Darwin’in ve Smith’in kuramlarında, gelişim, gerek organik gerekse iktisadi olsun, kör bir süreçtir ve herhangi bir amaç gütmez. Bir saatçi tanrıya ihtiyaç duyulmadığı gibi, ekonomiyi dizayn etmeye hevesli bir devlete de ihtiyaç yoktur. Canlı organizmaların biyolojik evriminde olduğu gibi iktisadın evriminde de deneme ve yanılma esasına tabi olan bir değişim ve seçilim süreci söz konusudur.
Darwin’in Evrim Kuramı, evrim olayını, herhangi bir amaç gütmeyen, öngörüden yoksun kör bir süreç olarak betimler. Evrim, bir canlı organizmanın, maruz kaldığı çevresel koşullara en iyi adaptasyon sağlamasına yol açan süreçtir. Darwin’in öne attığı formül ile evrim, değişerek türeyiş’tir (descent with modification). Futuyama’nın modern tanımına göre, “biyolojik (ya da organik) evrim, organizma popülasyonları ya da bu tür popülasyon gruplarına ait özelliklerin nesiller üzerindeki değişimidir.” Evrim Kuramı’nın kilit kavramı olan doğal seçilim, bir deneme-yanılma sürecini anımsatır.
Darwin, Evrim Kuramı’nı biyolojik varlıklar için tanımladı, ancak evrimin sadece canlı organizmaların oluşumuna dair açıklık getiren bir kuram olmadığı, bundan öte, insan faaliyetlerinin birçoğuna ışık tutabileceği fikri, 19. yüzyılın ortalarından bu yana bazı düşünürler tarafından öne sürüldü. Hayvanbilimci ve gazeteci yazar Matt Ridley son kitabında (1), bu fikri bir adım daha ileri taşıyıp insan topluluklarının âdeta her faaliyet ve davranışının (ahlak, kültür, ekonomi, teknoloji, eğitim, yönetim, dinler, diller, para sistemleri, İnternet, vs.) evrimsel bir süzgeçten geçerek oluştuğu görüşünü ifade ediyor. Bu kapsayıcı bakış açısıyla evrim, sadece biyolojik anlamda değil, insanın tüm yaratım ve uğraşlarına nüfuz eden, başka bir deyiş ile, düşünüldüğünden daha da evrensel ve bütünleştirici bir ilke olarak ortaya çıkıyor. Bir inovasyon uzmanı olan Richard Webb’in, Einstein’ın görelilik kuramına gönderme yaparak ortaya attığı deyimi ile, Darwin’in ‘Özel Evrim Kuramı’nın yanı sıra bir de ‘Genel Evrim Kuramı’ndan söz etmemiz gerekir.
Matt Ridley anlatımını başlıca şu gözlem etrafında kurgulamış: kültürler, dinler, uygarlıklar, ekonomi, tarih ve benzer ‘sistemler’ insan tasarımının değil de insan faaliyetlerinin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Bu sistemlerin tümü ortak bir özellik sergiler: ana kontrol noktası denilebilecek bir merkezden yoksun olmanın yanı sıra kendi kendilerini düzenleyebilme yeteneğine sahiptirler. Ridley’nin anımsattığı üzere termitler, mimarlara ihtiyaç duymaksızın katedraller inşa ederler, veya arılar talimat kullanmaksızın altıgen bal peteği yaparlar; genomun bir ana geni yoktur ne de beynin bir kumanda merkezi. İşte insan faaliyetleri de benzer özellikler gösterir: öğrenim mutlaka eğitim gerektirmez; İngilizce dilinin bir müdürü yoktur, ekonominin bir baş yöneticisi olmadığı gibi; teamül hukuku bir baş hâkimin idaresi altında değildir, iklimin de bir kontrol düğmesi yoktur. Bu sistemlerin ana özellikleri dağıtık sistemler olmalarıdır; onlar, tabandan yukarıya kendiliğinden gelişirler, yukarıdan tabana doğru değil. ‘Mikro’ düzeyde spontan olarak cereyan eden evrimsel nitelikte süreçler, bu sistemlerin ‘makro’ düzeydeki özelliklerini belirler.
Matt Ridley’nin gösterdiği gibi, bu bakış açısını değişik alanlara uygulayacak olursak insan faaliyetlerine ve toplumsal norm ve değerlere farklı bir ışık tutmamız mümkün. Bu ve bir sonraki yazımızda, bu sonuçların bir kısmını irdelemeye çalışacağız. Tasarım argümanını ele alarak yola çıkalım.
***
İnsanoğlu 19. yüzyılın ortalarına dek müthiş bir yanılgının tutsağı olarak yaşayageldi: tasarım yanılgısı. Doğal düzende bir tasarım aramak, insanlığın eski çağlardan beri en temel ihtiyaçlarından biri olmuştu şüphesiz. Rasgelelik ve gayesizlik yerine tasarım ve amaç sergilenmesi, teselli edici olmakla birlikte, rahatlatıcı ve ümit vericiydi. Bu yaygın görüş, 19. yüzyılın başlarında Doğa Teolojisi öğretisi ile doruğa çıktı. Ünlü rahip William Paley, 1802 yılında yayınladığı Doğa Teolojisi; veya Tanrı’nın Varoluşu ve O’nun Niteliklerine Dair Doğanın Görünüşlerinden Derlenmiş Deliller (Natural Theology; or, Evidences of the Existence and Attributes of the Deity Collected from the Appearances of Nature) isimli kitabında, sonraları sıkça gönderme yapılacak bir benzetmeye imza attı: Saatçi Tanrı benzetmesi.
Diyelim ki bir gün gezinirken, diye ifade eder Paley, ayağım yerdeki bir taşa çarpmış olsun. Bu taşın orada ne işi olduğunu sorup sorgulamam bile. Fakat ayağım taşa değil de bir saate çarpmış olsa, “bir zamanlar, bir yerlerde, bu saati amacına hizmet edecek şekilde oluşturmuş bir ya da birçok zanaatkârın yaşamış olduğunu” düşünürüm. “[Bu zanaatkârlar o saatin] yapımından anlayan ve kullanımını tasarlayan kişilerdir. Saatte bulunan her bir hüner belirtisi, her bir tasarım göstergesi, doğanın eserlerinde de mevcuttur; ancak fark şudur ki, doğanın eserleri çok daha yüce olmakla beraber her tür hesap işini aşan bir karmaşıklığa sahiptirler.”
Yani Doğa Teolojisi’ne göre tasarım, bir tasarımcının varlığını gerektirir. Başka bir deyiş ile, Tanrı’nın var oluşunun kanıtı, yaşamda ve evrende, her bir şeyin temelinde, bir amacın bulunmasındadır.
Darwin’in de gençlik yıllarında Paley’nin kitabını okuduğu ve bu eserden derinden etkilendiği bilinir. Ancak Darwin’in yıllar sonra ortaya koyacağı evrim kuramı, tasarım argümanını yerle bir edecek ve sadece biyoloji bilimini değil insanlığın doğaya bakışını yepyeni bir mecraya oturtacaktır. Evrim kuramı, doğada herhangi bir tasarım olmadığını bilimsel olarak açıklayacak ve böylece tasarım yokluğunda bir tasarımcıya da ihtiyaç kalmayacaktır…
Doğanın tasarımdan mahrum olduğu fikri, Darwin’den önce birçok düşünür ve filozof tarafından dile getirildi getirilmesine fakat bu düşünceyi bilimsel olarak kanıtlayan ilk kişi Darwin (ve Wallace) oldu. Ridley kitabında öne sürdüğü gibi, belki de en önemli öncüllerden biri, MÖ 50 yıllarında öldüğü tahmin edilen, materyalist düşüncenin temellerini ilk atanlardan Romalı filozof ve şair Lukretius idi. Epikuros’un felsefesini 250 yıl sonra ihya edip onu özgün görüş ve fikirleri ile zenginleştiren Lukretius’un düşünce sistemini, günümüze intikal eden tek eseri Nesnelerin Doğası Üzerine (De Rerum Natura) adlı şiirinde okuyabiliyoruz. 7400 altıayaklı dize olarak yazdığı ve bitiremeden öldüğü düşünülen bu eserde Lukretius’un, sıra dışı bir öngörü ile, müthiş bir moderniteyi yakalamış olduğuna tanıklık ederiz.
Epikuros gibi bir atomist olan Lukretius için madde, atom denilen, sonlu sayıda, bölünmez niteliğe sahip ve boşlukta hareket eden birtakım parçacıklar ve bu parçacıkların kombinasyonlarından oluşuyordu. Ridley’nin hatırlattığı üzere, bir materyalizm ve ampirizm (deneycilik) felsefesi yanlısı olan Lukretius’a göre “evrenin bir yaratıcısı yoktu, Tanrı bir fantezi ürünüydü ve var olmanın herhangi bir gayesi yoktu, ancak sadece şansın güdümü altında sürekli bir yaratış ve yok ediş vardı.” Evrenin insanoğlu için yaratılmadığını, ölünce ruhun da öldüğünü, dolayısıyla uhrevi bir hayat olamayacağını; ayrıca her dinin bir hurafeler manzumesinden ileriye gitmediğini; şeytan, melekler ve cinlerin hayal ürünleri olduğunu ileri sürüyordu. Evrimsel düşüncenin öncüllerindendi, Lukretius: Darwin gibi o da “doğanın durmaksızın deneylediğini ve gelişebilmeyi başaran varlıkların, sadece adaptasyon sağlayıp üreyebilen varlıklar olduğunu” öne sürmekteydi. Doğada herhangi bir tasarımın olmadığını anlamıştı anlamasına Lukretius ama tabii ki Darwin gibi kanıtlama olanağından yoksundu. Örneğin şöyle ifade ediyordu dizelerinde:
“Eğer bu ilkeleri sıkıca kavrayabilmiş isen göreceksin ki
Doğa haşin buyrukçulardan kurtulmuş ve birdenbire hürdür
Ve yaptığı her şeyi kendiliğinden yapar, böylece tanrılar da
Herhangi bir rol oynamaz…”
Lukretius’un izi Batı dünyasının tarihinde uzun bir süre kaybolur -sakıncalı düşüncelerini Hıristiyan öğretisi ile bağdaştırmak mümkün değildir. Ancak eserinin manuskripti, 1417 yılında Almanya’da (ironik bir şekilde) İtalyan bir rahip tarafından bulunması üzerine, kısa sürede elle kopyalanıp çoğaltılır ve matbaanın icadı sonrasında 1473 yılında kitap olarak basılır. Rönesans, Aydınlanma hareketi ve Amerikan Devrimi’nin entelektüellerini derinden etkiler. Montesquieu, Diderot, Baron d’Holbach, Thomas Jefferson, Ben Johnson, Machiavelli, Voltaire ve birçoğu Lukretius’tan esinlenirler, eser birçok dile çevrilir, Fransızca tercümesi Molière’dendir.
Tasarım yokluğu ve kendiliğinden oluşum, bir fikir dalgası olarak antik çağlardan günümüze doğru yuvarlanagelirken, 18. yüzyılın ortalarında İngiltere kıyılarına çarpar. Bu topraklarda, sadece canlı varlıkların sırrını çözmeye kafa yoran bilginleri değil (ki bunların arasında Charles Darwin’in dedesi Erasmus Darwin de vardır) aynı zamanda başka alanlarda faaliyet gösteren düşünürleri de etkisi altına alır. Örneğin ünlü 18. yüzyıl İngiliz filozofu Adam Smith bunlardan birisidir. Peki, ekonomi ile evrim arasındaki bağlantı ne olabilir?
Ekonominin evrimi
Modern ekonomi biliminin kurucusu addedilen Adam Smith, iş bölüşümünü, emeğin verimlilik gücünü ve üretim etkinliğini artıran en önemli faktörlerden biri olarak gördü. Gerçekten de son iki yüz küsur yıl boyunca, iş bölüşümünün serbest ticaret ile bir araya gelmesi, ekonomik refahın önünü açan başlıca unsurlardan biri oldu.
Matt Ridley kitabında, ekonomi tarihçisi Deirdre McCloskey’in bazı ilginç saptamalarına yer vermiş. McCloskey’e göre ekonomi tarihinin hesabına yazılması gereken en önemli buluşlardan biri, adına Büyük Zenginleşme (Great Enrichment) dediği olaydır. Özünde bu buluş, günümüzde yaşayan ortalama bir kişinin yıllık gelirinin, ya da aldığı hizmet değeri karşılığının (tüm ekonomik faktörleri karşılaştırılabilir hale getirmek koşuluyla), 1800 yılında yaşamış olan ortalama bir kişiye kıyasla 10-20 kat daha fazla olduğunu ortaya koymaktadır. Başka bir deyişle -hesaplama hangi şekilde yapılırsa yapılsın- insanlığın refah düzeyi 10-20 kat artmıştır. Bu artıştan en çok faydalananlar da, mütevazı gelir sahibi vatandaşlar, sıradan çalışanlar ve fakirlerdir. Büyük Zenginleşme ile, evler doğalgaz ve su tesisatları ile donatıldı, tıp bilimi gelişti, çocuk ölüm oranları düştü, hastalıklara karşı aşılar bulundu; ucuz seyahat edebilmek, daha sağlıklı beslenebilmek, yaşam beklentisini artırmak, çocuklara ilköğretim olanağı sağlamak, üniversite eğitimini geniş kitlelere açmak mümkün oldu; kadın hakları gelişti, oy verme hakkı yaygınlaştı, insan hakları daha geniş kitlelerce benimsendi.
Ancak Matt Ridley’in dikkat çektiği gibi, bu refah düzeyi artışına yol açan ekonomik düzen, herhangi bir merkezi kontrol mekanizmasına ihtiyaç duyulmaksızın, kendiliğinden oluştu: tıpkı organik varlıkların evrimleşmesinde olduğu gibi, ekonomik düzen, insan tasarımının değil de insan faaliyetinin sonucu olarak ortaya çıktı. Bu gözlemin en temel dayanağını, belki de Adam Smith’in ‘görülmez el’ metaforunda bulabiliriz: “Her insan öz güvenliğini sağlamaya yeltenir; ve, bu uğraşında en fazla değer yaratmak için çabalarken, sadece kendi kazancını gözetir; ve bunu yaparken, niyeti dışında bir amacı güdercesine görünmez bir el tarafından yönlendirilir.”
Darwin’in ve Smith’in kuramlarında, gelişim, gerek organik gerekse iktisadi olsun, kör bir süreçtir ve herhangi bir amaç gütmez. Bir saatçi tanrıya ihtiyaç duyulmadığı gibi, ekonomiyi dizayn etmeye hevesli bir devlete de ihtiyaç yoktur. Canlı organizmaların biyolojik evriminde olduğu gibi iktisadın evriminde de deneme ve yanılma esasına tabi olan bir değişim ve seçilim süreci söz konusudur. Hatta Ridley’nin ileri sürdüğü gibi, benzerliği bir adım daha ileriye götürmek mümkün: biyolojik evrimde eşeyli üremenin rolü ne ise ekonomik evrimde mal alışverişinin rolü de odur.
Eşeyli üreme sayesinde bir canlı, genlerinin yarısını başka bir canlının genlerinin yarısı ile kombine eder. Genetik düzeyde çeşitliliğin bu şekilde artması ile, doğal seçilimin etki edebileceği ham madde miktarı da artar. Avantajlı özellikleri ve genetik inovasyonu harmanlayarak kümülatif etkiyi güçlendiren eşeyli üreme, olumlu adaptasyonları pekiştirir. İşte mal alışverişi de iktisadi evrimi benzer şekilde etkiler. Örnek olarak, farklı kavimlerden oluşan ve ticarete açık olmayan bir toplum düşünelim. Bu toplumda, sözgelimi, bir kavim ok ve yayı, bir diğeri ise ateşi icat etmiş olsun. Böylece “her iki toplum şimdi rakip duruma gelmiş olur ve örneğin eğer ateşe sahip olan kavim bu rekabetten galip olarak çıkarsa, ok ve yaya sahip olan diğer kavim icadıyla birlikte yeryüzünden silinmeye yüz tutar. Oysa mal alışverişi uygulanan bir toplumda, ateşe sahip olanlar ok ve yaya da sahip olabilirler, ve ok ve yaya sahip olanlar da ateşe.” Neanderthal insanlarının yeryüzünden silinmiş olması, ticaret eksikliğinden kaynaklanmış olabilir mi acaba?
Görüldüğü gibi bu perspektiften bakıldığında, iş bölüşümünün ve ticaretin mevcut olduğu toplumlarda refah miktarı kendiliğinden artar; ayrıca bu süreci gütmek ve pekiştirmek için herhangi bir yönetsel unsura ihtiyaç duyulmaz. İş bölüşümü, insanlar arasında doğal bir şekilde ortaya çıkmıştır, bir üst merciin kararı sonucu olarak değil. Tarih boyunca pek çok komünist planlamasının akamete uğramış olmasının temelinde, ticaretin spontan ve dağıtık, merkezden arınmış, kendini örgütleyebilir olma özelliklerinin bastırılmış olması yatmaktadır.
Ekonomik refah ve büyümenin tam olarak nereden kaynaklandığı konusunda birçok teori ortaya atılmış olsa da (kurumların gelişmesi, bireylerin rolü ve karar mekanizmaları, enerji kaynaklarına hakim olunması, vs ortaya atılan bazı nedenlerdir), kök nedenler tam olarak anlaşılmış değildir. Ancak anlayabileceğimiz şu ki, refahın artışı, milyonlarca bireysel karara dayalı, ne planlanmış ne de öngörülmüş bir olaydır. Tıpkı biyolojik dönüşümün temelinde yatan evrimleşme gibi.
Evrimsel bakış açısını inovasyon ve teknolojiye uygularsak, bu alanlara da farklı bir açıdan ışık tutmamız mümkün. Bu konuyu bir sonraki yazımızda işleyeceğiz.
Dipnot
1) Matt Ridley, The Evolution of Everything, Fourth Estate, London, 2015.