinceye yeni harfler eklendi, böylece yazıda daha geniş anlatım olanakları doğdu. Gene de dil tam oturmamıştı, yazarlar sözcüklerin çoğunu başka başka yazıyorlardı. Toplumsal-siyasal yaşam koşullarında belagat çok gelişti, daha çok da söylevcilik gelişti. Güzel konuşma inandırıcılık adına önemliydi. Ahlakçı öğretici söylem Romalıların en büyük merakıydı, topluluk önünde konuşmayı bilen insan Romalının gözünde üstün insandı. Belagat giderek inceldi ve edebiyatın konusu durumuna geldi. Belagat kadar tarih yazarlığı da önemliydi. Somut gerçekler üzerine kurulu açık ve anlaşılır bir tarih yazarlığı anlayışı geçerliydi. Tarih yazanlar geleneğe bağlı kimselerdi. Yurt sevgisi başta olmak üzere bütün soylu duygular tarih yazarlarınca işlendi. Bu konuda Romalı özgün olmaya özen gösterir ve bu işe yunan değerlerini çokça karıştırmaz. Tarihçilerin anlatımları kurudur. Tarih yazarlığı özellikle MÖ 3. yüzyılın sonlarında etkindir. Fabius Pictor, Cincius Alimentus, Postumius Albinus, Acilius Glabrion başlıca tarih yazarlarıdır.
Roma’da MÖ 1. yüzyılın en ilginç kişilerinden biri söylevci Marcus Tullius Cicero’dur (106-43). Cicero siyasete meraklı bir avukattı, bu merakı ona zorluklar yaşattı. Roma’dan kaçmak zorunda kaldı. Rodos’da Apameia’lı Poseidonios’un derslerini izledi. 78’den sonra Çizme’ye döndü, 76’da quaestor seçildi ve Sicilya’ya gitti, orada halkın gönlünü kazandı. Roma’ya dönünce Caesar’a karşı tutum aldı. 58’de Roma’dan ayrıldı, konsüllerin isteği üzerine az sonra geri döndü. 51’de gene Roma’dan ayrıldı. Döndüğünde ortamı karışmış buldu. Yavaş yavaş gözden düştü. 15 Mart 44’de Caesar öldürülünce Cicero siyasette yeniden yer buldu. Caesar’ın ölümünden sonra güç kazanan Marcus Antonius hiç sevmediği Cicero’ya düşman oldu ve Cicero öldürüldü. O ne tutucu ne devrimciydi, yalnız siyasete meraklıydı, siyasette karşıt görüşleri bağdaştırmaya çalıştı. Cumhuriyetçiler onu sevmiyorlardı, çünkü o onların önyargılarını benimsemeye yanaşmıyordu. Caesar’cılar onu devrime ilgisiz kalmakla suçluyorlardı. Kimilerine göre o çalçene bir bencildi. Hepsi bir yana, Lucretius’u unutmamak koşuluyla Cicero’yu felsefe dilini kuran ve yerleştiren kişi sayabiliriz.
Onun siyasal görüşlerini de içeren mektupları ilginçtir. Bu mektuplarda her yaştan her kesimden birçok kişinin özellikleri yansır. Mektuplarda siyaset felsefe edebiyat dilbilgisi her şey vardır. Mektuplar ince ve özenli bir dille yazılmıştır ve resmilikten uzaktır. O konuşur gibi yazar. Mektupların herbirinde zeki incelikli bir ruhun aydınlığı, kendine hayran bir ruhun çocuksu güveni ve esenliği sezilir. Onlarda özsevgisinin büyük boyutlara ulaştığı olur. Kendine inanan biridir Cicero. Siyasal söylevlerinde derin bir gözlemcidir, devlet ve toplum sorunları karşısında aşırı duyarlıdır. Cumhuriyet’in sorunlarını çok iyi görür, nedenlere iner çözümler önerir, ancak pısırıktır, sorunların üstüne gitmeyi göze alamaz. Ilımlıdır, gerektiğinde suskundur, barıştan ve uzlaşmadan yanadır. Gene de Sulla’nın zorbalıklarına karşı tutum almaktan geri kalmamıştır, zorba ölünce de onun izleyicileriyle savaşıma girmiştir. Demokrasiye bağlılığında ölçülüdür. O gerçek bir söylevcidir. Belagat üzerine bir kitap yazdığında yirmi iki yaşında bir öğrenciydi. Bu alanda yapıtlar verdi, giderek belagati sanat yaptı. Onu belli ölçüde filozof sayabiliriz: felsefesi belagatin hizmetindedir.
Cumhuriyet’in sonlarında klasikliğe doğru
MÖ 1. yüzyılın usta kalemleri arasında iki tarihçiyi, Sezar’ı ya da Caius Julius Caesar’ı (101-44) ve Caius Crispius Sallustius’u (86-35) da saymak gerekir. Bu kişiler önceki zamanların olay saptamacılığını aşarak bir tür siyasal ve iktisadi tarih anlayışı getirdiler. Caesar daha çok bir anlatıcıydı, Sallustius belli ölçülerde nedenler araştırmasına yöneldi. Caesar da Lucretius gibiydi, edebiyat yapma kaygısı güden bir yazar değildi. Lucretius öğretisini açıklamak için Caesar da toplumla ilgili görüşlerini ortaya koymak için edebiyatı kullandılar. Caesar çocuk yaşlarda siyasete merak salmıştı, Roma’nın en seçkin devlet adamlarından biri oldu, Brutus’un ve öbürlerinin bıçak vuruşlarıyla ölene kadar da öyle kaldı. İnsanları etkileme konusunda edebiyatın gücüne inanıyordu. O siyasetin seçkin insanı olmak ve toplum için iyi şeyler yapmak istedi: iyi bir asker iyi bir devlet adamı iyi bir yazar oldu. Gene de onun edebiyatçılığı büyük edebiyatçıların yazılarıyla gölgelendi: zaten incelikli bir anlatımın peşinde değildi, anlattığını doğru anlatmak istiyordu. Yazısı duygusallıklardan uzaktı. Tarihçiliği siyasete bağlıydı. Yazılarında kendini savunma telaşı sezilir. Bakışı nesnel ve derinlikli olmadığı için onu yetkin bir tarihçi saymak kolay değildir. Caesar ne bir filozof ne bir bilgindir yalnızca bir siyaset adamıdır.
Roma’da gerçek tarih yazarlığı Sallustius’la başlar. O gölgede kalmış bir siyasetçidir, birinci basamağa çıkamamıştır. Bunda kararlı olamayışının etkisi vardır. O siyasette bulamadığını yazarlıkta bulmak istemişti. Seçkin bir kişiydi: birçok siyasetçi gibi tümüyle kazanca dayalı kabasaba bir yaşam sürmek heveslisi değildi. Ülkesinin tarihini yazmayı ister, ne var ki kapsayıcı bir bakışı yoktur. Tarihe parça parça yaklaşır, bildiklerini gördüklerini anlatır, yazarken eli siyasete kayar. Yunan tarihçisi Thukydides’den (465-395) etkilenmiş, onun Peloponnesos savaşları yapıtını incelemiştir. Özgür bir ruhun tam bir nesnellikte yazdığı bu ölümsüz yapıt Sallustius’da derin izler bırakmıştı. Thukydides olaylar kadar nedenlere ve ilişkilere önem verir. Sallustius onun yöntemini benimserken aşırıya kaçtı, anlattıklarını bulandırdı. Etkilenmesi öykünme boyutlarındaydı ve başarısızdı. Gene de Sallustius nesnel olabilmek için çaba gösterdi. Caesar’ın izinden giden bir demokrattı, önyargılardan uzak durabildi. Tek tek durumları ve kişileri değil geneli anlatmaya çalıştı. Thukydides’i aşamadı. Thukydides bugünün bir insanbilimcisi gibi tam bir yetkinlikle Yunanistan’ın toplum yapısını incelemiştir. Sallustius “inanılmaz” gibi “nasıl oldu bilinmez” gibi açıklamalarıyla ilgi çekerken nesnelle özneli bir güzel bağdaştırdı.
Bu dönemde şiirde de gelişmeler oldu. Dönemin en önemli şairi Titus Lucretius Carus’dur (98-55). Onun önemi şiir gücünden çok şiirinde ele aldığı konulardan gelir. Lucretius atomcu ve hazcı yunan filozofu Epikuros’un (341-270) inançlı bir izleyicisidir. O barışçı ruhuyla siyasal kavgalardan uzak durdu, kendi dünyasında birilerini biraz hor görerek yaşadı ve felsefi içerikli şiirlerinde zamanına tanıklık etmeyi bildi. Ona felsefeyi şiirleştirmiş şair diyebiliriz. Ennius’un felsefi şiirleri Lucretius’a örnek olmuştur. Ennius kurulu düzenle sürekli çekişirken Lucretius kurulu düzenin dışında yaşadı. Onun Doğa üzerine’si ne devletle ne siyasetle ilgilidir. Onun şiiri bir kavgacının değil bir düşünürün şiiridir, Roma’nın sınırlarını aşar ve dünyaya açılır. Hırslıların ortasında dingin biridir o. Doğa üzerine’de tam anlamında bir Epikuros hayranı ve yorumcusu vardır, yazarı ustasından ayıramayız. Onu Epikuros’dan ayıran tek özelliği ahlak sorunlarına ilgisiz kalması ve yalnızca fiziğin sorunlarıyla ilgilenmiş olmasıdır. Ancak onun fizikle ilgili açıklamalarının bugün için yalnızca şiir değeri olabilir. Gene de bu açıklamalar bilimi inancın üstünde tutuyor olmalarıyla önemlidir. Şiirinin açık ve anlaşılır olması onun bilimci bakış açısından kaynaklanır.
Bir başka önemli şair şiirlerinde daha çok kendini anlatan Caius Valerius Catullus’dur (87-54). Catullus Kuzey İtalya’nın topraklarında doğup büyümüş, gençliğinde Roma’ya gitmiş, doğduğu yerlere yaptığı yolculukları saymazsak hep Roma’da kalmıştır. Roma’da dingin bir yaşam sürerken, daha çok yunan şairlerinin şiirlerini çevirmekle ve zengin çevrelerinde eğlenmekle vakit geçirirken erkek kardeşinin ölümüyle sarsılmış, sevgilisi Lesbia’nın başkasını sevdiğini öğrenince yıkılmış ve kendine kapanmıştır. Ayrıntıya önem veren Catullus şiirlerini mitolojik hatta bilimsel terimlerle süsler. O bir yaşam şairidir, kadını yüceltir, kadının inceliğini ve güzelliğini abartmaktan hoşlanır. Onda sevinç bazen karamsarlığa dönüşür. O duygulu bir kişidir, yoğun duyguları dile getirir. Şiirinde resmi andıran ögeler vardır, çoğunda yaşadığı iki sarsıntının izleri görülür. Catullus iyi bir gözlemcidir. Şiirleri genelde kısadır. O şiirleriyle latin edebiyatını epeyce etkilemiştir. Şiirleri Lucretius’unkiler kadar derin olmasa da yaşama onlardan daha yakın durur.
Cumhuriyetten imparatorluğa geçişin tarihi klasikliğe geçişin tarihidir. Augustus döneminin yani imparatorluğun yazarları klasik diye bilinirler. Onlar öncekilerden ünlü olsalar da onlardan daha önemli görünmezler. Klasik dediğimiz dönemler uzun arayışların ardından tüm değerlerin durulmaya doğru gittiği dönemlerdir. Augustus dönemini sağlam bir dönüşümün konusu olarak belirleyemesek de bu dönemi önceki zamanlara göre insanların yaşama ve her şeye daha sağlam bakmaya başladığı bir dönem olarak görebiliriz. Bir şeyler değişmiştir. Zaferler insanların imparatorluğa bağlılığını pekiştirmiştir. Romalı zafer sarhoşudur. Geçiş döneminin en önemli adlarından biri olan tarihçi Titus Livius (64-17) yüz kırk iki kitaplık bir Roma tarihi yazmıştır. Bu dev yapıttan günümüze bazı parçalar kalmıştır. Sallustius’la Titus Livius benzeşmezler: Sallustius daha nesnel daha soğukkanlıdır, buna karşılık Roma’da zaferlerin insanları heyecanlandırdığı bir zamanda Titus Livius imparatorluğun bir parçası gibidir, bu bilinçle daha kapsayıcı bir tarihçilik anlayışı geliştirmiştir.
Dile özenmek ve apaçık anlatmak onun başlıca özellikleridir. O siyasal anlamda tam bağımsızdır. Yazılarındaki nesnellikte bunun epeyce payı vardır. Siyasete bulaşmadan siyasal tarih yazan ilk tarihçidir o: eylem adamlığını değil düşünce adamlığını seçmiştir. Hem olay tarihçilerinden hem Cicero’dan yararlanmıştır. Birincilerden dünyada neler olup bittiğini öğrenirken öbüründen yurt sevgisinin esinini almıştır. Roma’nın tutkunudur, yurttaş ve insan olarak ahlaka önem verir. İmparatorluğun görkemine karşın Roma’nın zor günleri başlamıştır, lüks tutkusu bütün değerleri tehdit etmektedir. Çöküntüye dur demek isteyen düşünürlerin başında Titus Livius vardır ama yapabileceği çok şey yoktur. O temiz diliyle canlı anlatımıyla o günlerin en ilginç kültür adamlarından biridir. Dilinin yetkinliğinde Vergilius’un etkisi belirgindir. Tarihçi ve aydın olarak Titus Livius bir dönemin düşünce ve sanat dünyasını derinden etkiledi. Bundan böyle Roma edebiyatında klasiklik dönemi ya da büyük yazarlar dönemi başlayacaktır.
Klasik dönem
Klasik edebiyatta Publius Vergilius Maro’nun (70-19) ayrı bir yeri vardır. Onun ağırlığı Titus Livius’unki kadar belirleyici oldu. İnce şair duyarlığıyla, düşçü dünyasıyla, tarihçiliğin ve söylevciliğin kesinliklerinden uzak arayışlarıyla, yunan değerlerinden çok kendi toprağının değerlerine bağlı oluşuyla Vergilius roma edebiyatının hatta dünya edebiyatının sönmeyen yıldızlarından biridir. Kuzey İtalyalı bu halk çocuğu kent duygusallıklarından uzak dünyasıyla yer yer karamsar ama her zaman içtenlikli bir şiir kurdu. O tüm insanlık değerlerine bağlı kalırken gelecekle ilgili kaygılarını da dile getirdi. Kente alışamayan ve kırların esenlikli havasını sanatında yaşatan Vergilius doğalın şairidir: yazısının doğallığı bol güneşli ortamların ışığını taşıyor olmasındandır. Ünlü Bucolica’ları şiir yükleri kadar kent sıkıntılarının karşısına kırların esenlikli havasını koymalarıyla da ilginçtir. Vergilius hep doğayı yaşadı, kalabalıklardan uzak dingin bir yaşam sürdü. Kendiyle kalırken gönlünün derininde insan olmanın güzelliklerini buldu.
Vergilius bir zaman sonra kentle ve felsefeyle tanıştı, Epikuros öğretisinin etkisinde kaldı, sonra bu felsefeden uzaklaştı ama tam olarak kopamadı. Catullus’un bir ölçüde de Lucretius’un izinde yürüdü. Şiirleri biçim yönünden oldukça yetkindir. Bilgiçlikten uzak içtenlikli şiirlerdir bunlar, herbiri duygu yoğunluğuyla insanı derinden yakalar. Bu arı duygusallık onun şiirine kattığı övgüler yüzünden zarar görmüştür. Vergilius birilerini över, birilerinden aşağı kalmak ya da onlarca desteklenmemek korkusuyla yapar bunu. Bu övgüler onun şiirlerine olan ilgiyi azaltmadı: zaman zaman acılı ve yakınmalı şiirlerinde herkesin ilgisini çekebilecek bir düşünce ağırlığı vardı. O kırlara bağlıdır ve bu bağlılığının bir de düşünce temeli vardır. Ona göre Roma’nın eski gücü tarıma verdiği önemden geliyordu ve bu eğilim azalınca istenmeyen durumlar ortaya çıktı. Kırlarda yaşam vardı sağlık vardı esenlik vardı. Bucolica’lardan sonra yazdıklarında da kırların ağırlığı duyulur. Kırsal güzelliklerin karşısına kentlerdeki sevimsiz zengin yaşamının öldürücü olumsuzluklarını koyar şair. Ona göre erdemli ve başarılı bir dönemin ardından düşmanlıkların öne çıkışını kentin kırlara olan egemenliğiyle açıklanabilirdi. Kentte kargaşık bir düzen vardır, boş heveslerine yenilmiş insan vardır.
Vergilius’un daha sonraki destansı şiirlerinde Roma’nın sorunları ve zamanın pırıltıları kadar geçmişin görkemine özlem vardır. Bu şiirler yunan değerlerine ve özellikle Homeros’a bir tür meydan okumadır. Vergilius, Augustus döneminin savunucusudur. Bununla birlikte onun destansı ürünleri birer başyapıt ağırlığı taşımaz. Homeros’daki canlılık ve doğallık onlarda yoktur. Bu destansı yapıtlar tekdüzedir ve soğuktur. Bunun için belki de Homeros’daki gibi bir inanç yoğunluğu gerekirdi. Vergilius, Jupiter’in ve öbür tanrıların karşısında kuşkucu hatta ilgisizdir: onların tutkularını anlayamaz, onlara filozofça bakar. Yunan tanrılar tablosu Roma’ya girerken değişikliklere uğradı, başta tanrıların adları değişti. Yunan tanrılarının aralarındaki ilişkiler Roma’dakilerde yoktur. Yunanistan’da Zeus’a gerektiğinde başkaldırılır, oysa Jupiter bir imparatorluk tanrısıdır ve tanrılara mutlak olarak egemendir. Roma tanrıları bir sıradüzeninde bir araya gelirler. Vergilius düşünce ağırlığı taşıyan şiirleriyle şairlerin şairi sayıldı. Onun şiirleri daha çok geçmişin değerleriyle örülmüştür. Bu şiirin yunan şirine göre aşırı erkeksi görünümü roma ruhsallığının bir yansımasıdır.
Horatius’a gelince o Augustus dönemini en iyi yansıtan edebiyat adamıdır. Düşçü Vergilius’un daha çok uzak geçmişi kavramaya yönelik eğilimlerine karşı Quintus Horatius Flaccus’un (65-8) şiiri Augustus dönemiyle sınırlanır. O yeninin, yeni duyarlıkların şairidir. Taşralıdır, Vergilius gibi halk çocuğudur. Kırların havasında uzun süre yaşayıp geç bir zamanda kente giden Vergilius’un tersine Horatius kenti erkenden tanımıştır. Roma’da öğrenim gördü. Yirmisinde Atina’ya felsefe okumaya gitti. Orada Caesar’ın katillerinden Brutus’la tanıştı. Saygınlığını yitirmiş olan Brutus onu ordusunda tribunus militaris yaptı. Horatius 42 güzünde Philippoi bozgunundan sonra kırılmış ve canını kurtarmış olarak Roma’ya döndü. Vergilius’la tanıştı, onun dostları kanalıyla Augustus’un yanına sokuldu, imparatorla dost oldu. Kısacık boylu, aşırı şişman, sevimli ve kırlara düşkün Horatius Epikuros’çu eğilimleriyle, kültürüyle ve zekâsıyla sevildi. Ancak güçsüz bedeni yaşamın ağırlığına ancak elli yedi yıl dayanabildi.
Başlangıçta kabasaba bir anlatımı vardı. Bu anlatımıyla kişileri eleştirdi, kiminin yazarlığını kiminin yaşayışını alaya aldı. Stoa’cılara yüklendi. Epikuros’dan yanaydı ama onu da yararcı bir anlayışla yorumluyordu. Bir süre sonra yanlış yaptığını anladı: kültürlü ortamlara girmek ve yunan şairlerini okumak ona yaramıştı. Kabasabalıktan kurtulmasında Augustus da etkili oldu. İmparator ve çevresi onu yumuşatmayı bilmişti. Böylece bu köle çocuğu kibar çevrelerin şairi oldu. Onun incelmesinde Vergilius’un etkisi büyük oldu. Yunan şiiriyle tanışması da ona çok şey öğretti. Terentius’u Lucilius’u Lucretius’u biliyordu. Şiirlerindeki düz anlatım yerini ince bir anlatıma bırakmıştı, dil güzelleşmiş ve kıvraklaşmıştı. Gene Epikuros’çuydu ama artık Epikuros’u doğru anlıyordu. Artık Stoa’cıların öğretisini de doğru okuyor, onlardan yana olmasa bile onlara saygı gösteriyordu. Stoa felsefesinin katı dogmacılığı ve önderlere sıkı sıkıya bağlılık ilkesi ona ters geliyordu. Böylece Horatius o ilkel bencilliğinden sıyrılmış ve daha evrensel bir bakış açısı edinmişti. Onu dünya şairi yapan da bu dönüşümle gelen özellikleridir.
Lirik şiir o dönemde latin edebiyatında pek yoktu. Bu açığı Horatius od’larıyla kapadı. Odlar kutlamalarda kullanılan hafif duygulu yunan şarkılarıdır, dinleyene esenlik ve yücelik duyguları verir. Bu biraz da İmparatorun öngörüsüydü: toplumda yenilikleri ince bir duygusallıkla anlatan yapıtlara gereksinim vardı. Horatius böylece satirden lirik şiire geçti. Bu şiirler epeyce eleştirildi: onları ısmarlama yazılmış ve esine dayanmayan ürünler diye görenler oldu. Bu şiirlere İmparatorun gölgesi düşüyordu. Onlar gerçekte İmparatora gönülden bağlı bir şairin duyarlığını yansıtıyordu. Horatius İmparatoru ruhunun doruğuna oturtmuştu. İç savaşların toplumu sarstığı zamanlardı, bu savaşlar daha çok egemenlerin varolma ya da yokolma savaşlarıydı. Horatius İmparatorluğun resmi şairi gibiydi. İmparator ondan sanatını toplum adına işe yaratsın, lüksü ve eğlence düşkünlüğünü eleştirmekte kullansın istiyordu. Bu yüzden odlarda iş ahlakçılığa kadar gider: insan toplumun değerlerine dört elle sarılmalıdır, bu arada ölümü de düşünmelidir.
Klasik dönemin sonu geliyordu. Klasikliğin son büyük adı Publius Ovidius Naso’dur (MÖ 43 – MS 18). Augustus saltanatının sonlarıdır. Çöküş dönemi başladı başlayacak gibidir. Edebiyat tarihçileri Ovidius’u daha çok çöküşün şairi sayarlar. Yenilerin zamanı başlamaktadır, onların sanat anlayışında derinlik uyum denge yetkinlik umursanmaz, gelişigüzellik başlıca özelliktir. O dönemde Seneca da klasikliği kurtarabilecek yapıda değildi. Bir çıkışı bir iniş izliyordu. Kimlilerine göre klasikliği bitiren güç yönetimin zorbalığında aranmalıdır: özgürlük olmayan yerde sanat olmaz diyorlardı. Kimileri de edebiyattaki sönüklüğün ahlaki çöküntüden geldiğini düşünüyordu. Cumhuriyet döneminde her şey çok basit de olsa her alanda belli bir tutarlılık vardı: edebiyatla uğraşanlar romalılaşmış İtalyanlardı. Onlar ayrı toprakların insanları da olsalar üst değerlerde birleşiyorlardı: yapıtlarındaki toprağa bağlılık duygusunu yabana atmamak gerekirdi. Augustus döneminde ve sonrasında fetihler oldu, birçok ülke İmparatorluğa bağlandı. Bu yenilmiş ülkelerin çocukları giderek roma edebiyatında kendilerine yer açtılar. Bunlar Asya’dan Afrika’dan İspanya’dan Galya’dan Bretagne’dan geliyorlardı. Örneğin Seneca İspanya kökenliydi. Bu insanlar Senato’ya bile girdiler. Kısacası ortam edebiyata uygun olmaktan çıkmıştı. Yönetimin üst katlarında daha çok deliler ve ahmaklar görev alıyordu. Augustus’un son zamanlarında düşünen insanları izlemeye ve cezalandırmaya başlamışlardı.
Ovidius çöküş döneminin büyük adı ve klasikliğin son temsilcisidir. Onda geçmişin silinmekte olan bakış açılarıyla o günlerin dağınıklıkları içiçedir: artık değerbilmezlik basitlik bayağılık yüzeysellik klasikliğin değerlerini örtüyordu. Ovidius’u klasikliğin öykünmecisi sayabiliriz. Vergilius ve Horatius için sanat yaşam gibi ciddi bir işti, onlar ahlakı önemsediler, toplum bilincini ayakta tutamaya çalıştılar. Ovidius’un sanatı gerçeklikten kopmuş ve geçiciye adanmıştır. Onda ne klasikliğin büyük fikirlerden beslenen duyarlıkları ne de bireyselliğin duygu yüklü arayışları vardır. Ovidius’un sanatı insanı oyalar eğlendirir ama düşündürmez. O dünyayı umursamayan tuzu kuru kültürsüz çevrelerin ya da salonların süsü olmak istedi, hoşun ve yüzeyselin peşine gitti, içi boş olanın izini sürdü. Sanat kaygısı taşımıyor ve kolay yazıyordu. Birilerini yerin dibine batırmak için uzun uzun yazdığı oluyordu. Onun siyasal hevesleri yoktu, siyaset denilen saçmalıkla uğraşamazdı o. Şurada burada takılmak varken, nerede akşam orada sabah yaşamak varken, yarışlarda sirklerde eğlenmek varken siyaset de ne oluyordu. Gündeliğin sınırlarını aşan şeylere kafa yormak boşunaydı. Halk da yüksek çevreler de düşünceden hoşlanmıyordu: söz oyunları, derinliksiz duygusallıklar, hafif sohbetler cana can katıyordu. Şairin ilkesi şuydu: her koşulda her durumda eğlenmek. Sevmek sanatı adlı yapıtında cinselliğin inceliklerine girmeye çalıştı.
Böylece ilkel arayışlarla başlayan latin edebiyatı yunan değerlerinin belirleyiciliğinde yetkin örnekler verdi. Zaman güçlü roma edebiyatının sonunu getirdi. Roma’nın tükenişi aynı zamanda Eskiçağ’ın bitişidir.